MURATS44
Özel Üye
Yeryüzünün Eski Sakinleri
Kurân-ı Kerîm’de geçen bazı ifadelerden yeryüzünde insanlardan evvel insanlar gibi mükellef bir kısım varlıkların da yaşadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunların nasıl varlıklar olduğu hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir.
İlk insanların ortaya çıktığı tarihin, jeolojik zaman olarak, dördüncü zaman olan kuarterner zamanında, yani 65 milyon yıl önce, Arabistan’da ortaya çıktığı söyleniyor. Bazı kaynaklarda ise bu tarih, günümüzden 200 bin yıl öncesine kadar gider. Aslında on hatta yüz binlerce yıl öncesinde yaşamış insanların varlığı, arkeologların bulduğu fosillerle kanıtlanmıştır. Ancak bunların, insan diyebileceğimiz türden çok, insana benzeyen ama özellikleriyle tam da insan olmayan insansı varlıklar olduğu görülmüştür. Amerika kıtasında ise, yaşam 28.000 yıl öncesine gitmekte ve bu tarihten önce herhangi bir insan ya da insansı varlığa rastlanmadığı tespit edilmiştir. Ama bu fosillerin de gerçekten insan özelliklerine sahip olup olmadığı tartışmalıdır.
Tevrat’a göre, Hz. Adem’le Nuh tufanı arasında geçen süre 1756 yıldır. İslam kaynaklarında da, hadislerin ışığında bu tarihlerin yakın tarihler olduğu görülmektedir. İbn-i Sad ise, "Tabakat" adlı eserinde, Hz. Adem ile Hz. Musa arasında 3.000 yıl olduğunu belirtir. Hz. Nuh’un M.Ö. 3478 yılında doğduğu rivayet edilir. Babil kralı Asur Banipal ve kral Sanheribs’in inşa ettirdiği kütüphanedeki bilgilere göre, Nuh tufanı M.Ö. 4000-5000 yılları arasında yaşanmıştır. Hz. Nuh, 950 yıl yaşadığına göre, doğum tarihi bilgisi büyük ihtimalle doğruya yakın bir tarihtir.
Bugün bazı İslam alimleri ve araştırmacıları, Kurân’a dayanarak, Hz. Adem’den önce yaşayan başka insanlar olduğu konusunda ortak bir görüşü savunuyor. Ancak araştırmacı Ahmed Hulusi bu varlıkların insan formatında yaşayan, bilimin "Homo Sapiens" adını verdiği, "insansı" varlıkların olduğunu iddia ediyor. Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı ise, aynı bugünkü insan gibi ruhu, kültürü, zekası olan varlıkların var olduğunu söylüyor.
Bâzı âlimlere göre ise Hz. Adem’den önce dünyada yaşayanlar vardı. Fakat O günkü dünya, bugünkünün aynı olmadığı gibi, o yaşayanların yapısı da insanlar gibi değildi. Muhtemelen bunlar, cin taifesinin bir türüydü. Kendi yapılarına elverişli şekilde bulunan o günkü dünyada yaşıyorlar, normal hayatlarını sürdürüyorlardı. Ancak, cinlerin de içlerinde iyileri ile kötüleri, zâlimleri ile âdilleri bulunduğundan, istikametlerini kaybedip birbirlerine düştüler. Hatta karşılıklı cinayetlere giriştiler. Allah da onların isyanlarından dolayı nesillerini mahvedip yerlerine Hz. Adem’i gönderdi.
[/SUP]Kurân’da Hz. Adem’den önce cinnî ya da cinnî olmayan başka varlıkların yaşamış olduğu teorisini destekleyen ya da işaret eden âyet, Bakara sûresi 30’dur:
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةًۖ قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۖ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
"Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi."
Bundan anlaşılmaktadır ki, yeryüzünde kan döken bir kavim vardı. Melekler de bunlar gibi bir başka âsî varlık yaratmanın hikmetini merak edip sormak ihtiyacı duydular. Ayrıca "Halife" tâbiri de, bu mânâyı teyid etmektedir. Çünkü "halife", gidenin yerine gelen manasına gelmektedir. Demek ki, Hz. Adem’den önce bir kavim vardı ki, onlar, "selef" olarak gidiyor, Hz. Adem de "halef" olarak, yâni "Halife" vasfıyla gelmiş oluyor.
Evet, insandan önce yeryüzünde aklı olan başka canlı türleri yaratılmış ancak onların belirgin vasfı meleklerin ifadesiyle "bozgunculuk yapıp kan dökmek" olmuştu. Allah’ın meleklerin endişesine "Şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim" diyerek insanı yaratması, bir bakıma ondan yapıcı-barışçı olmasını, kan dökmekten kaçınmasını özellikle beklediği manasına mı geliyordu?
Ayette dikkat çekici bir ifade var. Bozgunculuk yapacak, kan dökecek biri. Sûre, Hz. Adem’in yaratılışından söz ederken, diğer yandan da henüz yeryüzünde yaşamamış hatta eşi bile olmayan Adem’in gerçekleştirebilmesinin mümkün olmadığı bir eylemden bahsetmektedir. Biraz düşündüğümüzde ise Hz. Adem’den önce yaşamış ve kan dökmüş bir insan türünün yeryüzünde yaşamış olduğu kanaatine varıyoruz.
Şimdiye kadar haklı olarak ata kabul etmediğimiz ama ne olduklarını da tam olarak söyleyemediğimiz fosil canlılar dikkate alındığında, yapılan yorumların isabetli olduğu söylenebilirdi (Kurân, az sözle çok şey anlattığı için, bir yorumun doğru olması diğer yorumların yanlış olduğu manasına gelmiyor. Mesela insandan öncekilerin cinler olduğu tefsiriyle çelişmiyor; kendilerine mahsus kanları yoksa, mecaz manada kan dökücülerin cinler olduğu düşünülebilir).
Bediuzzaman’a göre "halifetün" tabiri, arzın, insanların hayatına elverişli şartları oluşmadan önce, yeryüzünde düşünen (idrakli) bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına, o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. ‘Halifetün’ tabirinin bu manaya delaleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nevi imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlarla mübadele edilmişlerdir (değiştirilmişler ya da üstünlükleri insanlara geçmiştir).
Meleklere insanın yeryüzünde fesat çıkaracaklarını Allah’ın bildirdiği rivayet edilir. Buna dâir İbni Mes’ud ve sahabeden bazılarının rivayet ettiği farklı görüşler vardır. Bu görüşler şöyledir:
Allah, meleklere: "Şüphesiz ki ben, yeryüzünde bir halîfe (insan) yaratıcıyım." dediği zaman melekler: "Ey Rabbimiz, bu halîfe ne olacak?" diye sordular. Allah da: "Onun bir nesli olacak. Onlar yeryüzünde fesat çıkaracak, birbirlerine haset edecek ve birbirlerini öldürecekler." buyurdu. Bunun üzerine melekler: "Ey Rabbimiz orada fesat çıkarıp kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?" dediler. Alla, meleklere, yeryüzünde kalabalık halk bulunduğu zaman, orada fesat çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini bildirmişti.
İbn Zeyd şöyle demiştir: «Allah, cehennemi yarattığı zaman, melekler çok korktular ve: "Ey Rabbimiz, bu ateşi kimin için yarattın?" dediler. Allah:
"Mahlûkatımdan bana asi olanlar için." cevabını verdi. Hâlbuki o günde meleklerden başka mahlûkat yoktu ve yeryüzünde de hiçbir yaratık bulunmuyordu. Allah: "Şüphesiz ki ben, yeryüzünde bir halîfe (insan) yaratıcıyım dediği zaman melekler günahın onlardan çıkacağını anladılar.»
Levh-i Mahfuza kıyamet gününe kadar olacak şeyler yazıldığından, melekler de Levh-i Mahfuza bakarak öğrenmişlerdir.
Hz. Adem’in yeryüzüne halife olmasını bildiren ayeti tefsir eden bu izaha göre, yeryüzü ve dünya yüzü hakkında birkaç durum ortaya çıkıyor:
1. Hz. Adem’in neslinden önce yeryüzünde başka bir nesil yaşamaktaydı.
2. Dünya ve yeryüzü, bu mahlukun yaşamasına elverişliydi.
3. Önceki nesil, cinlerden bir nesildi. (Kimi alimler, cinlerin ateşten yaratıldığını, bu yüzden de bu varlıkların cinler olmadığını, en azından bu ayette kastedilen varlıkların cinler olmadığını savunuyorlar. )
4. Cinlerin mahiyeti dumansız ateş olduğuna göre, dünya yüzü de bu mahlukun yaşamasına elverişli olması nedeniyle sıcak bir haldeydi.
5. Hz. Adem’in halife kılınmasından sonra dünya ve arz yüzeyi Adem neslinin yaşamasına müsait ve uygun bir hale getirildi.
6. Hz. Adem, dünya yüzeyinin insan yaşamı için asgari şartların yerine getirilmesi neticesinde dünyaya gönderildi.
7. Dünyadaki "insan" hayatı ve bugünkü ekolojik çevre, Hz. Adem ile başladı.
8. İnsan neslinin dünya yüzündeki hayat süresi 7000-10000 yıl arası olarak tahmin edildiğine göre dünyadaki ekolojik çevre ve diğer mahlukatın hayatları da bu süreden belki bir miktar fazlaydı.
Ahmed Hulusi’ye göre o devirde, yeryüzünde, bir gelişim sürecinden geçerek bugünkü insana son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-sapiens" olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı ki, biz, bunlara "insansı" demekteyiz. Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp fesat çıkarıyorlardı. Yaşamları, yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu. Ve elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan cinler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı. Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, halife olacak insanı, o ana kadar yaşaya gelmekte olan insansılar gibi değerlendirerek; onu yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık olarak zannetmişlerdi. Bir halife yaratılacağını öğrenen meleklerin tepkisi, Bakara suresi 30. ayette şöyle geçiyor: "Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın?"
Ahmed Hulusi’nin bu noktadan sonra cevabını aradığı soru şu: "İnsansı’dan ilk insan olan Hz. Adem’e geçiş nasıl olmuştur?" Hulusi’ye göre, Adem ismiyle işaret edilen şekillenmiş çamur yani hücresel beden sahibi varlığa, yani, insansıya, belli bir kıvama geldikten sonra Allah, ruhundan üflemiş; (Sad suresi 71. ayet: "Bir vakit Rabbin meleklere: ‘Ben dedi, çamurdan bir beşer yaratacağım.” 72. ayet: “Onu iyice biçimlendirip ona Ruhumdan üfleyince hep birden, hürmet göstermek için ona secde ediniz." böylece o, bir mutasyon geçirmiştir. Bundan sonra da insansılar arasında da ilk insan olmuştur.
Ahmed Hulusi, bundan sonra Hz. Adem’in nerede yaratıldığını anlatıyor. İnsanın, daha önceden insansı haliyle dünya üzerinde topraktan yaratıldığının ayetlerle kesin olduğunu belirten Hulusi’ye göre, Hz. Adem’in içinde yaşadığı cennet, dünya üzerindeydi. "Dünya üzerinde, Cennet şartlarında yaşanıyordu" diyen Hulusi, olayın dünya üzerinde cereyan ettiğinin ispatı olarak da Ta-Ha suresinin 119. ayetini gösteriyor: "....Orada asla susuzluk çekmez ve güneşin kavurucu sıcağına maruz kalmazsın"
İbn Arabî, birgün Kabe’yi tavaf ederken bazı şahıslar görmüş, onlardan biri kendisine; "Sen beni bilir misin? Ben senin evvel gelen ecdadındanım." demiştir. İbn Arabî de; "Sen dünyadan intikal edeli ne kadar müddet oldu?" diye sormuş, bunun üzerine o şahıs; "40.000 seneden fazladır." diye cevap vermiştir. İbn Arabî, "Ademoğlu neslinin bu kadar ömrü yoktur. Zira devr-i sünbüle, yani insanlık tarihi, (o dönemin bilgilerine göre) 7.000 senedir." demiş bu defa o şahıs; "Hangi Adem’den sorarsın? yakın olandan mı, yoksa uzak olandan mı?" diye karşılık vermiştir. O esnada İbn Arabî, Hz. Muhammed’den rivayet olunan "Allah, 100.000 Adem yaratmıştır." hadisini hatırlamıştır.
Böylece İbn Arabî, bu şahsın Hz. Adem’den önce yaratılan insanlardan olabileceğini anlamış ve bu olayı peygamberlerden Hz. İdris’e sormuş, o da onun bu keşfini tasdik ederek; "Biz peygamberler topluluğu öncesini bilmesek de âlemin sonradan yaratıldığına iman ederiz. Allah ise kâinattan önce de vardı." demiştir. İbn Arabî devamında, âlemin sonradan yaratıldığı şüphesiz olmakla birlikte insanın ne zaman yaratıldığı konusunda tarihin meçhûl olduğunu söylemiştir.
Bir başka rivayette ise bu durum, şöyle anlatılmaktadır: İbn Arabî, tavaf sırasında tanınmayan birtakım adamlar görmüş, onlara kim olduklarını sormuş, onlar da "Biz, Adem’den 40.000 yıl önce gelen ilk ecdadındanız." diye cevap vermişlerdir. Öyle ki onlardan biri İbn Arabî’ye şu beyti okumuştur:
"Lekad tufnâ kemâ tuftüm sinînâ
Bihâze’l-beyti tarran cemîâ"
Mânası: "Sizin tavafınız gibi biz de tavaf ettik senelerce. Bu beyti toptan hep beraberce."
Arabi’nin yaşadığı bu gizemli hadiseye karşın, Rabbani’nin yorumu şöyledir: Hz. Adem’in varlığından önce gelip geçen bütün ademler, Resûlullah’a ve ona salât ve selam olsun, vücûd olarak, hepsi misal aleminde değillerdi. O ki, şehadet âleminden vücûd buldu. Yeryüzünde hilafete nail oldu, melaikenin dahi secde ettikleri oldu. Bu yalnız, Ebul Beşer Adem idi... Arabi’nin, üzerinden kırk bin yıl geçmiş olarak bulduğu kimse, misal aleminde, ceddinin lâtifinden bir lâtife idi... Arabî’nin şehadet aleminde vücûdu vardı ve Beyt-i Şerif’i tavaf ediyordu. Ama o sırada, misal aleminde bulunuyordu. Çünkü, Kâbe-i Muazzama’nın, Misal aleminde bir sureti ve bir benzeri vardır ki, o alem halkının kıblesidir. Rabbani, bu delilini, Muhyiddin- i Arabi’nin gördüğü adamın, ona: “Ben, senin ecdadının cümlesindenim. Vefatımdan kırk bin yıl geçti." sözüne dayandırmaktadır.
Bursevî, Duhan Sûresi’nde bu meseleye işaret etmiş, "O, sizin de Rabbiniz, sizden önceki babalarınızın da Rabbidir." âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: İbn Arabî, "Fütûhât-ı Mekkiyye"sinin "Bâbû hudûsi’d-dünyâ: Dünyanın Yaratılışı Babı"nda "İnkazâ kable Adem’e mietü elf Adem: Adem’den önce 100.000 Adem gelip geçmiştir." şeklindeki zayıf hadisi zikretmiştir. İbn Arabî, bir defasında Kabe’yi tavaf ederken bununla ilgili olarak bir keşfe ve müşahedeye mazhar olmuş, tavaf sırasında bazı ruhlar kendisine temessül etmiştir. Bursevî, diğer eserlerinde zikrettiği bilgilerin aynısını burada da tekrarlamıştır. Fakat burada diğerlerinden farklı olan tek nokta, yukarıda zikredilen hadisin "hadisen zaîfen: Zayıf hadis" olduğuna işaret edilmiş olmasıdır.
Bursevî, "Hadîs-i Erbaîn" adlı eserinde, "Ey kullarım öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz sizden en takva sahibi birinin kalbi üzere olsa bu benim mülkümde bir şey artırmaz." kudsî hadisini şerhederken şöyle demiştir: Caizdir ki, ol Adem’den mukaddem gelen envât sitteye dahi şamil ola. Cin, Bin, Hin, Tim, Rim, Yim gibi ki bunların her biri duhûr-ı tauile Dünyada muammer olmuşlardır ki yalnız Cinnin Adem’e gelince ömrü altmış bin sened.Aynı eserin bir sayfa sonrasında ise, "Innallahe halaka kable Ademe miete elf Adem" hadisini kaydetmiş ve Nispet ümem-i âlâya olmayıp kable Adem olan ümeme olduğu zahir oldu. Eğer ki tarihi meçhul ve hudûs âlem mukarrerdir ve bu makûle ehadise gerçi ehl-i hadis alîlü’l-basar olduklarından nazar-ı sıhhatle bakmazlar ve lakin keşfen sahihtir. Biz, her halde keşif ehliyle beraberiz. Zira onlar, halde ve mealde esahh-ı ricaldirler. Diğer ehl-i kîl ve kâl olanlara karşı onların tam bir hüccetleri vardır demiştir.
Bursevî bu sözleriyle îbn Arabi’ye bağlılığını, ona olan güvenini vurgulamak İstemiştir. Bunun yanında İbn Arabî’nin keşif yoluyla tahriç ettiği "Allah, Adem’den önce 100.000 Adem yaratmıştır." hadisine karşı yapılacak itirazları da düşünmemiş değildi. Bursevî, onlara karşı her zaman olduğu gibi burada da tavrını açıkça ortaya koymuş, yukarıda İfade edildiği gibi hadisçileri ilimlerinin az oluşlarıyla itham etmiştir. [SUP][25][/SUP] Bursevî’nin "Ehl-i hadis alîlü’l-basar olduklarından nazar-ı sıhhatle bakmazlar." [SUP][24][/SUP] ifadesinden hadisin muteber hadis kitaplarında yer almadığı ve muhaddislere göre sabit olmadığı hükmünü çıkarmamız mümkün olmaktadır. Çünkü Bursevî, bu hadisi 7. yüzyıl âlimlerinden İbn Arabi’ye nispet etmiş, ondan önce herhangi bir kaynak ismi vermemiştir.
Cinler, Hz. Âdem’den, yani insanoğlundan önce yaratılmışlardır. Kurân bu hususu anlatırken: “Biz insanı kara çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık.” demek suretiyle ifade eder.
Hadisçilerin ve tefsircilerin görüşlerini toplayan Abdullah Aydemir, “Tefsirde İsrailiyyat” isimli eserinde bu konuda ortaya atılmış görüşlere delil teşkil eden , “Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler de: ‘Biz seni hamdinle tesbih ve tenzih edip dururken –orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek- kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah (da): ‘Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim’ demişti.” ayetinin tefsiri münasebetiyle, tefsircilerin pek çok şeye temas ettiklerini, bunlardan birinin de arzın (yeryüzü) Adem’den önceki sakinlerine ait bilgiler olduğunu söyler.
Bazı âlimler: “Allah cinleri Âdemin yaratılmasından 2000 yıl önce yaratmıştır. Meleklerin gökyüzünde yaşadıkları gibi cinlerin de yeryüzünde yaşadıklarını” söylemişlerdir. Taberi Tefsiri’nde de yeryüzünde insanlardan önce cinlerin yaratılmış olduklarını şöyle anlatılır ;
Abdullah İbn Ömer, şöyle diyor: «Cân oğulları diye anılan cinler, Hz. Adem’in yaratılmasından 2000 yıl evvel yeryüzünde idiler. Yeryüzünü fitne ve fesada vermek suretiyle bozdukları ve kanlar döküp cinayetler işledikleri için, Allah onlara karşı meleklerden müteşekkil bir ordu gönderdi. Melekler tarafından iyice hırpalanan bu fesatçılar denizlerdeki adalara sığınmak suretiyle canlarını kurtarabildiler. Bunun üzerine Allah, meleklere: “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım….” dedi.»
İbn-i Abbas şöyle diyor: «İnsan çamurdan yaratıldı. Yeryüzünde ilk önce cinler yaşarlardı. Onlar, arzda (yeryüzünde) kanlar akıttılar, birbirlerini öldürdüler. Allah, onlara İblis’in komutasında meleklerden askerler gönderdi. İblis ile onun komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle savaşarak, onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler. Bu zaferi kazandıktan sonra İblis’in kalbinde gurur doğdu ve: “Ben, kimsenin yapmadığı bir iş yaptım” diye övündü. Allah, onun kalbinde doğan bu gururu bildi. İblis’in yanındaki melekler, bunu bilmiyorlardı. Allah, İblis’in yanında bulunanlara: “Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım” dedi. Buna karşılık olarak melekler: “Sen, bizim kendilerini tenkile memur edildiğimiz cinlerin yaptığı gibi orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek biri mi yaratacaksın?” dediler.»
Taberi, İbn Kesir gibi birçok meşhur tefsircinin yer verdiği, ancak mesnetsiz görüldüğü için dikkate alınmamış olan bu yoruma göre bu ayet, Hz. Adem’den önce insan benzeri canlıların yaratıldığına işaret ediyordu. Yürütülen mantık şuydu:
1.) İnsandan önce benzerleri yaratılmış, onlar da fesat çıkarıp kan dökmüşlerdi ki, bunu bilen melekler yeni yaratılacak varlığın neslinin de onlarınki gibi olacağı endişesini beyan ediyorlardı (halife kelimesinden bağımsız yorum).
2.) Halife kelimesinin "öncekinin yerine geçen (halef olan) yenisi" manasını da taşıması, bu geniş manasıyla alınırsa ayetten, Hz. Adem’in yeni bir türün ilk ferdi olarak yaratılacağı (dolayısıyla, akıl sahibi olması gereken önceki yaratıklara insan denilemeyeceği) anlamı çıkıyordu.
Peki Hz. Adem, kime halife gönderildi? Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sait Şimşek’e göre, "Hz. Adem yaratılmadan önce arkalarında nesil bırakan canlılar vardı." Prof. Dr. Şimşek, "Yaratılış Olayı" adlı kitabında, yeryüzünün yaratılıp insanın yaşamasına elverişli hale gelmesinden sonra Allah’ın insanı yarattığını; halife kelimesinden ise Hz. Adem’in başkasının yerine geçtiğinin anlaşıldığını yazıyor. Allah bir halife yaratacağını buyurduğunda meleklerin verdiği tepkiden de "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?" (Bakara 30) daha önce böyle bir varlığa şahit olduklarının anlaşıldığını belirtiyor. Şimşek’e göre, bazı Kurân yorumcularının söylediği gibi, insandan önce yeryüzüne cinler hakim değildiler ve cinler bozgunculuk çıkararak kan döktükleri için Allah insanı yaratmamıştır. Şimşek’e göre, insan, kendisine benzer bir yaratığın halifesidir ve o yaratığın yerine yeryüzü hakimiyetini devralmıştır.
Diğer bir görüşe göre ise, Hz. Adem’in halife diye tanıtılmasından daha önce bir insan türünün yaşamış olmasının gerekmeyeceği, zira halife kelimesinin burada "Daha önceki bir insan topluluğunun halefi" mânasına değil, Allah’ın vekili, O’nun emirlerini uygulayan anlamında kullanıldığı, meleklerin Hz. Adem ve soyu hakkındaki bu bilgilerinin ya Allah’ın daha önce bu konu ile ilgili onlara bilgi vermesinden ya da Levh-i Mahfuz’daki yazıyı okumuş olmalarından kaynaklanmış olduğu ileri sürülmüştür.
Tevrat’ta "Yaratılış" kısmında ise ilk insanın yaratılmasından şöyle bahsedilmektedir:
Tanrı, “İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.” (Yaratılış, 1:26-28)
Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı gibi, Allah, Âdem’den önce bir insan türü yaratmıştır. Daha sonra da Âdem’i yaratmıştır. “Bunu da nereden çıkardın?” derseniz, Tevrat’ın yazılışına bir göz atmakta fayda var deriz. Tevrat’ın Bölüm: 1:26-31. ayetlerinde insanın yaratılışı ele alınmaktadır. Oysa ki Âdem’in yaratılışı, bu ayetlerden çok sonra ve başka bölümde ele alınmıştır. Bir şey daha gözden kaçmamıştır umarız: Âdem yaratıldıktan sonra toprağı işleyeceğinden söz edilmektedir.
Bütün Antik Çağ metinlerinde, kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmış belgeler, geriye doğru giden kronolojilerinin sıfır noktasına, net olarak çözümlenemeyen bir tür "başlangıç dönemi" yerleştiriyorlar. Bu, onların tarihlerinde, "yönetimin tanrılardan insanlara geçmekte olduğu" bir ara dönemi belgeliyor. Belirsiz bir başlangıç döneminden beri bizzat "tanrılar" tarafından yönetildiğini söyledikleri ülkelerinin, bu ara dönemde "Gözcüler" adı verilen üstün yaratıklarca yönetildiğini ve sonuçta krallığın insanlığa devredildiğini anlatıyorlar. Eski Mısır’da bunların adı, "Neter"ler. Son olarak Osiris’in oğlu Horus tarafından yönetilen ülke, belli bir dönem sonrasında, bir "Kral yaratma" (King-maker) töreninden sonra insanlara bırakılıyor ve Neterler, geri plana çekiliyorlar, sonra da izleri siliniyor. Bu ilk "insan-kral", bugün arkeolojinin değişmez bir gerçek biçiminde kabul ettiği, Firavun Menes’tir. Bildiğimiz, yazılı tarihe göre M.Ö. 3100 yıllarında Yukarı ve Aşağı Mısır’ı bir tek ülke halinde birleştiren Menes, Mısır tarihinde "Hanedanlar Dönemi" denen bir dönemin de başlatıcısıdır.
Neterler, Mısır yazılı belgelerinde, Tufan’dan sonra ülkeyi yönettiği söylenen “yarı Tanrı” varlıklara verilen addır. "NTR" harfleriyle gösterilir ve "neter" olarak okunur, çoğulu "neteru"dur.[SUP][30][/SUP] Mısır’ın Ölüler Kitabı ile ilgili çalışmalarıyla tanınmış dünyaca ünlü araştırmacı E.A. Wallis Budge, "Neter" sözcüğünün üzerinde bir hayli durmuş ve bu sözcüğün ne anlama geldiğini ve Eski Mısırlı rahiplerce bu sözcüğe hangi anlamlar yüklendiğini farklı açılardan ele alarak ortaya çıkartmaya çalışmıştır. Budge’ye göre;
"Mısırlıların Tanrı’ya ve her türden ruha ve herhangi bir insanüstü veya doğaüstü güce sahip olduğu ileri sürülen her türden varlığa verdikleri genel isim Neter’dir."
Bir başka tanınmış araştırmacı Murry Hope ise, bu isimle ilgili olarak şu tespitlerde bulunur:
"Kavramın hiyeroglif metinlerindeki kullanımıyla ilgili yoğun araştırmalar göstermektedir ki, bu kelimenin bir yaşara niteliği ya da ölümsüzlük veya yaşamı canlandırma kuvvetiyle ilgili olduğuna işaret etme yönündedir."
Mısır kronolojisi üzerine bildiklerimiz, 2 ana belgeye dayanıyor: Bunlar, Mısırlı tarihçi Manetho’nun yazdığı krallar listesi ve bugün "Torino Papirüsü" olarak bilinen bir yazıt. Her iki belge de birbiriyle uyumlu. Bu sayede arkeologlar ve ejiptologlar, Mısır’ın kronolojik gelişimini formüle edebiliyorlar. Buna göre, Firavun Menes’le başlayan Hanedanlar Dönemi, alt evrelere ayrılıyor: Eski Krallık, 1. Ara Dönem, Orta Krallık, 2. Ara Dönem (Hiksoslar Devri) ve Yeni Krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da bu kronolojik düzen aynen böyle. Süreç içindeki arkeolojik bulguların Manetho’yu ve Torino Papirüsü’nü doğrulaması sayesinde, Yeni Krallık ve sonrası, neredeyse bütünüyle tarihlenebilmiş durumda. Eski Krallık’ta, en fazla 150 yıl yanılma payıyla arkeologlar hanedan listesini ve Kralları sıralayabiliyorlar. Yani bu 2 belge, doğruluğu desteklenmiş veriler içeriyor.
Bütün sorun da aslında burada: Çünkü Manetho’nun listesi ve Torino Papirüsü, yalnızca hanedanlar dönemi Mısır’ını değil, ondan çok daha öncesini de kronolojik sıra içinde sunuyor. Yalnız burada yöneticiler, insanlar değil, Neterler. Normal insanlara göre çok daha uzun yaşayan, ülkeyi binlerce yıl yöneten, esrarengiz varlıklar. Ejiptoloji ve modern arkeoloji, bunun üzerine ne yapıyor? "Alt paragraflarını" tartışmasız biçimde kabul ettiği ve bulgularla doğrulanan bir tarihi yazıtın "üst paragraflarını" ya yok sayıyor, ya da "Bunlar mitoloji" deyip isin içinden çıkıyor. Neden? Çünkü hayranlıkla benimsediği alt paragraflarda "normal insan"lar krallık yapıyor; üstteyse, kim oldukları anlaşılamayan üstün yaratıklar. Böylece bilimsel ortodoksi, aynı belge üzerinde isine gelen bölümü "olgu" diye benimseyip dosyalarken, işine gelmeyen, anlayamadığı bölümleri "mitolojik" bulup ayıklıyor.
Mezopotamya’da aynı şeyle karsılaşıyoruz: Layard ve Wooley’in yaptığı araştırmalarda, son derece değerli ve ilgi çekici kil tabletler ele geçiyor. Bunlar, "Sümer Kral Listeleri" olarak adlandırılıyor. Aynı Mısır’da olduğu gibi, listenin en üst sırasında, yani normal krallardan önce, her biri neredeyse 10.000 yıl, 15.000 yıl yaşayan yöneticiler var. Bunlar, "Tufan’dan önce" uzun süre ülkeyi yönetmişler, sonra da yönetimi insanlara devretmişler. Babil metinleri, bu olayı "Krallık, gökten indiğinde" gibi bir deyişle açıklıyor. Bütün Mezopotamya’da aşağı yukarı aynı kült var. Bulunan belgeler, "en eski metin" olduğuna inanılan Tevrat’ın, Tufan başta olmak üzere bir sürü temayı Sümer ve Babil anlatılarından ödünç aldığını (ya da örtüştüğünü. Akhenaton notu.) ortaya koyarak Kilise’de ve dini çevrelerde buz gibi rüzgarlar esmesine neden oluyor.
Bu durumda Ortodoks arkeoloji, Mısır’da yaptığının aynısını yapıyor. Yani "Sümer Krallar Listesi"nin "normal insan ömrüne sahip" kralları doğru kabul ediliyor ve belgenin bu bölümü, "somut bulgu" sınıfına sokuluyor ama Tufan öncesi ülkeyi yönettiği anlatılan, 200.000 yıl hüküm sürmüş varlıklar ve onların sonrasında, yani "ara dönem"de insanlara yönetimin geçişini üstlenen ve denetleyen "Gözcü"ler, yine dinî kaygılardan ötürü "mantıksız" bulunarak "mitoloji" sınıfına sokuluyor. Yani aynı belgenin yine alt kısmı "tarihi gerçek", üst kısmı ise "masal" kabul ediliyor.
NOT
Yazının burasında üstteki paragrafta anlatılan konulara karşıt düşünceler geliştirmek de mümkün. Bugün ilahiyat çevrelerince Kurân ve Tevrat’ta yer alan Nuh Tufanı’nın Sümer Tufanı’yla ilgisi olmadığı ve bu iki olay üzerinde farklılıkların sıralandığı anti-tezler hazırlanıyor. (Bknz. İslam Ansiklopedisi’nde yer alan "Tufan" maddesi ve Muazzez İlmiye Çığ‘ın semâvî dinlerin öğretilerinin Sümer dini üzerine kurulduğu üzerine makaleleri) Bu konu, aynı zamanda "Tevhid Dininin Kısa Tarihi" başlıklı yazı dizisini hazırlamamın sebeplerinden de biri. Çünkü Kurân’a göre İslâm ya da din dediğimiz olgu, Hz. Muhammed’den bu yana gelen klasik İslam tarihi’yle değil, Hz. Adem ya da (Kurân’da kesin bir dille bahsedilmeyen / satır aralarında ve üstü örtülü olarak anlatılan) Hz. Adem’den de önceki bir zaman dilimini kapsıyor. Bu yüzden Kurân, Hz. İbrahim’in bir Yahudi değil Müslüman olduğunu altını çize çize vurguluyor.
Yine Kurân’da geçen "Ben, insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat 56) âyetinden anlıyoruz ki, daha insan yaratılmadan önce cinler (ve onların atası Cann) de Allah’a kullukla mükelleftiler ve Şuara-200’de kullukla mükellef kılınan tüm bu "toplum"lara (insanlara, cinlere belki cinlerden de önceki varlıklara) uyarıcılar/peygamberler gönderilmiş olabileceğini öğreniyoruz. Bu yüzden de görünürde gönderildiği peygamberle başlasa da aslında tüm dinler, bu "insandan-önce" ve "insandan-sonra" dönemi kapsayan TEK BİR DİN fikrine alışabilmemiz/olumlu bakabilmemiz, Kurân’da Hz. Muhammed’den önce yaşadığı halde Hz. İbrahim için neden "Müslümanlardandı." ibaresinin kullanıldığı üzerinde fikir yürütmemiz ve kafa yormamız gerekiyor. Kurân, Tevrat ve İncil’in öğretilerinin ya da kullandığı argümanlarının daha önce Sümer tabletlerinde ya da ileride bulunacak başka eski belgelerde bulunmasını, bu dinlerin eski Sümer anlatılarından devşirildiği ya da çalındığı olarak açıklamaya çalışmadan önce, bu ilk-eski inançların da evrenin ve Allah’a kullukla mükellef olan varlıkların/toplumların tümünü içine alan ve uzun bir sürecin adı olan bu tek dinden yani uyarıcıları/peygamberleri değişse de gerçekleri değişmeyen İslam’dan etkilenmiş olabileceğini, sonradan tahrife uğradıkları halde bu ilâhi dinden izler taşıyabileceğini düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor
Ve son olarak yine bu konuyla, yani insan-öncesi toplumlarla ilgili olduğunu düşündüğüm ve bu yazıyı okuyanların da üzerinde düşünmesini istediğim bir âyet: "Nahnu halaknâhum ve şedednâ esrehum, ve izâ şi’nâ beddelnâ emsâlehum tebdîlâ tebdîlee. / Onları Biz yarattık ve bağlarını Biz kuvvetlendirdik. Ve dilediğimiz zaman onları emsalleri ile değiştiririz." (Dehr/İnsan Sûresi, âyet 28)
Yine Kurân’da geçen "Ben, insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat 56) âyetinden anlıyoruz ki, daha insan yaratılmadan önce cinler (ve onların atası Cann) de Allah’a kullukla mükelleftiler ve Şuara-200’de kullukla mükellef kılınan tüm bu "toplum"lara (insanlara, cinlere belki cinlerden de önceki varlıklara) uyarıcılar/peygamberler gönderilmiş olabileceğini öğreniyoruz. Bu yüzden de görünürde gönderildiği peygamberle başlasa da aslında tüm dinler, bu "insandan-önce" ve "insandan-sonra" dönemi kapsayan TEK BİR DİN fikrine alışabilmemiz/olumlu bakabilmemiz, Kurân’da Hz. Muhammed’den önce yaşadığı halde Hz. İbrahim için neden "Müslümanlardandı." ibaresinin kullanıldığı üzerinde fikir yürütmemiz ve kafa yormamız gerekiyor. Kurân, Tevrat ve İncil’in öğretilerinin ya da kullandığı argümanlarının daha önce Sümer tabletlerinde ya da ileride bulunacak başka eski belgelerde bulunmasını, bu dinlerin eski Sümer anlatılarından devşirildiği ya da çalındığı olarak açıklamaya çalışmadan önce, bu ilk-eski inançların da evrenin ve Allah’a kullukla mükellef olan varlıkların/toplumların tümünü içine alan ve uzun bir sürecin adı olan bu tek dinden yani uyarıcıları/peygamberleri değişse de gerçekleri değişmeyen İslam’dan etkilenmiş olabileceğini, sonradan tahrife uğradıkları halde bu ilâhi dinden izler taşıyabileceğini düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor
Ve son olarak yine bu konuyla, yani insan-öncesi toplumlarla ilgili olduğunu düşündüğüm ve bu yazıyı okuyanların da üzerinde düşünmesini istediğim bir âyet: "Nahnu halaknâhum ve şedednâ esrehum, ve izâ şi’nâ beddelnâ emsâlehum tebdîlâ tebdîlee. / Onları Biz yarattık ve bağlarını Biz kuvvetlendirdik. Ve dilediğimiz zaman onları emsalleri ile değiştiririz." (Dehr/İnsan Sûresi, âyet 28)
"Anunnaki" kelimesinin Sümer dilindeki anlamı, "gökyüzünden dünyaya gelenler" demektir. Eski ahitte geçen "Nefilim" kelimesinin gerçekteki anlamı "aşağı gönderilenler" anlamına gelirken neden "devler" olarak tercüme edildiği sorgulanmış ve antik medeniyetlerdeki izlere kadar gidilmiştir. "Nefilim" kelimesi, bir çok araştırmacı tarafından "devler" olarak değil; göksel varlıklarla insan kadınların cinsel birleşmesi sonucu ortaya çıkan antik kahramanlar olarak açıklamışlardır.
Eski Sümer metinlerinde “gökten yere inenler” anlamına gelen ve “büyük tanrılar” için kullanılan “Anunnaki” kavramı, düş ürünü mitolojik tanrıları değil, yüz binlerce yıl önce Marduk gezegeninden dünyamıza inen ve üzerinde bir koloni kuran “yabancıları” betimlemekte kullanılan bir özel isimdi! Benzeri biçimde, Tevrat’ın ilk bölümü olan Tekvin’in 6. babında, Tufan öncesi dönemi anlatan ayetlerde geçen “O zamanlar yeryüzünde Nefilim vardı, bunlar eski zamanın güçlü ve ünlü adamlarıydılar” ifadesi de, bizzat bu yabancı ırka gönderme yapıyordu. Çünkü kimi modern çevirilerde “Devler” olarak değiştirilen “Nefilim” sözcüğü de eski İbranicede tıpkı Sümer dilindeki “Anunnaki” gibi, “Yukarıdan aşağı inenler” anlamına da gelmekteydi.
Anunnaki’nin hikayesi şudur; Bundan 450,000 yıl önce bir grup insan benzeri uzaylı varlık, Dünya denen gezegene geldiler. Geldikleri gezegen, Sümerlilerin adına "Nibiru" dedikleri, antik Sümer edebiyatında "12. Gezegen" olarak tanımlanmaktadır.
Sümer kayıtlarına göre, yaklaşık 450.000 yıl önce Anunnakilerin gezegenlerinde bazı problemler başladı. Onlar da şu anda bizim Dünya’da yaşadığımız ozon problemi gibi atmosfer sorunu ile karşılaştılar. Bu sorunu halletmek üzere ozon tabakasına, güneşin zararlı ışınlarını filtre etmek üzere altın tozu parçacıkları yerleştirmeye karar verdiler. Ancak kendi gezegenlerinde yeterli miktarda altın yoktu. Bu altını bir yerlerden temin etmeleri gerekiyordu. Anunnakiler, gelişmiş bir toplum olduğu için yaptıkları araştırma sonucunda istedikleri miktardaki altını Dünya’dan temin edeceklerine karar verdiler. O zamanki teknolojilerine göre, kısa sayılabilecek mesafelerde uzay seyahatleri yapabiliyorlardı. Bu nedenle Marduk gezegeni Dünya’ya yaklaşana kadar beklediler. Belirli mesafeye gelince de, takriben 400 bin yıl önce Dünya’ya altın çıkarmak üzere 50 kişilik bir ekip gönderdiler. (Kurân’da geçen Zülkarneyn’in kıssasını andırıyor, öyle değil mi?)
Bu ekibin Dünya’ya ilk iniş noktası Mezopotamya’da Dicle ve Fırat Nehirlerinin birleştiği üçgendi. Bu bölgeye ‘Sippar’ adını verdiler. İlk yerleşimlerini ve şehirlerini burada kurdular. Uzay araçları için iniş, kalkış tesislerini inşa ettiler. Bu bölge o zamanlarda petrol bakımından çok zengindi ve petrol yüzeyden akıyordu. Herhangi bir kuyu açmaya gerek olmaksızın yüzey petrolü direk kullanılabilir haldeydi.
Dünya’ya ilk gelen ekibin başı Enki’ydi. Dünya kumandası ona verilmişti. Ancak daha sonra, Anunnakilerin üst mercilerin kararı ile Dünya kumandanlığı için Enlil Dünya’ya gönderildi. Enlil, Enki’nin kardeşi idi. Enlil, tüm Dünya topraklarından, Enki de denizlerden sorumlu oldu. Bu kararlardan memnun olmayan Enki ile Enlil arasında bir düşmanlık ve çekişme ortamı oluştu. İlk gelen ekip Mezopotamya’da yerleşimi sağlayıp, bu bölgede sahip oldukları teknolojik aletler ile altın çıkarmaya başladılar. Daha sonra 50 kişilik kafilelerle başkaları da geldi. Dünya’da oluşan bu topluluğa "Anunnaki" adı verildi. Zamanla Dünya’ya gelen Anunnakilerin sayısı 600 kişiyi buldu.
Sümer kayıtlarına göre, Anunnakilerin erkeklerinin boyu, 3–5 metre idi. Onların gezegenlerinin Güneş çevresindeki turu 3600 yıl sürdüğü için, onların bir yılı, bizim 3600 yılımızdı. Dolayısıyla onların yaşam süreleri Dünya insanından çok uzundu. Dünya’ya gelen Anunnakiler ya da Nefilimler, dev insanlar olmanın yanında, çok uzun yaşadılar. Anunnaki, Dünya’da, takriben 13.000 yıl önce olduğu tahmin edilen Nuh Tufanına kadar kaldılar. Nuh Tufanının başlaması ile birlikte Dünya’yı terk ettiler.
Yine Sümer kayıtlarında belirtildiği üzere, Anunnakiler, Nuh Tufanı’nın olacağını önceden biliyorlardı. Fakat kendilerinden sonra Dünya üzerinde bir insan varlığının kalmasını istemedikleri, aksine yok olmasını istedikleri için bu sırrı insanlara açıklamıyorlardı. Hatta kendi aralarında toplanarak bu sırrı insanlara açıklamamak için yemin etmişlerdi. Kendisine zorla yemin ettirilenlerden birisi de Enki’ydi. Fakat Enlil’in kardeşi Enki, insanlara acıyor, onların yok olmasını istemiyordu. Fakat kendisine zorla ettirilen yeminini de bozamıyordu. Kendince buna bir orta yol buldu. Bu sırrı insanların yüzüne karşı söylemeyecek, bir perde arkasından konuşacaktı. Enki, aralarında yakın dostluk olan, Şuruppak’ın hükümdarı olan Utnapiştim’i tapınağa çağırarak kendisi ile sazdan yapılmış bir perdenin arkasından konuşarak, tufan hakkındaki gizli bilgiyi bildirir. Bu tufanda insanoğlunun tümünün yok olmaması için suda yüzecek bir gemi yapmasını söyler. Buna cevaben Utnapiştim, gemi yapmasını bilmediğini ifade eder. Enki, Utnapiştim’e yapılacak geminin tarifini yapar, ölçülerini ve nasıl yapılacağını anlatır.
Akkadündca metinlerin anlatımına göre, Enki’nin tarifini yaptığı gemi, “üstü ve altı kapalı, etrafı su geçirmeyecek şekilde sert katran ile kaplanmış, güvertesi olmayan” bir gemidir. Enki, ayrıca geminin dönüp yuvarlanabilen bir gemi olmasını ister. Yani inşa edilen gemi bugüne kadar söylenenler gibi su üzerinde yüzen bir gemi olmayıp, bir denizaltıdır. Enki, Utnapiştim’e bu gemiyi 7 günde yapmasını ve belirlenen canlı çiftlerini içeriye aldıktan sonra, kendisinin de Anunnailerin Dünya’dan kaçmak için kullanacakları araçlarının kalkıştaki seslerini duyar duymaz gemiye binip kapaklarını kapatmasını tembih eder. Zira onlar tufanın başlayacağı günü ve saati önceden bilmektedirler.
Tufanın olduğu dönem buzul çağının sonudur. Buzul nedeniyle bütün sular çekilmiş, korkunç bir kuraklık ve kıtlık vardır. Bütün yeşillikler kurumuş, insanlar açlıktan ölmektedir. Bununla beraber Enlil ve grubu, insanlara eziyet etmekte ve insanların topluca yok olması için tufanı insanlardan saklamaktadırlar. Nuh’un bu ortamda gemiyi gizlice yapmak imkânı olmadığı gibi sır olması nedeniyle gelecek tufandan kurtulmak için yaptığını da söylemesi söz konusu değildir. Bu nedenle halkına, Enlil’in gazabından kurtulup, bu diyardan gitmek ve Enki’ye sığınmak için bir gemi yapmak zorunda olduğunu söyleyerek, halkını ikna eder ve halkının bir kesiminin yardımı ve çok sıkı çalışması ile gemisini tufan başlamadan önce bitirir. Enki’nin verdiği programa göre söylenen günde tufan başlar ve gemi sulara dalar. Bundan sonrası, Tevrat ve Kurân’da anlatılan olaylara benzer şekilde gelişir. Tufanın oluş sebebi olarak da Marduk Gezegeni’nin Dünya yörüngesine yaklaşmasıyla meydana gelen büyük çekim gücüyle buzulların büyük parçalar halinde kırılarak suya dönüşmesi gösterilir.
Buraya kadar anlatılanlar, Sümer ve Babil Tabletlerindeki kayıtlardır. Nuh Tufanı ile ilgili olanlar, eski Tevrat ve İncil’le büyük oranda uyum içinde olup, Kurân’la da farklı ifadelerle de olsa kısmen uyuşmaktadır. Ancak yaratılışla ilgili olanlar, Kuran’la ters düşmektedir. Kuran’da insanı yaratan Allah’tır. Sümer tabletlerine göre ise, bugünkü insan, uzaylı bir ırk tarafından bir nevi klonlama ile ortaya çıkmıştır. Yine Kuran’a göre, Nuh Tufanını Nuh’a haber veren ve gemi yapmasını söyleyen Allah’tır.
Nefiller, Tevrat’taki yeryüzüne düşürülmüş olan ilahî varlıklarla insan kızlarının cinsel ilişkilerinden doğan çocuklara verilen addır. Septuaginta’da "devler" diye geçer. Bunlar, iri ve güçlü insanlardı.
İbranice “nefilim” sözcüğü, “düşmüş kimseler” anlamına gelir. Onlar zorbadır. Aynı kelime, daha sonraki dönemlerde Kenan ülkesinde yaşamlarını sürdüren savaşçı devler için de kullanılmıştır. Dolayısıyla Tanrı oğulları, yani Tanrı’dan korkan ailelerden yetişmiş kişiler tanrısız ve günahkâr insan kızlarıyla izdivaç ettiğinde soyları, “kahramanlar” ya da “ünlü kişiler” olarak bilinmiştir.
Yaradılış’ta yalnız birkaç satırda adı geçen ve "Tanrı’yla birlikte yürüdüğü" söylenen Enoch’un, aslında son derece ilginç bir hikayesinin olduğunu ve Tevrat’tan çıkarılan bu parçaların "Nefilim" sözcüğüne de açıklık getirdiğini fark ediyoruz. Boşluklar Enoch’un Kitabı’nda yazanlarla doldurulduğunda, 6. bâbın aynı satırında sözü edilen "..İnsan’ın kızlarını gördüler ve onlar güzeldi. Onları kendilerine eş seçip onlardan çocuk sahibi oldular." ifadesi de anlamlı hale geliyor. Hıristiyan ilahiyatçıları, dilbilimcileri ve tarihçileri yıllardır uğraştıran "Tanrı’nın oğulları" ile insanın kızları arasındaki ilişki, Tevrat’ta yalnızca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Enoch’un Kitabı’nı okuduğumuzda, bunun müthiş sonuçlar doğuran bir olay olduğu çıkıyor ortaya. Evinden, ailesinden ayrılan ve "Tanrı katında" yaşamını sürdüren Enoch, anlatısında "Gözcülerden" söz ediyor. Bunlar, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkinin bazen "ara halkası" olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varlıklar.
Enoch’un ayrıntılı olarak anlattığı hikayede, bir gün bunlardan birinin dünya üzerindeki "gözcülük" görevi sırasında "insan kızları"nı arzuladığı ve bu fikrini diğer "Gözcü"lere de söylediği belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim - "yukarıdan inen") aralarında karar alıyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kızlarıyla sevişip onlardan birer eş alacak ve bu bir sır olarak kalacak. Çünkü öğreniyoruz ki, yapılan aslında "yasak". Sonuçta bu birleşmeden "melez" çocuklar doğuyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sağlıksız, vahşi, garip yaratıklar oluyorlar. Diğer yandan, "insan kızlarıyla" birlikte oldukları süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktarıyor, bir şeyler öğretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasağı çiğnemek anlamına geliyor.[SUP][44][/SUP] (Harut ve Marut olayıyla da ilişkisi olabilir mi?)
Buraya kadar anlatılanlar, Kurân’ın dışındaki kaynaklar. Peki Kurân ne diyor bu uzun boylu devler / Nefilimler hakkında? Yukarıda bahsedilen bu varlıklar, kimilerine göre cinlerdir: Hanok’un Kitabı’nın Kumran mağaralarında bulunan Aramice orijinalinde; İblis’in, "düşmüş melekler" olarak yutturmaya çalıştığı cinlerden 19 yardımcısı, isimleriyle sayılmaktadır. Ayrıca cinlerden olup, İblis’i, Allah’a tercih eden bu varlıkların, insan kızlarıyla birleşerek "devler"i (kimilerine göre Yecüc ve Mecüc’ü) oluşturduğu ifade ediliyor:
"..Bütün bunlar (19 İblis’e tabi cin), seçtikleri arasında kendilerine eş seçtiler, onların yanına gitmeye başladılar ve onlarla kendilerini kirlettiler. Onlara büyücülük ve sihirbazlık öğretmek için ...onlardan hamile kalıp ‘devler’i doğurdular."
Nitekim Kurân, bu konuya şöyle ışık tutmaktadır: O gün (Allah) onların hepsini toplar: "Ey cin topluluğu, siz insanlardan kendinizi çoğaltmak istediniz." (Bunun üzerine) onların (cinlerin), insanlardan dostları olan kimse dedi ki: "Rabb’imiz, bazımız, bazımızdan yararlanıp, bizim için takdir ettiğin süreye ulaştık." (Allah) dedi ki: "Allah’ın dilediklerinin dışında, onların barınağı ateştir ve orada kalıcıdırlar. Muhakkak senin Rabb’in Hakim’dir, Alim’dir." (Enâm Sûresi, 128)
Ayrıca kitapta anlatılan Meleklerin bir türü olan "seraphim"ler var; Ateşten yaratılmış Melek ırkı - onların evlatlarının tümüne cin ismi veriliyor. Ama yeryüzüne inen bu evlat durumunda olan meleklerin eşleri yok ve baba olma şansları da yok. Çünkü ebedi alemde varlıksal boyuttalar. Bu yüzden dünyaya gelerek - ademoğullarıyla karışarak devlerin dünyaya gelmesine neden oluyorlar. Hem kendilerinin farklı yapıda üstün olacaklarını düşünüyorlar hem de babalık duygusunu tatmak istiyorlar. Bu sebepten dolayı da "Nuh Tufanı" yaşanıyor ve dünyadan kötü canlıların tümü kaldırılıyor.
İbranicede "yanmak" anlamına gelen "saraph", kelime kökünden türetilmiştir. Bir diğer olasılık da, "saraph" kelimesinin fiil halinden değil de isim halinden türemiş olabileceğidir. "Serpent" anlamındadır. 6 kanatlı, Tanrı’nın tahtını korumakla görevli ve Tanrının sesini taşıdığına inanılan yaratıklardır. İnsanların seraphimlere bakarlarsa, seraphimlerden yayılan parlak ışık yüzünden yanarak öleceğine inanılır. Kanatlarından bir çifti uçmak için, ikinci çifti gözlerini kapatmak için ve diğer çift de ayaklarını örtmek içindir. Daha sonraları, İbrani ahitlerinde "cherubim" ve "ophannim" ile bağdaştırılmışlar. Seraphimlerin görsel yaratımında mitolojik köken olarak Hindu nagalarına bakmak gerekir, görüntü ve sembol olarak kökleri nagalardan gelir. Dünyanın oluşumunun ilk çağlarında kaplı olduğu inanılan siyah, çamurlu suyu ateşleriyle kuruttukları söylenir. Kabbalistik inanış hiyerarşisinde seraphim, 5. sephirah’la yani "geburah" ile eş değerdir. Yeni Ahit’te ise melekleştirildikleri görülür. Muhtemelen, eski ahitteki hiyerarşik karmaşayı basite indirgemek için yapılmış olsa gerektir.