14- Hakîkî bir müslimân olmanın şartları

HASAN CAN

Active member
HAKÎKÎ BİR MÜSLİMÂN OLMANIN ŞARTLARI
İslâm kelimesi, arabca (Nefsini teslîm etmek, boyun eğmek, selâmete ulaşmak) ve aynı zemânda (sulh) ma’nâlarına gelir. İmâm-ı a’zam “rahime-hullahü teâlâ”, (Allahü teâlânın emrlerine teslîm olmak ve boyun eğmek) diye ta’rîf etmişdir.
Yukarıda zikr edilen ta’rîfler, dikkat ile incelenirse, iyi bir müslimânın nasıl olacağı, kendiliğinden meydâna çıkar. Bunları bir kerre dahâ tekrâr edelim:
Bir müslimân, herşeyden önce bedenen ve rûhen temizdir.
Evvelâ beden temizliğini anlatalım:
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde çeşidli yerlerde meâlen, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Müslimânlar, câmi’lere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslimânın evinde hamamı vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrob ve hastalık bulunmaz.
Fransızların dünyâya övündükleri Versay serâyında bir hamam yokdur.
Orta çağda, Parisde oturan bir Fransız, sabâhleyin kalkdığı zemân, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yapdığı pislik ile içme suyu şişesini berâberinde Sen (Seine) nehrine götürür, o nehrden evvelâ içmek için su alır. Sonra pisliğini nehre dökerdi. Bu satırlar “İçme Suyu” (L’Eau Potable) adlı bir Fransız eserinden aynen alınmışdır. Kanûnî Sultân Süleymân zemânında İstanbula gelen bir Alman râhibi, tahmînen 967 [m. 1560] târîhinde yazdığı bir eserde: (Buradaki temizliğe hayrân oldum. Burada herkes günde beş def’a yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yokdur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binâlar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pisdir, yıkanmasını bilmezler) demekdedir. Avrupada yıkanmak ancak asrlardan sonra müslimânlardan öğrenilmişdir.
Bugün ise, müslimân diyârları denilen yerlerde seyâhat eden yabancılar, neşr etdikleri kitâblarda: (Bir doğu memleketine gitdiğimiz zemân evvelâ burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor.
 

HASAN CAN

Active member
Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslimânların iddi’â etdikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor) demekdedirler. Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamakdadır. Fekat bunda kabâhat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esâsının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakîrlik, pis olmak için bir ma’zeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yokdur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslimân, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zemân, başka milletler, müslimân memleketleri ziyâret etdiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslimânlarda olduğu gibi, temizliğine hayran kalırlar.
Hakîkî müslimân, hem temiz olur, hem de, sıhhatine çok dikkat eder. Bir zehr olan alkollü içkileri içmez. Çeşidli tehlükeleri ve zararları olduğu için men’ edilen domuz etini yimez. Livâta yapanlarda yeni keşf edilen (Aids) ismindeki sârî ve öldürücü hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tesbît edilmişdir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, tıb bilgisini çeşidli şekllerde medh buyurdu. Meselâ, (İlm ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi). Ya’nî ilmler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emr etdi. İslâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeği emr ediyor. Çünki, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmekdir. Bunlardan birincisi önce gelmekdedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmişdir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur’ân-ı kerîmin tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerîmeler gösterilerek isbât edilmekdedir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rûm imperatörü Heraklius ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir def’a, Heraklius birçok hediyye göndermişdi. Bu hediyyelerden biri de, bir doktor idi.
 

HASAN CAN

Active member
Doktor gelince, (Efendim! İmperatör hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım!) dedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçdi. Hiç bir müslimân, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içdim, râhat etdim. Artık gideyim) diye izn isteyince, Peygamberimiz, (Sen bilirsin. Eğer dahâ kalırsan, müsâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslimânların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünki, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermişdir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu.
Bunu söylemekle müslimân hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fekat sıhhatine ve temizliğe i’tinâ eden bir müslimân, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm hakdır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecekdir. Fekat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak müslimânlıkda emr edilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur.
Hıristiyanlığın en revaçda olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslimânlardı ve Avrupalılar Endülüse tıb tahsîl etmeğe gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslimân Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1211 [m. 1796] da bu aşıyı Avrupaya götürdü ve haksız olarak (Çiçek aşısını bulan kimse) ünvânını aldı. Hâlbuki, tâm bir zulmet diyârı olan o zemânki Avrupada insanlar, hastalıkdan kırılıyordu. Fransa kralı Onbeşinci Louis 1774 de çiçekden öldü. Avrupa uzun zemân vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon (Napoléon) 1212 [m. 1798] de Akkâ kal’asını muhâsara etdiği zemân, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslimân Türklerden yardım istemek zorunda kalmışdı. O zemân yazılan bir Fransız eserinde şöyle demekdedir: (Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ düâ etdiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıtdılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkin olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh etdiler. Hastaların elbiselerini yakdılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrâr ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrâr düâ ederek ve bizden hiç bir ücret veyâ hediyye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar.)
 

HASAN CAN

Active member
Demek oluyor ki, iki asr evveline kadar garblılar hastalıklara karşı temâmen çâresizdi ve ancak sonradan müslimânlardan öğrenerek ve tecribeler yaparak [Kur’ân-ı kerîmde emr olunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıb ilmini öğrendiler.
Rûh temizliğine gelince, müslimân, muhakkak güzel ahlâklı ve fazîletli olmalıdır. İslâm dîni, başdan başa ahlâk ve fazîletdir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emr etdiği iyilik, adâlet, cömerdlik, aklları şaşırtacak derecede yüksekdir. Ondört asrlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermişdir. Sayılamıyacak kadar çok vesîkalardan hâtıra gelen bir dânesini bildirelim:
Bursa müzesi arşivinde, ikiyüz sene öncesine âid bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir arsaya müslimânlar câmi’ yapıyor. Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız dediklerinde, iş mahkemeye intikâl ediyor. Arsanın yehûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkeme câmi’in yıkılmasına, arsanın yehûdîlere verilmesine karar veriyor ve hükm yerine getiriliyor. Adâlete bakınız!
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İyi huyları temâmlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim). Bir hadîs-i şerîfde, (Îmânı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır) buyuruldu. Îmân bile, ahlâk ile ölçülmekdedir.
İslâmiyyetde rûh temizliği esasdır. Yalan söyliyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulm eden, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmiyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfe’atini düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin, hakîkî bir müslimân sayılmaz. Mâ’ûn sûresinin ilk üç âyetinde meâlen, (Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi, öksüzü incitip hakkını gasbeden, fakîri doyurmayan ve başkalarını da fakîre iyiliğe teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü?) buyurulmuşdur. Bu gibi kimselerin ibâdeti kabûl olunmaz. İslâm dîninde yasaklardan, harâmlardan sakınmak, emrleri, farzları yapmakdan dahâ önce gelmekdedir. Hakîkî bir müslimân, her şeyden önce, tâm ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmişdir).
Müslimân son derece mütevâzi’ [alçak gönüllü]dür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder.
Müslimân vakûrdur, kibârdır. Âilesini ve vatanını sever.
 

HASAN CAN

Active member
Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Vatan sevgisi îmândandır) buyurmuşdur. Bunun için, vatanına saldıranlara karşı hükûmet harb ederken, seve seve askerlik vazîfesini yapar. Yukarıda bahs etdiğimiz 1560 târîhli bir Alman râhibi tarafından yazılan eserde şöyle denilmekdedir: (Müslimân Türklerin niçin her seferde bizi yendiklerini şimdi anladım. Burada bir gazâ olduğu zemân, Müslimânlar derhâl silâhlarına sarılıp, vatanları ve dinleri uğruna seve seve çarpışmakda ve ölmekdedirler. Gazâda ölenlerin Cennete gideceklerine inanıyorlar. Hâlbuki bizde bir harb ihtimâli olunca, herkes askere gitmemek için saklanacak yer arar. Zorla askere alınanlar ise, isteksiz döğüşürler).
Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kur’ân-ı kerîmde ne güzel açıklanmakdadır: Fürkân sûresinin 63-69. âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Rahmânın [ya’nî kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın fazîletli] kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakâr ile yürürler. Câhiller kendilerine sataşdığı zemân onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler söyliyerek doğruluk ve tatlılıkla günâhdan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyâm ederek [ya’nî nemâz kılarak] gecelerler. [Ona hamd ederler.] Onlar (Rabbimiz Cehennem azâbını bizden uzaklaşdır. Doğrusu Onun azâbı devâmlı ve acıdır, orası şübhesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir durakdır) derler. Onlar sarf etdikleri zemân, ne isrâf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allahın harâm etdiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. [Ancak suçluları cezâlandırırlar.] Zinâ etmezler). Ve 72-74. âyetlerinde, ([Allahü teâlânın sevdiği, fazîletli kullar], Yalan yere şehâdet etmezler. Fâidesiz ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle fâidesiz veyâ güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakârla uzaklaşırlar. Kendilerine Allahın âyetleri hâtırlatıldığı zemân, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, (Yâ Rabbî, bize zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak sâlih kişiler ihsân et! Bizi, Allaha karşı gelmekden sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar) buyurulmuşdur.
Bundan başka, Sâf sûresinin ikinci ve üçüncü âyetlerinde meâlen, (Ey îmân edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz? Yapamadığınız şeyi yapdık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebeb olur) buyurulmuşdur ki, bu da, bir insanın yapamıyacağı bir şeyi va’d etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermekdedir.
Hakîkî müslimân, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine, memleketin büyüklerine ve kanûnlara karşı son derecede saygılıdır.
 

HASAN CAN

Active member
Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak fâ’ideli şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez.
Hakîkî müslimân, ibâdetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veyâ yasak ortadan kalksın diye yapmaz. İbâdetini, büyük bir arzû, istek, sevgi ile yapar. Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok sevmek demekdir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona olan sevgimizi isbâtlıyacak bir şeklde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği ni’metler o kadar çokdur ki, Ona olan şükrân borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibâdet ederek ödemeğe çalışmalıyız. İbâdetin, muhtelif nev’leri vardır. Bir kısmı, yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdetde kusûr edenleri belki afv eder. Başkasının hakkına ri’âyet etmek de ibâdetdir. Başkalarına fenâlık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sâhibleri afv etmedikçe asla afv etmez.
Aşağıdaki hadîs-i şerîfler, meşhûr (Mişkât-ül-mesâbih)[1] kitâbının fârisî şerhi olan (Eşi’at-ül-lemeât) ın dördüncü cildinden alınmışdır:
1 — İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez.
2 — Zulme mâni’ olarak, zâlime de mazlûma da yardım ediniz!
3 — Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu halâl ve onda biri harâm olsa, bu gömlekle kılınan nemâzı, Allahü teâlâ kabûl etmez.
4 — Müslimân, müslimânın kardeşidir. Ona zulm etmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmûsuna zarar vermesi harâmdır.
5 — Allaha yemîn ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe îmânı temâm olmaz.
6 — Allaha yemîn ederim ki, kötülüğünden komşusu emîn olmıyanın, îmânı yokdur. [Ya’nî, hakîkî mü’min değildir.]
7 — Kalbinde merhameti olmıyanın îmânı yokdur. [Ya’nî kâmil değildir.]
8 — İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder.
9 — Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmıyan, bizden değildir.
[1] Mişkâtın müellifi Veliyyüddîn Muhammed, 749 [m. 1348] da vefât etdi.
 

HASAN CAN

Active member
10 — İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyârlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasîb eder.
11 — Allahü teâlânın sevdiği ev, yetîm bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir.
12 — Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyâda ve âhiretde yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyâda ve âhiretde cezâlandırır.
13 — Din kardeşinin aybını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, islâmiyyetden önce arabların yapdıkları gibi, diri gömülen kızı mezârdan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir.
14 — İki arkadaşdan Allahü teâlâ indinde dahâ iyi olanı, arkadaşına iyiliği dahâ çok olanıdır.
15 — Bir kimsenin iyi veyâ kötü olduğu, [müslimân] komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır.
16 — Çok nemâz kılan, çok oruc tutan, çok sadaka veren, fekat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Nemâzı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmiyenin yeri Cennetdir.
17 — Allahü teâlâ, dünyâlığı, dostlarına da düşmanlarına da vermişdir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermişdir. [İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca, îmâna kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmakdadır.]
18 — Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevâbları, kıyâmet günü o kimseye verilir. İbâdetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günâhları buna verilir.
19 — Allahü teâlâ indinde günâhların en büyüğü, kötü huylu olmakdır.
20 — Bir kimse, sevmediği birisine belâ, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belâyı verir.
21 — İki kişi mescide gelip nemâz kıldılar. Kendilerine birşey ikrâm edildi. Oruclu olduklarını söylediler. Konuşdukdan sonra, kalkıp giderlerken, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunlara, (Nemâzlarınızı tekrar kılınız ve oruclarınızı, tekrar tutunuz! Çünki konuşurken bir kimseyi gıybet etdiniz. [Kusûrunu söylediniz.] Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâbını giderir) buyurdu.
22 — Hased etmeyiniz! Ateş odunu yok etdiği gibi, hased de insanın sevâblarını giderir. [Hased, kıskanmak, çekememek demekdir. Ya’nî, Allahü teâlânın birisine vermiş olduğu ni’metin ondan gitmesini istemek demekdir.
 

HASAN CAN

Active member
Ondan gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, hased olmaz. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek, (Gayret) ve (Hamiyyet) olur.]
23 — İyi huylu kimse, dünyâda ve âhiretde iyiliklere kavuşacakdır.
24 — Allahü teâlâ, dünyâda güzel sûret ve iyi huy ihsân etdiği kulunu, âhiretde Cehenneme sokmaz.
25 — Ebû Hüreyreye (İyi huylu ol!) buyurdu. İyi huy nedir deyince, (Senden uzaklaşana yaklaşıp nasîhat et ve sana zulm edeni afv et ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!) buyurdu.
26 — Kibrden, hıyânetden ve borçdan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennetdir.
27 — Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” borçlu olan birinin cenâze nemâzını kılmak istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî “radıyallahü anh”, onun borcunu, havâle yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenâze nemâzını kılmağı kabûl buyurdu.
28 — Zevcelerinizi döğmeyiniz! [Onları üzecek söz ve hareketlerde bulunmayınız!] Onlar, sizin köleniz değildir.
29 — Allahü teâlâ indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim.
30 — Îmânı üstün olanınız, huyu dahâ güzel ve zevcesine dahâ yumuşak olanınızdır.
Yukarıda yazılı hadîs-i şerîflerin çoğu, büyük islâm âlimi, İbni Hacer-i Mekkînin “rahmetullahi aleyh”[1] (Zevâcir)inde, (ihtikâr)dan önce yazılıdır. Bunlar, güzel islâm ahlâkının kaynağıdırlar. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîflerden, çeşidli hükmler çıkarmışlardır. Bu hükmlerin birkaçı şunlardır.
1 — Dâr-ül-harbe, ya’nî kâfirlerin memleketine giden müslimânın, onların mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırması, orada hırsızlık yapması harâmdır. Onların kanûnlarına karşı gelmemeli, alış-verişde ve nakl vâsıtalarında hîle ve hıyânet yapmamalıdır.
2 — Kâfirin malını almak, kalbini kırmak, müslimânın malını almakdan dahâ büyük günâhdır. Hayvan hakkı, insan hakkından ve kâfirin hakkından dahâ büyük günâhdır.
3 — Başkasının malını ondan iznsiz alıp, kullanıp, zarar yapmadan yerine bırakmak harâmdır.
[1] İbni Hacer, 974 [m. 1566] de vefât etdi.
 

HASAN CAN

Active member
4 — Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeği bir sâat gecikdirirse, zâlim ve âsî olur. Her an la’net altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günâhdır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Değeri düşük olan para veyâ işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi istemiyerek alırsa, yine günâh olur. Onu râzı etmedikçe, gönlünü almadıkça günâhdan kurtulamaz.
İslâm âlimleri, islâm dîninin emr etdiği güzel ahlâkı, 1400 seneden beri, hep anlatmışlar ve kitâblarında yazmışlardır. Böylece, islâm dîninin bildirdiği güzel huyları gençlerin kafalarına, kalblerine yerleşdirmeğe çalışmışlardır. Güzel ahlâkı yayan sayısız kitâblardan biri, misâl olarak aşağıda yazılıdır.
Derin islâm âlimi, büyük velî, ikinci bin yılın müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin “rahime-hullahü teâlâ” (Mektûbât) kitâbı çok kıymetlidir. Osmânlı devletinde islâm medreselerinin en yükseği olan (Medreset-ül-mütehassısîn)de tesavvuf müderrisi [profesörü] olan Seyyid Abdülhakîm Efendi “rahime-hullahü teâlâ”, çok kerre (İslâm dîninde, Mektûbât kitâbı kadar kıymetli hiçbir kitâb yazılmamışdır) ve (Allahın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmden ve Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinden sonra, en kıymetli, en üstün kitâb, imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât) kitâbıdır) buyurmuşdur. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” 971 [m. 1563] de Hindistânda Serhend şehrinde doğmuş, 1034 [m. 1624] de orada vefât etmişdir. Abdülhakîm efendi, 1281 [m. 1865] de Vanda tevellüd, 1362 [m. 1943] de Ankarada vefât etmişdir. Bağlumda medfûndur.
(Mektûbât)ın birinci cild, yetmişaltıncı mektûbunda buyuruluyor ki:
Sûre-i Haşrin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün getirdiği emrleri alınız, itâ’at ediniz! Nehy, men’, yasak etdiği şeylerden sakınınız!) buyurulmuşdur. Dünyâda felâketlerden, âhiretde azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır: Emrlere sarılmak ve yasaklardan sakınmakdır. Bu ikisine islâmiyyete uymak denir. Bu ikisinden en büyüğü, dahâ lüzûmlusu, ikincisidir ki, buna (Vera’) ve (Takvâ) denir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, birisinin çok ibâdet etdiğini, çok uğraşdığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, (Hiçbirşey, vera’ gibi olamaz!) buyurdu. Ya’nî, yasaklardan sakınmak, dahâ kıymetlidir buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Dîninizin direği vera’dır) buyurdu. İnsanların meleklerden dahâ üstün olabilmesi, vera’ sâyesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sâyededir. Melekler de, emrlere itâ’at etmekdedir. Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, vera’a sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden dahâ lüzûmludur.
 

HASAN CAN

Active member
İslâmiyyetde en kıymetli şey, takvâdır. Dînin temeli, takvâdır. Vera’ ve takvâ, harâmlardan kaçınmak demekdir. Harâmlardan temâmen kaçınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçınmalıdır. Mubâhları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubâh, ya’nî İslâmiyyetin izn verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmağa başlar. Şübheliler ise, harâm olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvân gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, birgün uçuruma düşebilir. Vera’ ve takvâyı tâm yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmağa niyyet etmelidir. Mubâhların fazlasından temâmen kaçınabilmek, her vakt ve hele bu zemânda, hemen hemen mümkin değildir. Hiç olmazsa, harâmlardan kaçınmalı, mubâhların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmağa çalışmalıdır. Mubâhlar, lüzûmundan fazla işlendikde, pişmân olup tevbe etmelidir. Bu işleri, harâm işlemeğe başlangıç bilmelidir. Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalıdır. Bu pişmânlık, tevbe ve yalvarmak, belki mubâhların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin âfetinden, zararından korur. Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki, (Günâh işleyenlerin, boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından dahâ iyidir).
Harâmlardan kaçınmak da, iki dürlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günâhlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günâhlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, dahâ mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtâc değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtâc oldukları gibi, cimridirler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce halâllaşsın, ödesin! Zîrâ âhiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecekdir).
[İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”[1] (Dürr-ül-muhtâr) kitâbını açıklarken, nemâza niyyet bahsi, ikiyüzdoksanbeşinci sahîfede buyuruyor ki, (Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını afv etmezse, bir dank hak için, cemâ’at ile kılınmış kabûl olmuş yediyüz nemâzı alınıp, hak sâhibine verilecekdir). Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüşdür].
[1] Muhammed ibni Âbidîn, 1252 [m.1836] da Şâmda vefât etdi.
 
Üst Alt