173- Ahkâm-ı islâmiyyesiz evliyâlık olmaz. 2.Cild 46.cı mektûb

HASAN CAN

Active member
İKİNCİ CİLD, 46. cı MEKTÛB Bu mektûb, mevlânâ Hamîd-i Bengâlîye gönderilmiş olup, Kelime-i tevhîdin üstünlüklerini ve islâmiyyetsiz Evliyâlık olamıyacağını bildirmekdedir:
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Bu güzel kelime, zılleri, hakîkati ve islâmiyyeti içinde taşımakdadır. Sâlik, nefy [ya’nî (Lâ)] makâmında bulundukca, tâlib [yolcu] mertebesindedir. (Lâ)yı temâmlayıp, Allahü teâlâdan başka hiçbirşey görmeyince, yolu temâmlamış ve (Fenâ) makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra, isbât makâmına [ya’nî (İllallah) diyerek sülûkden cezbeye geçince, hakîkat mertebesine] gelir ve (Bekâ) hâsıl olur. Bu nefy ve isbât ile [(Lâ ilâhe) ve (İllallah) demekle] ve yolculuk ve hakîkat ile ve bu Fenâ ve Bekâ ile ve bu sülûk ve cezbe ile, (Vilâyet) [Evliyâlık] ismine kavuşur. Nefs, emmârelikden kurtulup, itmînâna kavuşur. Müzekkâ ve mutahhar olur [temizlenir]. Demek ki, Evliyâlık, bu güzel kelimenin ilk yarısı olan (Nefy ve isbât) sâyesinde ele geçmekdedir. Bu kelimenin ikinci kısmı, Peygamberlerin “aleyhi ve aleyhimüssalevât” sonuncusunun, Peygamber olduğunu göstermekdedir. Bu ikinci kısm, islâmiyyeti hâsıl etmekde ve kemâle getirmekdedir. Seyrin başlangıcında ve ortasında hâsıl olan islâmiyyet, islâmiyyetin sûretidir. İsm ve şeklden başka birşey değildir. İslâmiyyetin aslı, özü, vilâyet hâsıl oldukdan sonra ele geçer. Bu zemân, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât” tam izinde gidenlere, onlara mahsûs olan (Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olur. Vilâyetin iki parçası olan, yolculuk ve hakîkat, islâmiyyetin hakîkatini ele geçirebilmek için ve Kemâlât-i nübüvvete kavuşabilmek için, sanki iki şart gibidir. Vilâyet, sanki, nemâzın abdesti ve islâmiyyet, nemâz gibidir. İbtidâda, sanki hakîkî [görünen, maddî] necâsetler temizlenmekde, hakîkatde ise, hükmî [maddeli değil, görünmez] necâsetler temizlenmekdedir. Böyle tam tahâret sâyesinde, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa elverişli olur. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran mertebelerin en sonu olan nemâzı kılabilecek bir hâl alır. Nemâz dînin direğidir ve mü’minin mi’râcıdır. Nemâz kılabilecek şekle girer.
Bu güzel kelimenin, bu ikinci kısmını, sonsuz bir deniz gibi gördüm. Bunun yanında, birinci kısmı, bir damla gibi görünüyor. Elbet, Peygamberlik kemâlâtı yanında, Evliyâlık kemâlâtı hiçbirşey değildir. [Atomun, güneşe nazaran ağırlığı ne olabilir?.] Sübhânallah! Ba’zıları, şaşı gibi iğri görerek, Evliyâlığı, Peygamberlikden üstün sanmış ve özün özü olan islâmiyyeti, kabuk gibi görmüş. Ne yapsınlar, islâmiyyetin yalnız sûretini, dışardan görebilmişler. Özü, kabuk sanmışlar. Peygamberlerin halk ile meşgûl olmalarını, noksânlık bilmişler. Bu meşgûllüğü, insanların birbiri ile görüşmeleri gibi sanmışlar. Evliyâlığı, Allahü teâlâya doğru ilerlemek olduğundan, dahâ üstün görmüşler. Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür demişler. Bunlar bilmiyor ki, kemâlât-i nübüvvetde de yükselirken, vilâyetde olduğu gibi, Allahü teâlâya doğru ilerlemek vardır. Hattâ, vilâyetdeki ilerleme, nübüvvetdeki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür. Nüzûl ederken [ya’nî geri inerken], vilâyetde de, nübüvvetde de, halk ile [mahlûklar ile] meşgûl olmak vardır. Fekat, bu meşgûl olmaklar birbirine benzemez. Vilâyetde, (Zâhir), [ya’nî beden ve his uzvları] halk ile olup, (Bâtın) [kalb, rûh ve diğer latîfeler] Allahü teâlâ iledir. Hâlbuki, Peygamberlikde, nüzûl ederken, zâhir de, bâtın da, hep halk ile meşgûl olur. Bütün varlığı ile, kulları Allahü teâlâya çağırmakdadır. Bu nüzûl, vilâyetdeki nüzûlden, dahâ tam ve kâmildir.
Bu büyüklerin halka teveccühleri, ya’nî halk ile görüşmeleri, halkın birbiri ile görüşmesi gibi değildir. Halk, birbiri ile görüşürken, birbirlerine, ya’nî Allahü teâlâdan başkasına, düşkün, bağlı bir hâldedir. Bu büyükler ise, halk ile görüşürken, bunlara bağlı değildir. Çünki, bu büyükler, dahâ ilk adımda, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlı olmakdan kurtulmuş, halkın Hâlıkına bağlanmışlardır. Bunların halk ile görüşmesi, halkı, Hakka doğru çekmek içindir. Allahü teâlânın beğendiği yola getirmek içindir.
 

HASAN CAN

Active member
Insanları, Allahü teâlâdan baska seylere kul, köle olmak-
dan kurtarmak için, onlarla görüsmek, kendini Hak ile bulundurmak için olan görüsmekden
elbet dahâ üstün, dahâ kıymetlidir. Meselâ, bir kimse, Allahü teâlânın
ismini söylerken, bir kör geçse ve önünde kuyu olsa ve bir adım atınca kuyuya düsecek
olsa, bu kimsenin, Allahü teâlânın ismini söylemege devâm etmesi mi efdaldir,
yoksa söylemegi bırakıp, körü kuyudan kurtarması mı kıymetlidir? Sübhesiz
körü kurtarması, zikr-i ilâhîden dahâ iyidir. Çünki, Allahü teâlânın, ona ve onun
zikrine ihtiyâcı yokdur. Kör ise muhtâc bir kuldur. Bunu zarardan kurtarmak lâzımdır.
Hele, kurtarmagı islâmiyyet de emr etdigi için, onu kurtarmak, zikrden dahâ
mühimdir. Çünki, emre de uyulmus olur. Zikr etmekde, yalnız Hak teâlânın hakkı
vardır. Onun emri ile körü kurtarmakda, iki hak yerine getirilmis olmakdadır.
Biri kul hakkı, biri de Yaratanın hakkı. Hattâ bu hâlde zikre devâm etmek, belki
günâh olur. Çünki zikr, her vakt iyi olmaz. Ba’zan, zikr etmemek güzel olur. Yasak
edilen günlerde ve harâm olan vaktlerde oruc tutmamak ve nemâz kılmamak,
oruc tutmakdan ve nemâz kılmakdan dahâ iyidir.
[Din düsmanları, müslimânlar egoist, hodbîn olur sanıyor. Cennet ni’metlerine
kavusmagı düsünür. Baskalarına iyilik etmegi düsünmez, diye iftirâ ediyor. Yukarıdaki
yazı, bu sözlerinin, yalan ve iftirâ oldugunu açıkca göstermekdedir].
(Zikr) demek, kendini gafletden kurtarmak demekdir. [(Gaflet), Allahü teâlâyı
unutmak demekdir.] Zikr, yalnız (Kelime-i tevhîdi) söylemek ve tekrâr tekrâr (Allah)
demek degildir. Her ne seklde olursa olsun, kendini gafletden kurtarmak,
zikr olur. O hâlde, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak, hep
zikrdir. Islâmiyyetin emrlerini gözeterek yapılan alısveris zikrdir. Islâmiyyete uygun
olarak yapılan nikâh, talâk [bosanma] zikr olur. Çünki, bunları yaparken,
emrlerin, yasakların sâhibi hep hâtırlanmakdadır. Ya’nî gaflet gitmekdedir. Su
kadar var ki, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları ile yapılan zikr, çabuk te’sîr eder
ve sevgisini hâsıl eder ve çabuk kavusdurur. Emrlere, yasaklara yapısmakla hâsıl olan
zikr, böyle degildir. Bununla berâber, böyle zikrlerden ba’zısının da, çabuk netîce
verdigi, pek az olarak görülmüsdür. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî buyurdu ki,
(Mevlânâ Zeyn-üd-dîn-i Taybâdî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” ilm ile Allahü
teâlâya vâsıl olmusdur). Bundan baska, ism ve sıfat ile yapılan zikr, islâmiyyete uymakla
olan zikre sebeb olur. Çünki, dînin sâhibini tam sevmedikce, her isde islâmiyyeti
gözetmek çok güc olur. Tam muhabbeti elde etmek için de, ism ve sıfatla olan
zikr lâzımdır. O hâlde, islâmiyyete uyarak zikr ile sereflenmek için, önce ism ve sıfatla
olan zikr lâzımdır. Evet, cenâb-ı Hakkın lutfü ve ihsânı ayrıdır. Hiç sebeb olmadan,
diledigini, diledigine ihsân eder. Nitekim Sûrâ sûresinde, onüçüncü âyet-i
kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, diledigini seçerek kendine kavusdurur) buyruldu.
[Mazher-i Cân-ı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Makâmât-i Mazheriyye)
deki onbirinci mektûbunda buyuruyor ki, (Üç dürlü zikr vardır:
1— Kalb karısmadan, yalnız dil ile söylemekdir. Bunun fâidesi yokdur.
2— Agızla söylemeyip, yalnız kalb ile yapılan zikrdir. Zikrin nasıl yapılacagı
(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) c.2, sh.113 de yazılıdır. Buna, tesavvufda (Zikr-i hafî)
denir. Bu da, yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi zikrdir. Yâhud, sıfatlarını düsünerek yapılır.
Ni’metleri de düsünülürse, buna (Tefekkür) denir.
3— Kalb ile ve dil ile birlikde zikrdir. Dil ile kendi isitecek kadar söylenirse,
islâmiyyetde (Zikr-i hafî) denir. Âyet-i kerîmede emr olunan, bu zikr-i hafîdir. Baskası
da isitirse (Zikr-i cehrî) denir. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i serîfler, zikr-i hafînin
zikr-i cehrîden efdâl oldugunu gösteriyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem”, hazret-i Alîye ögretdigi zikr-i cehrî, kendi isitecek kadar olan zikrdir ki,
hakîkatde, zikr-i hafî demekdir. Zikrden önce kapıyı kapatdırması da, böyle oldugunu
gösteriyor). (Tefsîr-i azîzî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Dehr sûresini
açıklarken diyor ki, (Zikr etmek, Allahdan baska seylerin sevgisini, onlara düskün
olmagı kalbden çıkarmak içindir. Kalbin mahlûklara baglılıgını yok etmek için en
iyi ilâcın zikr oldugu tecribelerle anlasılmısdır. Hadîs-i serîfde, (Zikr ederek,
kalblerinin yükünü hafîfletenlerin yolunda olunuz!) buyuruldu. Bunun için, (Allaha,
Allahü teâlânın sevgisine kavusmak için, kalbin mahlûklara olan baglantılarını
kesmek, onu dünyâ zevklerine düskün olmakdan kurtarmak lâzımdır. Kalbi kurtarmak
için de, zikrden dahâ fâideli bir ilâc yokdur) demislerdir). [Tesavvuf ehlinde
meshûr olan simâ’ ve raks iki nev’dir: Birincisi, kalbin ve nefsin fânî olmasından
sonra, cemâl veyâ celâl sıfatlarının tecellîsinde hâsıl olur ki, bunda aklın ve nefsin
müdâhalesi yokdur. Celâleddîn-i Rûmînin ve Sünbül Sinân efendinin zikr, simâ’
ve raksları böyle idi. Sâh-ı Naksibend “rahmetullahi aleyh” (Biz, bunu inkâr etmeyiz)
buyurdu. Ikincisi, ba’zı câhil ve gâfil tarîkatcıların, noksan akllarına ve azgın
nefslerine uyarak, bagırmaları ve zıplamalarıdır. (Biz, bunları yapmayız) buyurdu.]
Ra’d sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Biliniz ki kalbler, ancak Allahı zikr
etmekle itmînâna kavusur) buyuruldu. Itmînân, sükûn, râhat demekdir.
 

HASAN CAN

Active member
Harf-i
cerli olan zikr kelimesinin fi’lden evvel söylenmesi, hasrı ifâde eder. Ya’nî, itmînâna
ancak, yalnız zikr ile kavusulur denildi. Zikr, hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâyı
hâtırlamak, Onun ismini söylemekle veyâ çok sevdigi bir Velîsini görmekle
olur. Çünki, hadîs-i serîfde, (Onlar görüldügü vakt, Allah hâtırlanır) buyuruldu. Ismini
isitirken, söylerken, baska sey düsünülebilir. Onu hâtırlamak sübheli olur. Onu
devâmlı hâtırlamak için, hergün binlerce söylemek lâzım olur. Evliyâyı severek, inanarak
görünce, muhakkak hâtırlanacagı müjdelendi. Görmek göz ile oldugu gibi,
Velînin seklini, sûretini, kalbine, hayâline getirmekle de, görmüs gibi olup, Allahü
teâlâyı hâtırlamaga sebeb olur. Böyle, kalb ile görmege (Râbıta) denir ki, kalbi,
Allahü teâlâdan baska seyleri sevmekden, onları düsünmekden kurtaran vâsıtadır.
Yukarıdaki âyet-i kerîmede ve hadîs-i serîfde bildirilen temiz kalbe, ihlâsa kavusduran
yoldur. Evet, islâmiyyete yapısmak, ya’nî emrleri yapmak ve harâmlardan
sakınmak, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusdurur ise de, bunları
ihlâs ile yapmak sartdır. Hem islâmiyyete uymalı, hem de, ihlâs elde etmelidir.]
Yine sözümüze dönelim! Bu üçünün, ya’nî tarîkat, hakîkat ve islâmiyyetin dısında
baska sey de vardır ve bunun yanında, o üçünün hiç kıymeti yokdur. Hakîkat mertebesinde,
(Illallah) deyince hâsıl olan sey, bunun bir görünüsü, [hayâlidir] ve bu,
o görünenlerin, hakîkati, aslıdır. Nitekim, önce herkesde, islâmiyyetin sûreti vardır.
Tarîkat ve hakîkat hâsıl oldukdan sonra bu sûretin hakîkati hâsıl olur. Iyi düsünmeli,
öyle bir hakîkat ki, onun sûreti [görünüsü] hakîkat oluyor ve baslangıcı vilâyet
oluyor. Bu hakîkat, kelime ile anlatılabilir mi? Eger anlatılabilmis olsa, kim
ve ne anlıyabilir? Bu hakîkat, ancak ülül’azm [din sâhibi Peygamberler içinden, altı
dâne, en büyükleri] Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât
velberekât” pek az, hem de pek çok az bulunan vârislerine ihsân olunan bir hakîkatdir.
Ülül’azm Peygamberler az olunca, bunların vârisleri dahâ az olur.
Süâl: Yukarıda bildirilenlerden anlasılıyor ki, bu hakîkate kavusan ârif, islâmiyyetden
dısarı çıkmakdadır. Çünki, islâmiyyetin üstüne yükselmisdir.
Cevâb: Ahkâm-ı islâmiyye, zâhirin [görünen uzvların] yapacagı ibâdetlerdir. Bu
hakîkat ise, bu dünyâda bâtına [kalbe ve rûha] nasîb olmakdadır. Zâhir, her zemân,
ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmaga mecbûrdur. Bâtın da, o hakîkatin isleri ile mesgûl
olur. Bu dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır.
Ya’nî, bâtının ilerlemesi, zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uymasına baglıdır. O hâlde,
bu dünyâda, her zemân, zâhir de, bâtın da ahkâm-ı islâmiyyeye muhtâcdır. Zâhirin
isi, islâmiyyete uymak, bâtının isi de, islâmiyyetin meyvelerini, fâidelerini
toplamakdır. Islâmiyyet, bütün kemâlâtın kaynagı, bütün makâmların temelidir.
Islâmiyyetin, fâide, meyve vermesi, bu dünyâya mahsûs degildir. Âhıretin kemâlâtı
ve sonsuz ni’metleri de, islâmiyyetin netîceleri, meyveleridir. Görülüyor ki, islâmiyyet
öyle bir (Secere-i tayyibe) [mubârek agaç]dir ki, onun meyveleri ile, bütün
âlem, dünyâda da, âhıretde de fâidelenmekdedir.
Süâl: Demek ki, kemâlât-i nübüvvetde de, bâtın Hak ile, zâhir halk iledir. Baska
mektûblarda, Peygamberlik makâmında, zâhir de, bâtın da halk iledir ve insanları
bu sûretle da’vet etmekdedir deniyor. Bu iki sözü birlesdirmek nasıl olur?
Cevâb: Kemâlât-i nübüvvet dedigimiz, urûcda, yükselirken erisilen kemâlâtdır.
Peygamberlik makâmı ise, inisdedir. Yükselirken, bâtın Hak iledir. Zâhir halk ile
olup, halkın hakları, islâmiyyete uygun olarak ödenir. Nüzûlde ise, zâhir de, bâtın
da halk ile olup, zâhiri ve bâtını ile, onları Allahü teâlâya çagırmakdadır. O hâlde,
iki sözün arasında uygunsuzluk yokdur. Halkla olmak, Hak ile olmak demekdir.
Bekara sûresi, yüzonbesinci âyetinde meâlen, (Nereye dönerseniz, orada Allahü
teâlâyı bulursunuz!) buyuruldu. Fekat bu, mahlûklar Allah olur veyâ Allahü
teâlânın aynalarıdır demek degildir. Mümkin, hiç Vâcib olur mu? Mahlûk, hiç
Hâlık olur mu, Ona ayna olabilir mi? Belki, Vâcib, Mümkine ayna olur denebilir.
Evet, nüzûl ederken [geri inerken] esyâ, sıfât-ı ilâhiyyenin sûretlerine ayna olabilir.
Çünki, mahlûkların aynasında görülen, meselâ sem’, basar, ilm ve kudret, bu
mahlûkların aynası olan sem’, basar, ilm ve kudret sıfatlarının sûretleridir. Bunlar,
aynanın sıfatlarıdır ki, görünen mahlûklarda zuhûr etmekdedir. Aynada görülen
hayâller de aynanın sıfatlarının, eserlerinin aynalarıdır. Meselâ, ayna uzun
ise, hayâller uzun görünür ve aynanın uzunlugunu gösteren ayna olurlar. Ayna küçük
ise, hayâller, aynanın küçüklügünü gösteren birer ayna gibidir.
Urûc ederken, yükselirken, Allahü teâlânın aynasında, esyâ görünüyor sanılır.
Esyâ aynada bulunuyor sanıldıgı gibi olur. Hâlbuki, esyânın hayâlleri, aynanın içinde
degildir. Bunun gibi, mahlûklar, Allahü teâlânın aynasında degildir. Aynada birsey
yokdur. Hayâller, aynada degil, hayâlimizdedir. Aynada hayâl yokdur. Hayâllerin
bulundugu yerde de ayna olamaz. Hayâller, vehm ve hayâlimizdedir. Yerleri
varsa, vehm mertebesindedir. Zemânları varsa, hayâl mertebesindedir. Fekat,
mahlûkların vücûdsüz olan bu görünüsü, Allahü teâlânın kudreti ile oldugundan,
devâmlıdır. Âhıretin sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara olacakdır.
Dünyâ aynalarında, önce hayâller görünür. Aynayı görmek için, ayrıca dikkat
etmek lâzımdır. Allahü teâlânın aynasında ise, görülen önce aynadır. Mahlûkları
görmek için, ayrıca dikkat etmek lâzımdır. Velî, rücû’ etmege baslayınca, mahlûkların
sıfât-ı ilâhî aynalarındaki hayâlleri görünmege baslar. Rücû’ ve nüzûl temâm
olup, (Seyr der esyâ) esyâda seyr, hareket edince, sühûd-i ilâhî kalmaz, gayb hâlini
alır. Îmân-ı sühûdî, îmân-ı gaybî hâlini alır. Da’vet vazîfesi temâm olup, vefât
edince, gayb kalmaz. Yine sühûd hâsıl olur. Fekat, bu sühûd, rücû’dan önceki sühûdden
kuvvetli, kâmildir. Âhıretdeki sühûd, dünyâdakinden kuvvetlidir.
Demek ki, bir aynada görülen hayâller, aynada degildir. Varlıkları yalnız hayâldir.
Ayna, bu hayâlleri ihâta etmis, kaplamıs denilebilir. Bu hayâllerle berâberdir
deriz. Fekat, bu kurb [yakınlık], bu ihâta ve ma’ıyyet [berâberlik] cismin cisme olan
veyâ cismin, kendi sıfatına [meselâ rengine] olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti gibi
degildir. Insan aklı, hayâllerin aynaya olan kurb, ihâta ve ma’ıyyetini düsünemiyor,
kavrıyamıyor. Hayâllerin aynaya karîb, berâber ve ihâta edilmis oldukları muhakkakdır.
Fekat, nasıl oldugu anlatılamıyor. Iste Allahü teâlânın mahlûklara
olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti de böyledir. Elbette vardırlar. Fekat, nasıl oldukları
bilinmez. Bunlara inanırız. Fekat, nasıl olduklarını bilemeyiz. Çünki, Allahü
teâlânın bu sıfatları, cismlerin sıfatlarına benzemiyor, mahlûkların sıfatları gibi degildir.
Hakîkatin nümûnesi olan bu âlemde, bu sıfatlara misâl olarak, hayâller ile
aynayı söyledik ki, aklı olan, bundan onu anlıyabilsin! Allahü teâlâ, dogru yolda
olanlara selâmet versin! Âmîn.
Kıl Allaha bes nemâzı,
bos geçirme, kıs ve yâzı!
Hakka yaklasmak istersen,
temâm et, sünnet ve farzı!
 
Üst Alt