193- Vahdet-i vücûd bilgisi. Vücûd-i vehmî 2.Cild 44.cü mektûb

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İKİNCİ CİLD, 44. cü MEKTÛB

Bu mektûb, hâce Muhammed Mü’minin oğlu Muhammed Sâdıka yazılmış olup, vahdet-i vücûd [panteizm]ü bildirmekdedir:


Allahü teâlâya hamd ederim. Onun beğendiği, seçdiği kullarına selâmet vermesini düâ ederim! Soruyorsunuz ki, tesavvufcular, vahdet-i vücûd söylüyor. Âlimler ise, bu söze küfr ve zındıklık diyor. Hâlbuki, her iki taraf da Ehl-i sünnetdir. Siz bu işe ne dersiniz?
Sevgili yavrum! Bu işi, birçok mektûblarımda ve risâlelerimde uzun uzun anlatmışdım. İki taraf arasında, kelime farkından başka bir ayrılık olmadığını bildirmişdim. Bununla berâber, mâdemki siz de soruyorsunuz, süâle cevâb lâzımdır. İster istemez birkaç kelime yazıyorum. Biliniz ki, Sôfiyye-i aliyyeden (Vahdet-i vücûd vardır ve herşeyde Hak teâlâyı görüyoruz ve herşey Odur) diyen, herşey, Hak teâlâ ile birleşmiş, O, herşeyden ayrı değil, herşeye benzer, bu âlem ile berâber ve birlikde var oldu, işte O görünüyor, gibi şeyler demek istemiyor. Böyle söyleyen, kâfir olur, zındık, dinsiz olur. Allahü teâlâ mahlûkları ile birleşik değildir. Onların aynı değildir. Onlara benzer değildir. O hep var idi, hep öyledir. Zâtında ve sıfatlarında, ismlerinde hiç değişiklik olmaz. Birşeyi yaratmakla, bunlarda değişiklik olmaz. O, hiçbir bakımdan mahlûklarına benzemez. Onun varlığı, lâzımdır. Ondan başkası, olsa da olur, olmasa da. O büyüklerin, (Herşey Odur) demeleri, hiçbirşey yokdur. Yalnız O vardır, demekdir. Meselâ, Hallâc-ı Mensûr, enelhak [ben Hakkım] dedi. Böylece, ben Hakkım, Hak teâlâ ile birleşdim demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Onun sözünün ma’nâsı, (Ben yokum,
Hak teâlâ vardır) demekdir. Iste sôfiyye, herseyi, Hak teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının
görünüsü, onların aynası bilir. Zâtın [kendisinin] bunlarla birlesdigini, zâtında
degisiklik oldugunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl
oluyor. Gölge, o kimse ile birlesmis, onun aynıdır veyâ o kimse inerek, o gölge sekline
girmisdir, gibi seyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir
görünüsüdür. Bu kimseyi asırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan baska birsey görmez.
Gölge, o kimsenin aynıdır diyebilir. Ya’nî gölge yokdur, yalnız o insan vardır
der. Bundan anlasıldı ki, sôfiyye, esyâya, Hak teâlâdan meydâna gelmisdir, Hak
teâlâ degildir diyor. O hâlde, sôfiyyenin (Hersey Odur) sözleri, (Hersey Ondandır)
demekdir ki, âlimler de böyle söylemekdedir. Iki taraf arasında bir fark yokdur.
Yalnız su fark vardır ki, Sôfiyye, esyâya, Hakkın görünüsü diyor. Âlimler bunu
söylemekden çekiniyor. Esyâ ile birlesmek, esyânın içinde bulunmak anlasılmasın
diye, bu sözü söylemiyor.
Süâl: Sôfiyye, esyâya, Hak teâlânın görünüsü dedikleri gibi, bunları dısarda yok
biliyor. Hâricde Allahü teâlâdan baska birsey yokdur, diyor. Âlimler ise, esyâyı
hâricde mevcûd biliyor. O hâlde, iki tarafın bilgisi de, kelimeleri gibi, farklı degil
midir?
Cevâb: Sôfiyye, hâricde birsey yokdur diyorsa da, esyânın hâricde (Vücûd-i vehmî)
ile var oldugunu söylüyor. Hâricde hiç yokdurlar demiyor. Hâricde kesret-i
vehmiyye vardır, diyor. Fekat, hâricde görünen bu (Vücûd-i vehmî), bizim vehm
ve hayâl ve düsüncelerimizde olan vücûd, ya’nî varlık gibi degildir. Çünki, vehm,
hayâl ve düsüncemizi durdursak, bunlardaki varlıklar kalmaz, yok olur. Ya’nî,
vehmlerimiz, hayâllerimiz devâmlı degildir. Hâlbuki, bu kâinâtın (Vücûd-i vehmî)
leri ve hayâlî görünüsleri, bizim vehm ve hayâllerimizde olmayıp, Hak teâlânın
yaratması ile ve Onun kâmil, [ya’nî sonsuz] kudreti ile oldugundan, yok olmuyor.
Varlıkları devâm ediyor. Âhıretin ebedî, sonsuz isleri, dünyâdaki bu varlıga
baglı bulunuyor. Yunân feylesoflarından Sofistâî [sophiste] denilen mugâletacılar,
safsatacılar, bu kâinâtı, evhâm ve hayâlât sandı. Hayâlimiz olmasa, bir sey olmazdı
dedi. Esyânın varlıgı, bizim inancımıza baglıdır, hakîkatde hiçbirsey yokdur.
Gökleri yer kabûl edersek, yer olurlar, yerler de, i’tikâdımıza göre gök olur.
Tatlıyı acı bilirsek, acı olur. Acılık, bizim inancımıza göre tatlı olur, dediler. Bu
ahmaklar, ihtiyârı, istegi olan Yaratanı inkâr etdi. Aldandılar ve çoklarını aldatdılar.
Sôfiyye-i aliyye, esyâyı, hâricde, vücûd-i vehmî ile var biliyor. Böyle vücûd,
devâmlıdır. Ya’nî bizim vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhıretin sonsuz hayâtını,
bu vücûda baglı bilirler. Âlimler, esyâyı hâricde mevcûd bilir. Âhıretin sonsuz
hayâtı, bu esyâya göre olacakdır der. Bununla berâber, esyânın hâricde varlıgını,
Hak teâlânın varlıgı yanında za’îf, kuvvetsiz ve hattâ, yok bilir. Görülüyor
ki, her iki taraf da, esyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhıret islerini, bu varlık üzerine
kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız, sôfiyye, bu
varlıga vehmî diyor. Çünki, bunlar, tesavvuf yolunda yükselirken, hiçbirsey görmiyor.
Hak teâlânın varlıgından baska, birsey gözlerine görünmiyor. Âlimler
ise, bunların varlıgına vehmî demekden kaçınıyor, câhillerin, yanlıs anlayıp, hayâlin
yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî, sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr
etmelerinden korkuyorlar.
Süâl: Sôfiyye, esyânın vücûd-i vehmîsi vardır demekle, bu varlık devâmlı olmakla
berâber, hakîkî degildir vehmdir diyor. Âlimler ise, esyâ hâricde hakîkatde vardır
diyor. Böylece, iki taraf arasında, yine ayrılık bulunmuyor mu?
Cevâb: Vücûd-i vehmî ve hayâlde görünüs, vehm ve hayâlin yok olması ile
yok olmadıgından, hakîkatde var demekdir. Çünki, bu varlık, devâmlıdır. Bütün
vehmlerin yok olması ile, yok olmuyor. Hakîkî varlık da, bu demekdir. Yalnız su
kadar varki, mahlûkların hakîkî varlıkları, Vâcib teâlânın hakîkî varlıgı yanında,
yok gibidir, vehm ve hayâl gibidir. Böylece, iki taraf arasında fark kalmamıs olur.
Süâl: Esyânın vücûd-i vehmîsi hakîkî olunca, hakîkî var olan, birden çok olur.
Bu ise vahdet-i vücûdü bozar. Vahdet-i vücûd, hakîkî var olanın bir olması degil
midir?
Cevâb: Her iki varlık da, hakîkîdir. Var olan hakîkat de ikidir: [Yaratan ve yaratılanlar.]
Fekat, iki varlıgın hakîkî olmaları, aynı bakımdan degildir. Meselâ, bir
kimsenin sekli, aynada görülünce, aynada hakîkatde bir cism yokdur. Görünen sekl,
aynanın ne üzerindedir, ne de içindedir. Aynadaki o seklin varlıgı, hayâlimizdedir.
Bu vücûd-i vehmî ve hayâlî görünüs ise, bir rü’yâ degildir. Hakîkatde mevcûddur.
Bir kimse, Ahmedi aynada gördüm dese, akl ve âdet ona inanır. Yemîn etse,
günâha girmez. Görülüyor ki, Ahmed, hakîkatde aynada degildir. Vehm ve hayâl
bakımından, aynada olması da hakîkatdir. Fekat, birincisi, her bakımdan hakîkî,
ikincisi ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Sasılacak seydir ki, hakîkatin zıddı
olan vehm ve hayâl, burada varlıgı hakîkî yapmaga sebeb oluyor. Çünki, vehm
ve hayâl bakımından demeseydik, aynadaki görünüs hakîkî olmıyacakdı. Ikinci bir
misâl de, (Noktâ-i cevvâle)dir. [Ya’nî, dâire seklinde hızlı dönen, bir noktadır.]
Vehm ve hayâl, bunu, hâricde dâire görür. Hâlbuki, hakîkatde, dâire yokdur.
Nokta vardır. Fekat, vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin bulunması hakîkîdir.
Su kadar var ki, noktanın hâricde bulunması, her bakımdan hakîkî iken,
bundan meydâna gelen dâirenin hâricde bulunması, yalnız vehm ve hayâl bakımından,
hakîkîdir. Iste vahdet-i vücûd, her bakımdan hakîkîdir. Birden ziyâde varlık
ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Bu iki varlıkdan birincisi (Her bakımdan),
ikincisi de (Yalnız bir bakımdan) hakîkat oluyor. Zıd birsey olmuyorlar.
Süâl: Vehm ve hayâl bakımından var olan birsey, vehm ve hayâl yok olunca, niçin
yok olmuyor?
Cevâb: Bu vücûd-i vehmî yalnız vehm tarafından hâsıl olmamısdır ki, vehm ile
berâber o da yok olsun. Bunları, Allahü teâlâ vehm mertebesinde yaratmısdır. Fekat,
sâbit, devâmlı olmuslardır. Allahü teâlâ, bunları vehm ve hayâl mertebesinde
yaratdıgı için, Vücûd-i vehmî demislerdir. Hangi mertebede olursa olsun, hattâ
hakîkî varlık olmıyan mertebede olsa da, O yaratdıgı için, o mertebede var olmaları,
hakîkîdir. Allahü teâlâ, bu esyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmısdır
demek, esyâyı öyle bir mertebede yaratmısdır ki, o mertebe, yalnız his ve vehmde
vardır. Hâricde yokdur. Meselâ bir hokkabaz, mevcûd olmıyan seyleri, var imis
gibi, gösteriyor. Birseyi, on dâne gösteriyor. Bu on dâne sey, hakîkatde yokdur. Yalnız,
his ve vehmde vardır. Hakîkatde, yalnız birsey vardır. Görülen bu on sey, eger
Allahü teâlânın sonsuz kudreti ile kuvvet ve devâm kazanıp, çabuk gayb olmakdan
korunursa, varlıkları, bu mertebe için hakîkî olur. Bu vakt bu on sey, hakîkatde
hem vardır, hem de yokdur. Fekat, iki ayrı bakımdan düsünülmekdedir. Ya’nî
his ve vehm mertebesini düsünmezsek, yokdurlar. His ve vehm düsünülürse, vardırlar.
Hindistânda meshûr olan bir hikâye vardır. Bir Hind sehrinde, hokkabazlar,
pâdisâhın karsısında oyun yaparken, göz boyamakla, aynada bagçe ve agaçlar
gösterirler. Hakîkatde bulunmıyan bu agaçların büyüyerek meyve verdiklerini
gösterirler. Meyveleri koparıp sultâna ve seyrcilere yidirirler. O vakt, sultân emr
eder. Oyuncuları hemen öldürürler. Çünki, oyun yaparken, hokkabazlar öldürülürse,
görülen oyunlar, Allahü teâlânın kudreti ile, o hâlde kalır, yok olmazlar diye
isitmis, imis, Hokkabazlar öldürülünce, o agaçlar, aynada öylece kalır. Bu zemâna
kadar durdukları, meyvelerini herkesin yidikleri söyleniyor. Bu hikâyenin
hepsi veyâ bir kısmı dogru veyâ yanlıs olması bir tarafa, sözümüzü aydınlatdıgı için
burada söyledik.
Hâricde ve hakîkatde, Allahü teâlâdan baska, mevcûd yokdur. Allahü teâlâ, kudreti
ile, kendi ismlerinin ve sıfatlarının kemâlâtını mümkinât sûretlerinin perdesinde
göstermis, ya’nî esyâyı, kendi kemâlâtına uygun olarak, his ve vehm merte-
besinde, îcâd etmis, var etmisdir. Böylece, esyâ, vehmde görünmekde, hayâlde devâm
etmekdedir. O hâlde esyâ, hayâlde göründügü için vardır. Lâkin Allahü teâlâ,
bu görünüse devâm verdigi, yok olmakdan korudugu esyânın yapısına saglamlık
verdigi ve ebedî mu’âmeleyi de bunlara baglı kıldıgı için, vehmdeki varlık ve
hayâldeki devâm da, hakîkî varlık olmusdur. Bunun için, esyâ hâricde [ilmde, hayâlde
degil], bir bakımdan, hakîkaten vardır deriz. Bir bakımdan da yokdur diyebiliriz.
Bu fakîrin babası, hakîkate varmıs âlimlerden idi “kuddise sirruh”. Buyurdu
ki, kâdî Celâleddîn-i Egrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, derin âlimlerden idi. Bir
gün bana sordu ki, (Nefs-ül-emr, vahdet midir, yoksa kesret mi? Ya’nî hakîkatde
var olan, bir mi, yoksa çok mu? Eger bir ise, bu emrler, sevâblar, azâblar, kimedir?
Bu âmirlik, me’mûrluk nedir? Yok eger hakîkî var olan çok ise, sôfiyyenin vahdet-
i vücûd sözleri yanlıs olur). Pederim buyurmus ki, (Her ikisi de, nefs-i emrîdir).
Ya’nî hakîkatde, hem vahdet vardır, hem kesret. Ve bu cevâbı îzâh etdiler.
Fekat neler söylediklerini, simdi hâtırlamıyorum. Bu fakîrin kalbine akıtılan bilgileri
size yazdım. Demek ki, Vahdet-i vücûd söyliyen tesavvufcular haklıdır.
Âlimlerin kesret-i vücûd sözleri de haklıdır, ya’nî dogrudur. Tesavvufcuların hâli,
vahdete uygundur. Âlimlerin hâli de, kesrete uygundur. Çünki, islâmiyyet kesret
üzerine kurulmusdur. Çesidli emrler kesret ile olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmesi, Cennet ni’metleri ve Cehennem azâbları,
hep kesrete baglıdır. Allahü teâlâ (Bilinmeyi, tanınmayı sevdim) buyurdugu için
ve kesreti istedigi için ve zâhir olmagı sevdigi için kesret mertebesine de inanmalıyız!
Çünki, Allahü teâlâ, bu mertebeyi seçmis, begenmisdir. Büyük bir sultânın,
hademeleri de, askerleri de vardır. Onun büyüklügü, yalvaranların, titriyenlerin,
Ona muhtâcların çoklugu ile ölçülür. Vahdet-i vücûd dahâ dogru ve kesret-i vücûd,
bunun yanında, mecâzdır. Ya’nî hakîkate benzemekdedir. Bunun için, o âleme
(Hakîkat âlemi) ve bu âleme (Âlem-i mecâz) derler. Fekat bu zuhûrâtı, Allahü
teâlâ sevdigi için ve esyânın varlıgını sonsuz yapdıgı için ve kudretine hikmet
elbisesi giydirdigi ve kendi fi’lini, yaratmasını sebebler altında gizledigi için, o hakîkat,
ikinci derecede kalmıs ve bu mecâz, meshûr olmusdur. Hakîkatde var olan,
nokta-i cevvâledir. Bunun dönmesinden görünen dâire, mecâzdır. Fekat, hakîkat
gayb olmus, mecâz görünmüs, tanınmısdır.
(Allahü teâlâ bir kulunu severse, günâh islemek ona zarar vermez) sözünün
ma’nâsını soruyorsunuz. Söyle biliniz ki, Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu günâh
islemekden korur. Evet onlar, günâh isliyebilir. Ya’nî Peygamberler “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gibi degildirler. Çünki, Peygamberler günâh islemekden
ma’sûmdur, temizdir, günâh isliyemezler. Iste Evliyâ günâh islemiyecegi için, günâhın
zararından kurtulmus olur. Bu sözdeki günâh, belki de evvelki günâhlar, ya’nî
vilâyet derecesine varmadan önce isledigi günâhdır. Çünki, islâm, evvelki günâhları
yok etmekdedir. Herseyin dogrusunu Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Unutarak,
yanılarak söylediklerimizi ve yapdıklarımızı afv et! Bizi bunlar için cezâlandırma!
Allahü teâlâ, size ve dogru yolda gidenlere selâmet versin. Âmîn.
Üç nisan olur velîlerde, demis, erbâb-ı dil,
biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur.
Onun ikinci nisânı, oldur ki, iyi bil,
her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur.
Üçüncüsüne gelince, cümle a’zâsı anın,
ser’ ile âdâb ile, her zemân, âmil olur.
 
Üst Alt