2- Tasavvufun Menşei (Kaynağı)

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUFUN MENŞEİ
Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvufî yaşantı Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile ortaya çıkmıştır.
Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerdir. Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sufilik yaşanırdı, fakat adı yoktu.
Tasavvuf ilminin müslümanlar arasında zuhuru, hicri ikinci asrın ortalarına doğrudur.
Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından sayılan "Nefehâtül-Üns" ün beyanına göre, sofi ismi verilen ilk zat hicrî 150 tarihlerinde vefat etmiş olan Ebu Hâşim isminde bir zâhiddir. Bu zatın Suriye'de Remle şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve sâliklerine sofi ismi verdiği rivayet edilmektedir.
Süfyan Sevri, Ebu Hâşim hakkında: "Ben Ebu Hâşim'i görmeden önce sofinin ne olduğunu bilmiyordum" demiştir".
Sofi ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Bu kelime "Tâbiîn" devrinde söylenmeğe başladı.
Saadet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu.
Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tabiîn" denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i tabiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, eri hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz zamanında bütün müslümanlar o'nun sohbetlerinde feyz aldıklarından, kendilerine "sahabe" ismi verilmişti. Hazret-i Muhammed sallâllahu aleyhi ve sellem efendimizin irtihallerini müteakip, sahabe-i kiramdan bu feyzi ahzedenlere "tabiîn" denmeye başlandı. Bu sırada müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya, birtakım bâtıl fikirler İslâm camiası içersine sokulup yayılmağa başladı, işte tam bu sırada bir topluluk, sâlih ameller işlemekte, doğrulukta, dinlerine olan samîmi bağlılıklarında, zühd ü takvada ileri giderek, uzlet ve vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi nefisleri için birtakım zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde hareket eden kimselere "sofiyye" denmeğe başlandı.
İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Peygamber Efendimizin sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, kimisi az alıyordu. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki; "Seninle beraber olanlardan bir taife de -gece- kalkıyorlar." (Müzemmil: 20) âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.
İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır.
Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.
İslâmiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyâzat ve zâhidliğe vakfedenlere "zâhid, âbid" gibi isimler verilirdi. Daha sonraları zahidâne hayata sülük etmiş kimselere "sofi" denmeye başlandı.
Söfiyyenin zuhuru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır :
a) Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkâm-ı âmmedir ki, ibadât ve muamelâttan ibarettir.
b) Tasavvuf ehline ait mücahede, muhasebe-i nefs, bunlardan hasıl olan zevk, vecd haletleri, bunları ifade için kullanılan ıstılâhat ve izahattır. Daha ziyade zevken anlaşılabilen bu haller için"Men lem yezuk lem ya'rif" yani "Tatmayan bilmez" derler. Hazret-i Mevlâna'ya "Âşıklık nedir?" diye sordukları vakit: "Benim gibi ol da öğrenirsin" demiştir.
Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi " doğmuş oldu.
Namaz, oruç ve diğer amellerin zahirî bir şekli varsa ve bunlar zahirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşu gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtını fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.
Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUFUN DOĞUŞU
Cenâb-ı Hak, insanoğluna ihsân ettiği sonsuz nîmetlerine ilâveten:​
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِى
"Rûhumdan (kudretimden bir sır) üfledim"1 buyurarak, kendi katından bir cevheri ikram etmekle, ona kıymetlerin en yücesini lutfetmiştir. Buna mukabil olarak da onun, Zât-ı Ulûhiyyet'ine muhabbet sûretiyle kullukta bulunmasını, neticesinde de mârifetten nasîb alarak, vuslata ermesini murâd etmiştir.
Hak Teâlâ, kullarını hidâyete ulaştırmak için, insana birtakım üstün vasıflar lutfetmiştir. Buna ilaveten bir de, aralarından müstesna yaratılışlı, vahye mazhar olmuş bazı kullarını peygamber olarak vazifelendirmek sûretiyle onlara ihsanda bulunmuştur. Peygamberlerin olmadığı zamanlarda ise, verese-i enbiyâ olan sâlih kullarıyla bu lutfunu devâm ettirmiştir.
Rabbin insanlığa müstesna bir yardımını ifâde eden peygamber gönderme keyfiyeti, bütün insanlığı şümûlüne alabilmesi için Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile başlamıştır. Hazret-i Âdem, hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir.
Bu mübârek hidâyet yolu, ilâhî kudret akışları içinde bir nûr şerâresi hâlinde müteselsilen gelen yüz yirmi bin küsur peygamberle te'yîd ve takviye edile edile, insanlığın kaydettiği terakkîye muvâzî bir tekâmül kazanmıştır. Devrin husûsiyetlerine ve muhâtapların seviyelerine uygun bir teblîgatla devâm edip giden bu silsile, nihâyet son peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'de kemâline erişip âzamî zirveye ulaşmıştır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nûruyla Hazret-i Âdem'den önce, cismâniyetiyle bütün peygamberlerden sonra zuhur etmekle, nübüvvet takviminin ilk ve son yaprağı olmuştur. Yâni risâlet takvimi, varlığın ilki olan Nûr-i Muhammedî ile başlamış, son yaprağı da "Cismâniyet-i Muhammedî" ile nihâyet bulmuştur. Dolayısıyla O, zaman itibariyle son, yaradılış itibariyle ilk peygamberdir.
Bütün mevcudâtın varlık sâikı, nûr-i Muhammedî olduğundan , Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber'i "Habîbim" hitabına mazhar olacak bir liyâkatte yaşatmıştır. Rabbimiz, O'nun müstesna ve mûtenâ hayatını zâhiren ve bâtınen en güzel bir şekilde terbiye ederek, bütün insanlığa bir armağan olarak lutfetmiştir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sîreti ve mübarek şahsiyeti, sırf insan idrâkine sığabilen tezahürleri ile dahî, beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkil eder. Zîrâ Allâh -celle celâlühû- O mübarek varlığı, bütün insanlığa bir "Üsve-i Hasene" yâni en mükemmel bir ahlâk numûnesi kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, O'nu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan "yetim çocukluk"tan başlatarak, hayatın bütün kademelerinden geçirip, kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yâni devlet reisliği ve peygamberliğe kadar yükseltmiştir. Tâ ki beşeriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulunan herkes, O'ndan kendileri için en mükemmel fiilî davranışları örnek alıp, kendi iktidar ve istîdâdı nisbetinde bunları gerçekleştirmeye meyledebilsin.
Esâsen Cenâb-ı Hak, O'nun, bi'setinden (peygamber olarak gönderilişinden) itibaren dünyânın sonuna kadar gelecek bütün insanlara bir örnek teşkil ettiğini beyân buyurmaktadır:​
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا الله َ وَالْيَوْمَ الآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
"Andolsun ki, sizin için; Allâh'a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh'ı çok zikreden (mümin)'ler için Rasûlullâh'ta en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır." (el-Ahzâb, 21)
Bu demektir ki bütün insanlık, îmânî ve ahlâkî -daha umûmî bir tâbirle- tasavvufî davranış mükemmelliğine ulaşabilmek için o mübârek varlığın hayat ve faâliyetlerini lâyıkıyla öğrenmek mecbûriyetindedir. Öğrendiklerini kendi istîdâdı nisbetinde taklîde yönelmeli ve zamanla tahkîke ulaşmayı hedeflemelidir. Bu ise, O'na duyulan muhabbet ve O'nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir. O'nunla duygulanıp feyz-yâb olmada sayısız rûhânî nasip ve tecellîler vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek şahsiyet ve kalbî hayatından tâkatimiz kadar nasib alabilmek, O'nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek, dünya ve âhiretteki şereflerin en yücesidir.
Âlemlerin Rabbi, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i zâhiren ve bâtınen en güzel bir fıtratta yaratıp terbiye etmiştir ki O, bu ilâhî terbiyesini:
"Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel kıldı." (Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) sözleriyle ifâde buyurmuştur.
___________
1.Hicr Sûresi, 29.​

 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
ORYANTALİSTLERE GÖRE İSLÂM VE TASAVVUFUN KAYNAĞI
İslâm tasavvufunun yerli (islâmî) kaynakları tasavvufu gerek düşünce gerek tatbikat itibariyle tamamen Kur'ân ve Sünnet'e dayandırırlar. Bu eserlerin pek-çoğu mutasavvıflar tarafından yazılmış olduğu için, onların meseleye tenkitçi tarih açısından bakmaları beklenemezdi. Fakat yerli kaynakların tasavvufu sırf islâmî menşe'li görmeleri büsbütün yanlış sayılmaz; çünkü onlar bu düşünceyi gerçekten Kur'ân ve Sünnet'e uydurmuşlar ve kendilerini tamâmiyle İslâm'ın içinde görmüşlerdir. Ancak tasavvufa açıkça cephe alan bazı müslüman müellifleri onların birtakım görüşlerinin dine yabancı bulunduğunu söylemekle birlikte, bu yabancılığın menşeini göstermiş değillerdir.
Tasavvufun menşe'leri ile ilk defa oryantalistler meşgul oldular. Bunların birçoğunda peşin bir hükmün hareket noktası teşkil ettiği görülüyor: Araplar mistik düşünceye kabiliyetli bulunmadıklarına göre, tasavvuf onlara ancak dışarıdan gelmiş olabilir. Nitekim İslâm mistisizminin asıl doğuş ve gelişme yeri İran olmuştur. Nicholson Hind tesiri ve Yeni-Eflâtunculuk üzerinde durur; Blochet, Dozy, Von Kremer Hind-îran tesirine bağlarlar; Brown Samî bir dine karşı Arî reaksiyon olarak izah eder; A. Palacios Hıristiyanlığa ağırlık verir. Bunlar arasında islâmî menşe'lere en çok yer veren L. Massignon'dur.
Oryantalistlerin yabancı menşe iddiaları karşısında, oryantalist tezlere karşı islâmî menşe tezini şiddetle müdafaa edenler de çıkmamış değildir. Maamafih genel görüş odur ki, İslâm, tasavvufu içinde sözü geçen yabancı tesirler çeşitli derecelerde bulunmakla birlikte bütün bu tesirler İslâm'ın kendi kaynakları (Kur'ân ve Sünnet) içinde asimile edilmiştir.
İslâm tasavvuf undaki "fena" doktrininin Budizm'deki "nirvana"ya çok benzemesi açıkça bir iktibas olayına işaret etmektedir. L. Massignon Hind tesirinin bilhassa zikir metodlarında bulunabileceğini söylemektedir, ki L. Gardet ve Anawati bu noktayı incelemişlerdir.
Oryantalistlerin iddiaları arasında en zayıfı tasavvuf konusundaki İran tesiridir. Maniheizm'in ve diğer klâsik İran inançlarının bu hususta herhangi bir kayda değer tesiri bulunmadığını L. Massignon açıklığa kavuşturmuş bulunuyor.
Eski Yunan tesiri meselesi hem oryantalistleri, nem müslüman müellifleri pekçok meşgul etmiştir. Hakikatte Yunan mistisizmi ve onun son büyük örneği olan Yeni-Eflâtuncu felsefe de birçok müellife göre dış kaynaklara pekçok şey borçludur. İslâm felsefesinde Yeni-Eflâtuncu mistisizmin bütün izlerini açıkça görmek kabildir. Muhyiddin İbni Arabî ve onu takip edenlere gelince, bunlarda Filon'un ve Plotinus'un tesiri o kadar kuvvetlidir ki, bu tesirin zaman zaman islâm'ın orijinal kaynaklarına hâkim olduğu görülür.
İslâm tasavvufunda yabancı tesirler meselesi oryantalistler tarafından olduğu kadar bazı İslâm müellifleri tarafından da çok defa abartılmıştır. Tasavvufa aleyhtar olanlar, titiz bir inceleme sonunda bazı fikirlerin menşe'ini îslâm dışında bir yere bağlayabilir veya bazı fikirleri islâm'ın temel inançlarıyla tezat halinde görebilirler; nitekim bu türlü araştırmalar her devirde yapılmıştır. Acaba bütün bu benzerliklerin mâhiyeti ve önemi ne olabilir?
Herşeyden önce şunu belirtelim ki, kültür benzerlikleri arasında illiyet bağı aramak her zaman geçerli bir yol değildir. Herhangi bir zamanda herhangibir yerde görülen bir kültür unsuruna başka bir zamanda ve başka bir yerde de rastlandığında, bu ikisinin bir kültür difüzyonu yoluyla birbirine bağlantılı olduğunu iddia etmek bizi çok defa gereksiz zorlamalara götürebilir. Nitekim insanların çeşitli zaman ve yerlerde bel kemeri kullanmış olmaları bu işin mutlaka bir kaynaktan adım adım yayıldığını göstermeyebilir. İnsanın insan olarak sahip bulunduğu ortak özelliklerden doğan birtakım neticeler vardır ki bunların başkalarından kopye edilmesi gerekmez.
İkinci olarak, kültür temasları ve alışverişleri dünyanın her çağında ve her yerinde görülmüştür; hiçbir cemiyet bundan kaçınamaz. O kadar ki, İslâmiyet'i bir inanış sistemi olarak benimsemeyen ilim ve fikir adamları bile onun bu konudaki fevkalâde anlayışı karşısında hayranlıklarını belirtmektedirler. Zira İslâm yeni bir dünya görüşü ve yeni bir sosyal nizâm getirirken insan cemiyetinin yapısı ve işleyişini dâima hesaba katmış, hem idealist hem gerçekçi olmuştur. Meselâ İslâm'dan önceki örf ve âdetlerden bazıları açıkça reddedildiği halde bazılarına dokunulmamıştır. Daha sonra İslâm hukukunun gelişme seyri içinde mahallî örf ve âdetlere -İslâm'la çatışmadıkları ölçüde- geniş bir saha bırakılmıştır. Kısacası, başka sistemlerden birtakım unsurların İslâm cemiyeti bünyesi içinde yer alması hem sosyal bir zaruret, hem dinî bir cevazın neticesidir. Günlük hayâtımıza bir bakacak olursak, gerek zihnî gerek davranış olarak bu hayatın herbir parçasını bir başka kaynağa bağlamak mümkündür. Bunları parça parça ele alacak olursak, hayâtımız tam bir yamalı bohça gibi görünür. Halbuki biz kendimizi Müslüman Türkler olarak biliyoruz. Bu demektir ki, kullandığımız şeylerin başlangıcı nerede olursa olsun, bunlar bizim hayâtımız içinde birbiriyle kaynaşarak belli bir hüviyet kazanmışlardır. Hiç kimse bizi iskarpin giydiğimiz veya felsefe okuduğumuz için Türklükten ve Müslümanlıktan çıkmış sayamaz.
Bu düşünceleri hesaba kattığımız zaman, islâm tasavvufunda yabancı unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara nadiren ulaştığını görürüz. Tasavvufun dinin hudutlarını zorladığı zamanlar olmuştur; fakat îslâm cemaatının hayret verici gücü sayesinde eğrilerin doğrultulduğuna, bütün sapma teşebbüslerinin çizgi dâhiline sokulduğuna şahit oluyoruz.​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUFUN KONUSU
Tasavvufun konusu genel anlamda Allâh, varlık ve insandır. Keşf, ıyan, vecd ve vicdân îtibârıyla Cenâb-ı Hakk'ı zat, sıfat, şüûn ve fiilleriyle tanımaktır (ma'rifet-i ilâhiyye). İnsanın rûh ve nefs îtibârıyla yapısı, rûhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın yüceltilmesi tasavvufun konusudur. Bu yüzden Bâzı mutasavvıflar, tasavvufun konusunu "tahalluk ve tahakkuk" olarak özetlemişlerdir. Tahalluk, İslâm ahlâkını öğrenmek, tahakkuk bunu gerçekleştirip ahlâkî ve mânevî yükseliş sonucu bâzı tahkîki bilgilere ulaşmaktır. Bir başka ifâde ile tasavvufun halka dönük olan tarafı tahalluk, Hakk'a dönük olan ciheti ise tahakkuktur. Cüneyd el-Bağdâdî "Tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda: "Tasavvuf sûfîyâne hayâtın bir vasfıdır." cevâbını vermişti. "Bu vasıf Hak'la mı yoksa halkla mı kâimdir?" sorusuna "Hakîkati Hakk'ın vasfı, resim ve sûreti ise halkın vasfıdır." diye cevap vererek buna işâret etmiştir.
Rûhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ile ahlâkın yüceltilmesi için gerekli şartlar, mânevî makamlar ve hâller; vecd, istiğrak, aşk, sevgi, nefret ve kin gibi duygular ve bunlara dâir bilgiler tasavvufun konusuna dâhildir.
Kâinat ve varlık da tasavvufun konuları arasında yer alır. Çünkü tasavvuf, Allâh, insan ve varlık arasındaki ilgiyi "vahdet-i vücûd", "vahdet-i şühûd" ya da "tevhîd-i vücûdî ve şühûdî" gibi düşünce sistemleri içinde inceler. Nitekim ilgili bahislerde görülecektir.1

* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUFUN GÂYESİ
Kâinatta hiçbir şey, gâyesiz ve tesâdüfî değildir. Herşeyin bir gâyesi ve kaderi vardır. Nitekim Allâh Rasûlü (s.a.s.), peygamber olarak gönderilişinin bir gâyesi bulunduğunu ve bunun da "mekârim-i ahlâkı tamamlamak" olduğunu açıkça ifâde buyurmuşlardır. İlimlerin ve özellikle İslâmî ilimlerin ortak gâyesi, "dünyâ ve âhiret mutluluğu" olarak özetlenmiştir. Dînî ilimler arasında yer alan tasavvufun gâyesi nedir?
Tasavvufun gâyesi, insanı kötü ahlâktan, çirkin huylardan uzaklaştırmak, güzel vasıflarla bezemek, Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkını benimseterek Hz.Peygamber'e tam bir ittibâ ile "insan-ı kâmil" yetiştirmektir. Bir başka ifâdeyle, "müslüman için ebedî saâdeti sağlamaktır."
Bu ana gâyede bütün mutasavvıflar ittifak hâlinde olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesi konusunda ön görülen vesîle ve yollar farklıdır. Bir kısım mutasavvıflar, bu netîce ve gâyeye ibâdet ve zikirle, bir kısmı riyâzatla, bir kısmı aşk ve vecdle erişileceğini ifâde etmektedir. Bunun nihaî sınırı vuslattır. Vuslata ermenin en güzel yolu, "üsve-i hasene" olan Allâh Rasûlü'ne ittibâ ile O'nun verâset-i mânevîsine sâhip olmaktır.

* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
..:: 1 ::..
Bir dâire düşünün. Bunun çevresi sayısız noktalardan meydana gelmiştir. Bu sayısız noktalardan dâirenin merkezine sayısız yarıçaplar çizilebilir ve bunların herbiri çenber üzerindeki bir noktayı merkeze bağlar, îşte bu dâirenin çemberi Şeriat'tir, bunun üzerindeki noktalar da bütün müslümanları temsil eder. Herbir noktadan merkeze giden yarıçaplar tarîkatler(yollar)dir; zira dünyadaki insan sayısınca kuldan Allah'a yol vardır. Merkez ise hakikat'i temsil eder. Hakikat hem Şeriat'in hem de tarîkatin kaynağıdır. Hakikat ile Allah eş anlamdadır. Şu halde bizim dâiremizin yarıçapları kulları Allah'a bağlayan yollardır. Fakat bu kullar ancak Şeriat çenberi üzerinde bulunmaları dolayısiyle bir yola girebilirler. Demek ki Allah'a giden yolu bulmanın ilk şartı Şeriat dâiresi üzerinde olmaktır. Aslında dâirenin çemberi merkez'in bir yansımasından ibaret olduğu için, Şeriat çizgisinde olanlar üzerine hakikat ışığı düşüyor demektir ve bu da onların kurtuluşları için yeter. Ama dâima bununla yetinmeyenler, mutlaka merkeze gitmek isteyenler çıkacaktır. Bunlar ancak oraya giden yollardan (tarikat) birine girmekle hakikate ulaşabilirler.
Çağdaş bir îslâm âlimi, Seyyid Hüseyn Nasr, Şâzelîlerden aldığı bir benzetme ile Şeriat, Tarikat ve Hakikat arasındaki münâsebeti bu şekilde anlatıyor.
Tarikat lûgatta yol demektir. İslâm tasavvufunda "yola girmek" sûfî metodlarıyla Allah'a yaklaşmayı seçmek mânâsına gelir. Fakat tasavvufta insan yolunu kendisi seçse de, o yola yalnız başına giremez. Hıristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasındaki başlıca farklardan biri, tasavvufta rehbersiz hiçbir şey yapılamayacağıdır. Tasavvuf herşeyden önce bir terbiye (hem nefs hem ruh terbiyesi) işidir ve eğitilmeye muhtaç olan insanın ilk işi kendisine yol göstermeye muktedir (mürşid-i kâmil) birini bulmaktır. Yol rehberinin umumî adı "Şeyh"tir. Tarîkate giren kimse kendisim "şeyh"e teslim etmek, ondan ne gelirse kabul etmek zorundadır. Mürid veya sâlik adı verilen çırağın ne zaman eğitiminin tamam olduğuna yine şeyh karar verir.
Tasavvufun ilk yüzyıllarında sûfî tarîkatleri her-hangibir formel teşkilât yapısı kazanmış değillerdi; tıpkı bir insanın herhangi bir filozofun doktrinini benimseyip onu takip etmesi gibi, tasavvuf yolunu tutanlar da beğendikleri bir zâtı kendilerine şeyh ediniyorlar, onun yanında ve hizmetinde bulunarak kendisinden birşeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Şeyhlik bir insana tâyinle verilen bir mevki değildi, itibar ve liyâkatle kazanılıyordu. Onikinci yüzyıldan itibaren müridlerle şeyhler arasındaki münâsebet şekli kaidelere bağlanmaya başladı ve tarîkatler birer müessese hüviyeti kazandı. Bu tarihten sonra tarikat denince bugünün kulüplerine benzer teşkilâtlar anlaşılmaktadır. Bunların herbiri safî büyüklerinden birinin adını taşır ve ondan itibaren kesiksiz devam eden bir geleneği temsil eder. Bu geleneğin kesiksiz devamlılığı son derece önemlidir.
Tarîkatler niçin vardır ve tarîkate giren müslümanla tarikat dışındaki müslüman arasında ne fark bulunmaktadır?
Onbirinci yüzyılda sûfî literatürünün en önemli eserlerinden birini yazmış olan Hucvîrî kendi zamanındaki başlıca sûfî ekollerinden bahsediyor. O tarihte büyük sûfî şeyhlerinin etrafında birer müridler halkasının teşekkül ettiği ve bunların üstadlarından aldıkları eğitimi devam ettirdikleri anlaşılmakla birlikte, henüz bir teşkilâtlanmanın sözkonusu olmadığı bellidir. Şimdi biz tarikat teşkilâtlarının sosyolojik tahliline geçmeden önce, tarîkatin teorik temelini görmeye çalışalım.
Tarîkatler birer sûfî teşkilâtı olarak onların doktrinlerine göre meydana gelmiştir; bunların teşekkülündeki haricî faktörler ne olursa olsun, sûfîler kendi tarîkatlerine teorik bir yapı kazandırmışlardır. Buna göre tarîkatin gayesi sûfînin gayesini gerçekleştirmektir.
Sûfînin gayesi ise, çok genel çizgilerle, kendindeki ilâhî tarafı gerçekleştirmek, onu ortaya çıkarmak, yani görünür âlemi bırakıp görünmeyeni, Allah'ı bulmaktır. Allah'ı bulmanın derecesi hakkında görüşler farklı olabilir, bunun için yapılması gereken şeyler hakkında da değişik fikirler vardır. Fakat gerek hedef gerek yol hakkında ortak umûmî görüşler mevcuttur. Bu görüşler, değişik şekillerde de ifâde edilse neticede aynidir. Meselâ tarikatın gayesi insanda nefsi yola getirip ruhun saltanatını kurmaktır, veya hakikati buldurmaktır gibi ifâdelerin hepsi de ayni yere çıkar.
Anlatma kolaylığı bakımından diyelim ki tarîkatin gayesi hakikati bildirmektir. Şu halde tarîkati anlayabilmek için sûfî doktrininde hakikatin mâhiyeti ve elde edilme yolunun ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu bildiğimiz takdirde şeyhe teslimiyet, kopuksuz tarikat silsilesi vs. gibi ana unsurların mânâsı ortaya çıkar.
İnsan burada kendi kendine bir yol bulamaz mı? Gazâlî hâriç, bütün sûfî teorisyenleri mürşidsiz (şeyhsiz) hakikate varmanın imkânsız olduğunda müttefiktirler. Aslında Gazâlî de tasavvufa bir şeyhle girmiştir, fakat kitaplarında bir insanın kendi başına hakikati bulabileceğinden bahsetmektedir. Sûfî doktrininin mantığı bu iki alternatiften birini kabul etme mecburiyeti yüklemiş değildir, fakat şimdiye kadar ferdî tasavvuf örneği hemen hiç görülmediğine göre, bunun önemli bir sebebi olmalıdır. Bu sebep herşeyden önce, mistik tecrübenin mâhiyetinde bulunabilir. Mistik tecrübenin belli bir şekli yoktur; bir kimse vecd halinde iken neler göreceği önceden kestirilemez. Vecd'in muhtevası herşey olabilir. Nitekim histerik trans haline girenlerden, pagan orjilerinde kendinden geçenlerden Hıristiyan ve Müslüman mistiklerine kadar herkes duyular-dışı bir idrâk tecrübesi geçirebilmektedir. İşte İslâm tasavvufunun başlıca özelliklerinden biri, olgun bir şeyhin disiplini altında bu vecd hallerinin belli bir istikamete sokulmasıdır. Görülen, işitilen şeyler rahmani birer işaret olabileceği gibi Şeytan'ın aldatması da olabilir. Neyin hakikat neyin saçma olduğunu ancak o sahada usta olan biri ayırdedebilir ve vecdin yorumunu yapabilir. Maamafih bu bahsi vecdin psikolojisi ile ilgili kısımda anlattığımız için, burada üzerinde fazla durmayacağız.
Şeyhin bu işi hakkıyle yapabileceğini anlamanın yolu onun silsilesine bakmaktır. Tasavvufta silsile bir çeşit diploma gibidir. Şeyh de kendi şeyhi tarafından bu iş için ehliyetli kılınmış olmalı, onun şeyhi de daha önceki nesildeki şeyhten "diploma" (icazet) almış olmalı, böylece elden ele artık tarîkatin kurucu şeyhi olan ve üzerinde hiçbir şüphe bulunmayan velî'ye kadar silsile kesiksiz devam etmelidir.
Şeyhlik müessesesinin veya tasavvuftaki hiyerarşinin bir başka kaynağı daha vardır ki, bu, İslâm tasavvufunun ayrılmaz bir parçası olmaktan ziyâde ona yabancı kaynaklardan yamanmış bir ilâve hükmündedir. Buna göre görünmeyen âlemin temsilcisi olan velîler bu dünyada oradan aldıkları bir misyonu (ilâhî görevi) yerine getirmektedirler. Dünya onlara "tevdi" edilmiştir ve bu görevin sahipleri gizli bir hükümet hâlinde dünyayı idare ederler. En yukarıda "kutb" denilen ve mertebesi en yüksek olan bir velî vardır. O, dünyanın mihveridir, yani dünya onun üzerinde (onun irâdesine göre) döner. Ondan sonra derece derece daha alt kademelerdeki velîler gelir. Bunlar yaşayan şahsiyetlerdir, fakat dışarıdan bir kimse onların ilâhî görevlerini bilmez. Bizim sıradan bir insan diye gördüğümüz bir kimse pekâlâ zamanın "kutb"u olabilir. Kutb ve onunla birlikte giden merâtibin îsmailîye mezhebinden tasavvufa geçmiş olduğu hakkında genel bir kanaat vardır.
Açıkça şiîlerin imamet telâkkilerini aksettiren bu doktrin, sünnî müslüman kitleleri arasında da çok yaygındır. O kadar ki, tasavvufla pek ilgisi bulunmayan kimseler bile, kaynağından hiç haberdar olmaksızın, böyle bir velîler hiyerarşisinin varlığına inanmışlardır. Böylece kutb telâkkisi müslümanlar arasında en çok rastlanan hurafelerden biri hâlinde yaşamaktadır.
Velilik doktrini üzerindeki başlıca ihtilâf velî ile peygamber (nebî) arasındaki münâsebettir, ki bundan daha önce bahsetmiştik. Sünnî sûfîler velî'yi genellikle Peygamber'in üstünde görmezler; yine sünnî sûfîlere göre, velîlerin kerametleri tabiat kanunlarına esasta aykırı değildir, fakat sâdece bunların oluşu olağanüstüdür: meselâ bir şeyi dua kuvveti ile yapabilirler. Peygamberlerin mucizeleri ise hiçten birşey meydana getirme veya bir şeyin aslî tabiatini değiştirme gibidir9. Peygamberler din tebliğcisi oldukları için bu olağanüstü kuvvetlerini açıkça gösterirler, zira halkı kendilerine inandırmak zorundadırlar. Velîlerin böyle bir vazifesi olmadığı için onlar kerametlerini saklamalıdırlar.
Sûfî doktrininde keramet velînin aslî özelliği değildir; tam tersine, Allah'a olan yakınlığı dolayısiyle kendisine bağışlanmış bir lütûftur. Fakat gerçek hayatta keramet bir velînin ayırdedici vasfı olarak görülmüş ve velî denince hemen dâima keramet sahipleri anlaşılmıştır. Müslüman Türkler arasında en popüler yazılı ve sözlü edebiyat örnekleri evliya menkıbeleridir ve bunlarda velînin çeşitli kerametleri anlatılır.​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
..:: 2 ::..
Evliya kerametlerini inanılmaz bulanlar bir noktaya bilhassa dikkat etmelidirler. Evliya menkıbeleri tasavvufta -hattâ bütün din hayatında- çok önemli bir yer tutar ve bu menkıbeler kerametlerle doludur. Bir kimse meselenin keramet tarafına bakarak -şimdi pek-çok aydının yaptığı gibi- bütün bunların hurafeden ibaret bulunduğunu söylemekle büyük bir hatâya düşmüş olur. İslâm dünyası da dâhil olmak üzere Doğu'da bir hikâyenin vukuundaki sıhhat dâima ikinci plânda düşünülen, hattâ bazan hiç dikkat edilmeyen birşeydir. Burada hâdisenin objektif şartlara uygunluğu önemli değildir, çünkü anlatılmak istenen şey objektif olay değildir. Hiçbir evliya menkıbesi bir olayı ifâde etmek üzere anlatılmaz. Olay, orada belirtilmek istenen ahlâkî muhteva için bir kılıftır ve bu kılıfın kültürde geçerli olan şeylerden seçilmesi pek tabiîdir. Biz bugün aynı gerçekleri anlatmak istediğimiz zaman akıl-dışı olayları kullanmıyoruz, fakat onları kullananların asıl maksatlarının bizimkinden hiç de farklı olmadığım hesaba katmalıyız.
Sûfî doktrinindeki bu inanışların maddî bir teşkilât varlığına bürünmesi tarîkatleri doğurmuştur. Tarîkatlerin ortaya çıkışı başlangıçta tabiî olarak bir araya gelmiş insanların, daha sonra yarı-şeklî bir organizasyon kazanmaları halinde görünmektedir. Tarikat kurucularının çoğu kendi hayatları içinde bir teşkilâtlı birlik meydana getirmiş değillerdir. Bu teşkilâtlar çoğunlukla tarikatın piri sayılan şahsiyetin ölümünden sonra müridleri veya kendi yerlerine geçen kimse tarafından kurulmuş, zamanla bütün organizasyonlarda görüldüğü şekilde gelenekleri teşekkül etmiştir. Böyle bir teşkilâtlanma şeyhin ölümü üzerine taraftarlarının birarada kalabilmek istek ve ihtiyacından doğmaktadır. Şeyh hayatta iken onun şahsiyeti grubu ayakta tutmaya yeter; esasen müridlerin bir araya gelmesinin sebebi de şeyhin varlığıdır.
Şeyhlerin en önemli özelliği çevrelerinde yaşanan dinî hayata itiraz etmeleri ve ona bir alternatif göstermeleridir. Şeyhin itirazı dine değil, fakat dinin belli yorumlarına karşıdır. Bunların gayesi dinin "esası" veya "özü" dedikleri şeklini yaşamak ve yaşatmaktır. Başlangıçta çoğunlukla din konularında halka hitap etmeye müsait işlerde çalıştıkları görülüyor: bâzıları vaiz, bâzıları müderris vb.lerdir. İlk devirlerin büyük mutasavvıfları sonraki tarihlerde zahir ulemâsı dedikleri, kimselerin işgal ettiği mevkilerde bulunarak fikirlerini neşretmişler, ancak daha sonra cemaatin çoğunluğunun görüşlerine aykırı düşünce kamu görevlerinden ayrılmışlardır. Bunların geniş kitleden ayrı bir cemaat teşkil etmeleri için sâdece ondan farklı düşünmeleri yetmez. Bütün tarikat şeyhleri dâima kendi çevrelerinde gördüklerinden daha yoğun, daha heyecan verici bir din hayatı yaşayan insanlardır.
Tarîkatlerin ilk örnekleri sekizinci yüzyılın ilk yansında görülüyor. Başlangıçta büyük mutasavvıfların etrafında toplanmak dolayısiyle biraraya gelen kimselerin ilk defa ne zaman ve nerede devamlı bir ikamet yeri (tekke, hankah, dergâh) kurduklarını bilmiyoruz. Bu şekilde teşkilâtlanmanın daha önce hıristiyanlarda, onlardan önce Mitra dininde, Eski Mısır'da ün. örneklerine rastlıyoruz. İlk sûfî hankahlarının Hıristiyan manastırlarından etkilenmiş olması mümkündür, fakat sûfî tekkeleri tamamen farklı çizgiler boyunca gelişmiştir.
Sûfî tekkelerini hıristiyan manastırlarından ayıran en büyük fark bunların dünya hayatına kapalı olmayışlarıdır. Tarîkatlerin onikinci yüzyıla kadarki gelişmesinde dikkati çeken iki husustan biri dervişlerin serbest meslek veya idarî görevlerin - çoğunlukla- dışında kalmaları, ikincisi de bu uzaklaşmayı tam bir uzlet veya tarik-i dünya mesleği haline getirmeyip halkın içinde dolaşarak bir çeşit irşâd ve uyarma görevi yapmalarıdır. Bu ikinci noktaya hıristiyan tarîkatlerinde rastlanmaz. Dervişlerin fonksiyonları esas itibariyle dinin adalet, yardım, şefkat vb. gibi ahlâkî emirleri konusunda hem halkı, hem idarecileri ve ulemâyı devamlı olarak uyarmaktı. Bunların şikâyetleri bir bakıma halkın şikâyeti mânâsına geldiği için, iktidar sahipleri genellikle dervişlerle hoş geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat onların şikâyetlerinin müeyyidesi çok önemliydi ve bu müeyyide âdeta dervişlerin imtiyazına verilmiş gibiydi. Ümerâ (beyler, idareciler)nın görevi dünya işleriyle uğraşmaktı ve bunlar dini değil dünyayı temsil ediyorlardı; ulemâ ise büyük çoğunluğuyla fıkıh âlimlerinden müteşekkildi ve onlar da hukukçu olmak itibariyle dünyevî muamelelere dalmışlardı. Bunların dışında asıl ebedî âlemi, Tanrı'nın ceza ve mükâfatını insanlara tebliğle görevli olanlar sanki dervişlerdi.
İslâm cemiyetinde dünya ile âhiretin bu kadar yan-yana ve içice olmasının en önemli sebeplerinden biri de herhalde dervişlerin propagandasının tesiridir. Bu adamlar yüzlerce yıl müslümanların uyanık vicdanı gibi dâima âhireti, Tanrı'yı, dünyanın ötesindeki gerçek âlemi hatırlatmışlardır. Kapımızı çalan adam pek âlâ Hızır aleyhisselâm olabilir; karşılaştığımız, görüştüğümüz insanlar arasında kimlerin velî olduklarını hiç bilemeyiz. Tanrı her an yanıbaşımızda, her an bizimle meşguldür.
Ulemânın kitaba, şeyhlerin ise kalplerine başvurmaları tatbikatta önemli farklılaşmalara yol açmıştır. Medresenin baskısının kuvvetle hissedildiği yerlerde kaynağını oradan alan entellektüel bir kontrol gücü tarîkatler üzerinde de son derece müessir olmuş bulunuyor. Bu yüzden kültür merkezi olan büyük şehirlerde tekke ile medrese birbirine oldukça yakın olmuştur. Fakat böyle bir kontrolün bulunmadığı yerlerde tekkelerin her türlü bâtıl itikad ve putperestlik unsurlarıyla dolduğu görülüyor. Kuzey Afrika tarîkatlerinin dejenere olmasının en büyük sebebi, kitabın standartları yerine kalbin semboller dünyasını hâkim kılmalarıdır. Kalbin dünyasının kitabınkinden çok geniş olduğu muhakkaktır, ama onun kapılarının doğru kadar yanlışa da ayni derecede açık bulunduğu unutulmamalıdır.
Fakat şurasını dâima hatırda tutmak gerekir ki, şeyhlerin ulemâdan ayrılmaları sâdece aradaki bir doktrin ihtilâfından ibaret kalmamıştır. İslâm devletleri şeriati uygulamakla görevli hükmî şahsiyetler olmak itibariyle dâima ulemâ ile işbirliği yapmak mecburiyetinde kalmışlar, bu ise ulemânın zaman zaman "sevimsiz" rejimlerin destekçisi gibi görünmesine yol açmıştır. Halkın devletle çatışma halinde olduğu zamanlarda kanun -koyucuların ve uygulayıcıların hep ayni antipati çerçevesine sokulduklarını hepimiz biliriz. Hele kanunların ve nizamların objektif, umûmî olmaları, yani her husûsî hal için ayrı karar verilmediği gözönüne alınacak olursa, bazı ferdî vak'alarda insanların adalet duygularının nasıl rencide olduğu her zaman görülen şeylerdir. Bu gibi hallerde kanunun soğuk ve kuru hükmüne karşı kalbin sıcaklığı hâkim olur, işte tarîkatler devlet gücü karşısında kendilerini mağdur ve güçsüz görenlerin sığındığı yerler olmuştur. Ulemâ kanundan başka hiçbirşey tanımayan asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı yaratırken, tarikat şeyhi baba şefkatinin sembolü olabilmektedir, çünkü o "müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış" prensibinin temsilcisidir.
Tarîkatlerin, içinde bulundukları cemiyetin tipine göre bir sosyal fonksiyon icra ettikleri muhakkaktır. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık zamanlarında mensuplarının manevî ihtiyaçları yanında siyasî ve sosyal ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyorlar. Cemiyetin bir bütün olarak huzur ve sükûna kavuştuğu zamanlarda ise onların zamanımızdaki kulüplere benzer bir fonksiyon kazandıklarını görüyoruz. Tekke müdavimlerinin çoğunlukla gençlerden oluşması da bunun bir delilidir. Böyle zamanlarda tekkeler gençlerin sosyal terbiye görmelerini sağlayan en önemli müessese olmuşlardır. Bugünkü tâbirle "sosyalleşme" dediğimiz şey, yani yeni nesillere cemiyetin davranış normlarını yerleştirme işi, tarikatlerin âdeta ihtisas sahası haline gelmiştir. Özellikle yaş hiyerarşisinin ve hayat tecrübesinin çok önemli sayıldığı geleneksel cemiyet tipinde büyüklerden küçüklere intikal eden muaşeret mirası tarikat bünyesi içinde çok iyi aktarılıyordu.
Tarîkatlerin birçoğunda ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozulma, cemiyetteki genel bozulmanın tasavvuf sahasına da aksetmesinden başka birşey değildir. Özünde serbest ferdî tecrübeyi esas alan bir "yol" un giderek bir devlet dâiresi haline gelmesi, şeyhlerin tahsisatla geçinen birer memur durumuna düşmeleri, hareketi besleyen kültür canlılığının sönmesine neden olmuştur.​
 
Üst Alt