MURATS44
Özel Üye
Tarih, 613… Hz. Muhammed’e peygamberlik verilişinin dördüncü yılı… Nebilikten Resullüğe yani sadece ALLAH’tan vahiy alan bir peygamber olmaktan, kendisine ait bağımsız bir sistem (şeriat) sahibi olan bir üst düzey peygamberlik aşamasına geçilir. Hz. Adem’den O’na kadar gelmiş toplam 124.000 peygamber içinde Resül olanlar sadece 313 tanedir.
Üç yıllık sıkıntılı bekleyişin intikamını almak istercesine yeni vahiyler peşpeşe gelir:
“Şimdi bana kim inanır?” deyişine, huzurlu bir özgüvenle:
“Merak etme” diye cevap verir, “hiç kimse inanmasa bile ben inanırım!”
Sonra hastalandığını zanneden halaları kendisini ziyaret eder. Gerçeği öğrendikleri zaman da cesaret verirler:
“Hiç durma! Rabbinin emrini yerine getir ve herkesi çağır” derler, “ama Ebu Leheb’i değil! Çünkü o böyle bir şeyi asla kabullenmez ve mutlaka bozmaya çalışır”
Halaları çok yerinde bir uyarıda bulunmuşlardır. Bu destekten aldığı cesaretin de etkisiyle Hz. Ali’yi çağırır. Ona az miktarda pide, et ve sütten oluşan mütevazı bir yemek hazırlamasını söyler. O günlerin bol çeşitli, zengin sofralarının aksine özellikle mütevazı bir sofradır bu. Daha ilk adımdan itibaren ve bütün detaylarda İslami değerleri temsil etmeye başlamıştır. Güç göstergesi ve övünme aracı lüks sofralar yerine işlevsel ve israfa yer vermeyen insani alternatifleri… Hz. Ali, kendisinden istenileni hızla hazırlar ve hemen ertesi günü Abdülmuttalib oğullarının önde gelenlerini evine davet eder. İçlerinde iki kadının da bulunduğu yaklaşık 40 kişi olan misafirler sofranın etrafına sıralanırlar. Servisi Ali yapar, Hz. Muhammed yemeğe oturmaz, bir kenarda bekler. Önce yemekler yenir ve herkes hayret içinde kalır. Görüntüye göre birkaç kişiyi bile doyuramayacakmış gibi duran o azıcık yemek ve süt, 40 tan fazla insanı, hem de tıka basa doyurmuş ve geriye de hiç el sürülmemiş gibi kalmıştır. Bu, bir mucizedir. Hz. Muhammed’in bilinen ilk mucizesi… O andan itibaren vefat edinceye kadar binden fazla başka mucizeleri de görülecektir (bu rakam sadece bir biçimde kitaplara geçmiş olanların sayısıdır, tamamı ise bilinmemektedir).
Gerçi modern insanın zihni mucizelerin gerçekliğini kabullenmekte zorlanır. Onları, arkadan gelen takipçileri tarafından peygamberlerine duydukları kültleştirme eğiliminin abartılı bir görünümü olarak yorumlar. Ama biz, bir an için durup kendimize şu soruyu soralım. ALLAH var mıdır? Yanıtımız hayırsa zaten bu konuda konuşacak ve düşünecek hiçbir şey kalmamıştır. Eğer yanıt evetse, o zaman da ikinci soru. ALLAH’ın gücü, bilgisi, iradesi ve hikmeti sonsuz mudur? Bu soruya geldiğimize göre yanıt evet olmak zorundadır. Çünkü yukarıda sıralanan nitelikleri sonsuz olmayan bir varlığın ALLAH olabilme olasılığı bulunmamaktadır. O zaman da son soru, bu durumda ALLAH’ın peygamberlik gibi son derece zor ve başkaları açısından normal koşullarda kabulü neredeyse olanaksız bir göreve destek olmak üzere peygamberlerini mucizelerle donatması son derece anlamlı ve gerekli olmaz mı? Evet, mucize peygamberlik görevinin zorluğunu dengeleyen bir tür kimlik kartıdır. Bu sayede ALLAH, peygamberin muhatabı olan insanlara olayların diliyle:
“Bu insan sıradan biri değil özel bir varlık, ALLAH’ın insanlara gönderdiği bir Elçi’dir ki onun eliyle doğa yasaları geçersiz hale gelebilmekte, değişmekte, başkaları için olanaksız olan şeyler onlar için mümkün olabilmektedir” mesajı verilmiş olur. Fakat mucizeler sadece gerçeğin peşinde olan önyargısız insanlara etki eder. Maddi çıkarlarına kitlenmiş olanlara onların bile söyleyeceği bir şey yoktur. Ve bu ayrım Hz. Muhammed’in kalan 20 senelik yaşamında yüzlerce örnekle kendini tekrar tekrar gösterecektir.
Yemek faslı biter ve sıra toplanma amacına gelir. Gerçi herkes ne için orada olduğunu bilmektedir ama konunun açığa dökülmesi için Hz. Muhammed’in konuşması beklenir. Ve o anda olanlar olur.
Amca Ebu Leheb ayağa fırlar ve açar ağzını yumar gözünü… adeta lav püskürmektedir. İlk olarak az önce yaşadıkları yemek mucizesinden söz eder. İnsanlardan onun etkisini gidermek ister ve bu olayda Hz. Muhammed’i sihir yapmakla suçlar. Zaten başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün peygamberler yaşadıkları dönemlerde, gösterdikleri mucizeler karşısında, inkara şartlanmış olanlar tarafından sihirbazlıkla suçlanmışlardır. Ebu Leheb’in bu yorumu sonraki zamanlarda birçok kez tekrarlanacaktır. Ve bu girişten sonra sözü Hz. Muhammed’e yöneltir:
Hz. Muhammed’in yaptığı deneme araya Ebu Leheb gibi bozguncu bir unsur girmese bile zaten yeterince zordur, çünkü Muhammed Hamidullah’ın işaret ettiği gibi:
“İnsan topluluklarında çok az kimse teolojinin soyut konularıyla ilgilenmekte fakat toplumun hemen hemen bütünü, atalardan gelen örflerde bir sapma ve bu adetlerde bir yenilik hareketi başlatılmasına karşı ayaklanmaktadır.” Ve o gün Hz. Muhammed için bir de Ebu Leheb faktörü ortaya çıkmış ve bütün bu zorlukların üzerine tuz biber ekmiştir.
Kimdir bu provakatör? Kimdir bu Ebu Leheb denen adam?
Hz. Muhammed’in babası Abdullah ile farklı annelerden dünyaya gelmiş olan bu amca, Abdülmuttalib’in on oğlu içinde kesinlikle ahlaken en düşkün olanıdır. Sert mizaçlı, hırçın biridir. Yanakları, ateş fışkıracak gibi kan kırmızıdır. Bu nedenle gerçek ismi Abdüluzza yerine “Ateş Babası” anlamına gelen Ebu Leheb künyesiyle çağrılır. Alabildiğine çıkarcı ve para canlısıdır. Hz. Muhammed’e gösterdiği amansız düşmanlığın araka planında ise bu yeni din tartışması yüzünden Abdülmuttalib oğullarının Kureyş içindeki konumunun sarsılması ve bunun sonucunda da maddi çıkarlarının zarar görmesi korkusu yar alır. Ebu Leheb, özellikle baba Abdülmuttalib vefat ettikten sonra iyice yoldan çıkar. Kendini tamamen içkiye ve sefahate verir. Sürekli Kureyş gençleriyle beraber içki âlemlerindedir. Öyle ki bu işler için parası bittiğinde tutar Kâbe’de muhafaza edilen mücevherleri çalar ve Kureyş içinde büyük bir huzursuzluk nedeni olur. Zaten Hz. Muhammed’e karşı yıllar öncesinden getirdiği gizli bir kini vardır. Bir gün bilemediğimiz bir nedenden Ebu Talib ile Ebu Leheb kavga etmiş ve Ebu Leheb galib gelerek Ebu Talib’in göğsü üstüne oturup, onu tokatlamaya başlamıştır. Bu durumu gören genç Muhammed’de kavgaya karışarak onu Ebu Talib’in göğsünden atmıştır. Ebu Leheb, bu müdahaleye alınmış ve:
“Ben de senin amcanım. Bunu hiç unutmayacağım!” demiştir. Ve unutmamıştır da.
Ebu Leheb’in İslam düşmanlığının bir diğer nedeni de en yaygın nedendir: “kibir”. Daha sonra ki yıllarda Hz. Muhammed’e Müslüman olduğu taktirde kendisine köle ve yoksul Müslümanlardan nasıl bir üstünlük verileceğini sormuş:
“Hiçbir şey!” yanıtını alınca da:
“Benimle şunları bir tutan dine yazıklar olsun!” diyecektir.
Ve bu olay da Hz. Muhammed’in sınavının ve eğitiminin yeni bir bölümünü oluşturur. Sabır ve dayanıklılık, engeller karşısında yılmama… Dersini iyi alır ve Hz. Ali’ye hemen ertesi gün:
“Aynı yemekleri tekrar hazırla ve aynı insanları yeniden çeğır!” der. Ali kendinden istenenleri hızla yerine getirir ve aynı topluluk, Hz. Muhammed’in evinde yine sofranın başında bir araya gelir. Ve aynı yemek mucizesi de bir kez daha tekrarlanır. Ebu Leheb dün yapacağını yapmış ve bu gün aynı şeyleri tekrarlamanın aleyhine olabileceği hatta Muhammed’e puan kazandırabileceği endişesiyle suskun kalır. Yemek bitince Hz. Muhammed ayağa kalkarak:
“Ben ey ALLAH’ın Elçisi!” der. Hz. Muhammed ona:
“Otur ey Ali!” diye yanıt verir ve sorusunu tekrarlar. Yine Hz. Ali’den başka ayağa kalkıp, yanıt veren biri olmaz. Abdülmuttalib oğulları birbirlerine bakmaktadır. Sonra soru üçüncü kez tekrarlanır. Yanıt verip, ayağa kalkan yine sadece Ali olur. Bu kez Hz. Muhammed, Ali’ye “Otur!” demez. Elini eline alır:
“İçinizde bu insan benim kardeşim, vasim ve vekilim olmuştur” der. “Sözlerini dinleyin ve kendisine itaat edin. Bu işe amcalarım olmaksızın, amcamın oğlu varis oldu!” diyerek sözlerini bitirir. Bu konuşma bazılarının gülüşmesine yol açar, Ebu Talib’e dönüp:
“Bak sana oğluna itaat etmeni emrediyor! İtaat et ona!” derler. Ebu Talib ise ciddiyetini bozmaz:
“Bırakın Ali’yi” diyerek yanıt verir. “Amcasının oğlu onun başına hayırdan başka bir şey getirmez.” Sonra da Hz. Muhammed’e döner:
“Ey Muhammed!” der, “sen emrolunduğun şeye devam et. Yemin olsun ki ben etrafını kuşatır seni her tür tehlike ve düşmanlıktan korurum. Ama Abdülmuttalib’in dininden ayrılamam. Ben ancak onun öldüğü din üzerinde ölürüm!” bu konuşma diğerlerini de etkiler. Herkes sırayla Ebu Talib’in sözlerine benzer şeyler söyler ama Ali’den başka hiç kimse iman etmez. Sadece Hz. Muhammed’i bu yolda başkalarından gelebilecek tehlikelerden koruyacakları sözünü verirler ki bu, İslam’a duyulan herhangi bir sempatiden çok Arap toplumunun bel kemiğini oluşturan kabile ve soy dayanışmasının bir gereğidir. Tahmin edileceği üzere günün tek çatlak sesi Ebu Leheb’ten gelir. Fakat bu kez kısık ve bitkindir. Sadece:
“Ey Abdülmuttalib oğulları!” der, “bunun sizi çağırdığı şey yemin olsun ki bir kötülüktür. Başkaları O’nu bu işten alıkoymadan önce ilk engelleyen siz olun. Eğer siz bu gün O’na boyun eğecek ve O’nu destekleyecek olursanız aşağılanır ve hakarete uğrarsınız. O’nu korumaya kalkışacak olursanız, öldürülürsünüz!” O’nun hakkından da amca Ebu Talib ve dirayetli hala Safiyye gelirler:
“Ey kardeşim!” der Safiyye, “kardeşinin oğlunu yardımsız bırakmak sana yakışır mı?” ebu Talib ise daha sert çıkar ve:
“Ey korkak adam” diyerek seslenir Ebu Leheb’e, “ALLAH’a yemin olsun ki biz, sağ oldukça O’na yardım edecek, savunacak ve koruyacağız!
Toplantı, Ebu Talib’in Hz. Muhammed’e söylediği sözlerle son bulur:
“Ey kardeşimin oğlu! İnsanları toplu olarak dinine davet etmek istediğin zamanı bildir! Hepimiz silahlanıp, seninle birlikte ortaya çıkalım!”
Üç yıllık sıkıntılı bekleyişin intikamını almak istercesine yeni vahiyler peşpeşe gelir:
“Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar, sadece Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut, kötü şeylerden uzak dur, yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma, Rabbin için sabret.” (Müddessir,74:1-7)
“ Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüzçevir” (Hicr,15:94)
“Önce en yakın akrabalarını uyar!” (Şuara,26:214)
Son ayet hem ne yapması gerektiğini söylemekte hem de bunu nasıl yapması gerektiğini öğretmektedir. İşe en yakınlarından başlayacaktır. O ana kadar gizli bir biçimde ve tek tek özenle seçilmiş kişilere ulaşılmış, tepki görme riski asgariye indirilmiştir ama şimdi durum değişmektedir. İçinde her çeşit insan bulunan toplulukların karşısına çıkarak net bir biçimde peygamber olduğunu ve kendisine uymaları gerektiğini söylemesi istenir. Bu, Hz. Muhammed için hayatının en zor olaylarından biri olur. Bir ay evinden dışarı çıkmaz. Sürekli düşünür. Bir yanda Rabbinin emri diğer yanda ise en yakın akrabaları bile olsa böyle bir çağrıyla karşılaşan insanların gösterecekleri muhtemel tepki vardır. Ve çok zor bir iştir bu… Tam 40 senedir kendisini ‘Ebu Talib’in yetimi’ kimliğiyle tanımış insanlardan bir anda bir peygamber olduğunu kabul etmelerini ve kendisine iman etmelerini beklemek… Bu sırada en büyük tesellisi ve yardımcısı eşi Hz. Hadice olur. Kendisinin, sıkıntıyla:
“Şimdi bana kim inanır?” deyişine, huzurlu bir özgüvenle:
“Merak etme” diye cevap verir, “hiç kimse inanmasa bile ben inanırım!”
Sonra hastalandığını zanneden halaları kendisini ziyaret eder. Gerçeği öğrendikleri zaman da cesaret verirler:
“Hiç durma! Rabbinin emrini yerine getir ve herkesi çağır” derler, “ama Ebu Leheb’i değil! Çünkü o böyle bir şeyi asla kabullenmez ve mutlaka bozmaya çalışır”
Halaları çok yerinde bir uyarıda bulunmuşlardır. Bu destekten aldığı cesaretin de etkisiyle Hz. Ali’yi çağırır. Ona az miktarda pide, et ve sütten oluşan mütevazı bir yemek hazırlamasını söyler. O günlerin bol çeşitli, zengin sofralarının aksine özellikle mütevazı bir sofradır bu. Daha ilk adımdan itibaren ve bütün detaylarda İslami değerleri temsil etmeye başlamıştır. Güç göstergesi ve övünme aracı lüks sofralar yerine işlevsel ve israfa yer vermeyen insani alternatifleri… Hz. Ali, kendisinden istenileni hızla hazırlar ve hemen ertesi günü Abdülmuttalib oğullarının önde gelenlerini evine davet eder. İçlerinde iki kadının da bulunduğu yaklaşık 40 kişi olan misafirler sofranın etrafına sıralanırlar. Servisi Ali yapar, Hz. Muhammed yemeğe oturmaz, bir kenarda bekler. Önce yemekler yenir ve herkes hayret içinde kalır. Görüntüye göre birkaç kişiyi bile doyuramayacakmış gibi duran o azıcık yemek ve süt, 40 tan fazla insanı, hem de tıka basa doyurmuş ve geriye de hiç el sürülmemiş gibi kalmıştır. Bu, bir mucizedir. Hz. Muhammed’in bilinen ilk mucizesi… O andan itibaren vefat edinceye kadar binden fazla başka mucizeleri de görülecektir (bu rakam sadece bir biçimde kitaplara geçmiş olanların sayısıdır, tamamı ise bilinmemektedir).
Gerçi modern insanın zihni mucizelerin gerçekliğini kabullenmekte zorlanır. Onları, arkadan gelen takipçileri tarafından peygamberlerine duydukları kültleştirme eğiliminin abartılı bir görünümü olarak yorumlar. Ama biz, bir an için durup kendimize şu soruyu soralım. ALLAH var mıdır? Yanıtımız hayırsa zaten bu konuda konuşacak ve düşünecek hiçbir şey kalmamıştır. Eğer yanıt evetse, o zaman da ikinci soru. ALLAH’ın gücü, bilgisi, iradesi ve hikmeti sonsuz mudur? Bu soruya geldiğimize göre yanıt evet olmak zorundadır. Çünkü yukarıda sıralanan nitelikleri sonsuz olmayan bir varlığın ALLAH olabilme olasılığı bulunmamaktadır. O zaman da son soru, bu durumda ALLAH’ın peygamberlik gibi son derece zor ve başkaları açısından normal koşullarda kabulü neredeyse olanaksız bir göreve destek olmak üzere peygamberlerini mucizelerle donatması son derece anlamlı ve gerekli olmaz mı? Evet, mucize peygamberlik görevinin zorluğunu dengeleyen bir tür kimlik kartıdır. Bu sayede ALLAH, peygamberin muhatabı olan insanlara olayların diliyle:
“Bu insan sıradan biri değil özel bir varlık, ALLAH’ın insanlara gönderdiği bir Elçi’dir ki onun eliyle doğa yasaları geçersiz hale gelebilmekte, değişmekte, başkaları için olanaksız olan şeyler onlar için mümkün olabilmektedir” mesajı verilmiş olur. Fakat mucizeler sadece gerçeğin peşinde olan önyargısız insanlara etki eder. Maddi çıkarlarına kitlenmiş olanlara onların bile söyleyeceği bir şey yoktur. Ve bu ayrım Hz. Muhammed’in kalan 20 senelik yaşamında yüzlerce örnekle kendini tekrar tekrar gösterecektir.
Yemek faslı biter ve sıra toplanma amacına gelir. Gerçi herkes ne için orada olduğunu bilmektedir ama konunun açığa dökülmesi için Hz. Muhammed’in konuşması beklenir. Ve o anda olanlar olur.
Amca Ebu Leheb ayağa fırlar ve açar ağzını yumar gözünü… adeta lav püskürmektedir. İlk olarak az önce yaşadıkları yemek mucizesinden söz eder. İnsanlardan onun etkisini gidermek ister ve bu olayda Hz. Muhammed’i sihir yapmakla suçlar. Zaten başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün peygamberler yaşadıkları dönemlerde, gösterdikleri mucizeler karşısında, inkara şartlanmış olanlar tarafından sihirbazlıkla suçlanmışlardır. Ebu Leheb’in bu yorumu sonraki zamanlarda birçok kez tekrarlanacaktır. Ve bu girişten sonra sözü Hz. Muhammed’e yöneltir:
“Ey Muhammed!” der, “bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Bu sapkınlıktan vazgeç! İyi bil ki bu topluluk senin için bütün Araplarla savaşmayı göze alacak değildir. O nedenle başımıza bir bela getirmeden senin hakkından ilk önce bizim gelmemiz gerekir. Ey Muhammed! Ben kendi ailesi ve yakınları için senden daha şerli ve uğursuz bir kimse görmedim!”
Sinek uçsa sesi duyulacaktır. Ebu Leheb o an için tam bir zafer kazanır. Hiç kimse Hz. Muhammed’in lehine bir yorum yapma cesaretini kendinde bulamaz ve Abdülmuttalib oğulları topluluğu sessizce dağılır.
Hz. Muhammed’in yaptığı deneme araya Ebu Leheb gibi bozguncu bir unsur girmese bile zaten yeterince zordur, çünkü Muhammed Hamidullah’ın işaret ettiği gibi:
“İnsan topluluklarında çok az kimse teolojinin soyut konularıyla ilgilenmekte fakat toplumun hemen hemen bütünü, atalardan gelen örflerde bir sapma ve bu adetlerde bir yenilik hareketi başlatılmasına karşı ayaklanmaktadır.” Ve o gün Hz. Muhammed için bir de Ebu Leheb faktörü ortaya çıkmış ve bütün bu zorlukların üzerine tuz biber ekmiştir.
Kimdir bu provakatör? Kimdir bu Ebu Leheb denen adam?
Hz. Muhammed’in babası Abdullah ile farklı annelerden dünyaya gelmiş olan bu amca, Abdülmuttalib’in on oğlu içinde kesinlikle ahlaken en düşkün olanıdır. Sert mizaçlı, hırçın biridir. Yanakları, ateş fışkıracak gibi kan kırmızıdır. Bu nedenle gerçek ismi Abdüluzza yerine “Ateş Babası” anlamına gelen Ebu Leheb künyesiyle çağrılır. Alabildiğine çıkarcı ve para canlısıdır. Hz. Muhammed’e gösterdiği amansız düşmanlığın araka planında ise bu yeni din tartışması yüzünden Abdülmuttalib oğullarının Kureyş içindeki konumunun sarsılması ve bunun sonucunda da maddi çıkarlarının zarar görmesi korkusu yar alır. Ebu Leheb, özellikle baba Abdülmuttalib vefat ettikten sonra iyice yoldan çıkar. Kendini tamamen içkiye ve sefahate verir. Sürekli Kureyş gençleriyle beraber içki âlemlerindedir. Öyle ki bu işler için parası bittiğinde tutar Kâbe’de muhafaza edilen mücevherleri çalar ve Kureyş içinde büyük bir huzursuzluk nedeni olur. Zaten Hz. Muhammed’e karşı yıllar öncesinden getirdiği gizli bir kini vardır. Bir gün bilemediğimiz bir nedenden Ebu Talib ile Ebu Leheb kavga etmiş ve Ebu Leheb galib gelerek Ebu Talib’in göğsü üstüne oturup, onu tokatlamaya başlamıştır. Bu durumu gören genç Muhammed’de kavgaya karışarak onu Ebu Talib’in göğsünden atmıştır. Ebu Leheb, bu müdahaleye alınmış ve:
“Ben de senin amcanım. Bunu hiç unutmayacağım!” demiştir. Ve unutmamıştır da.
Ebu Leheb’in İslam düşmanlığının bir diğer nedeni de en yaygın nedendir: “kibir”. Daha sonra ki yıllarda Hz. Muhammed’e Müslüman olduğu taktirde kendisine köle ve yoksul Müslümanlardan nasıl bir üstünlük verileceğini sormuş:
“Hiçbir şey!” yanıtını alınca da:
“Benimle şunları bir tutan dine yazıklar olsun!” diyecektir.
Ve bu olay da Hz. Muhammed’in sınavının ve eğitiminin yeni bir bölümünü oluşturur. Sabır ve dayanıklılık, engeller karşısında yılmama… Dersini iyi alır ve Hz. Ali’ye hemen ertesi gün:
“Aynı yemekleri tekrar hazırla ve aynı insanları yeniden çeğır!” der. Ali kendinden istenenleri hızla yerine getirir ve aynı topluluk, Hz. Muhammed’in evinde yine sofranın başında bir araya gelir. Ve aynı yemek mucizesi de bir kez daha tekrarlanır. Ebu Leheb dün yapacağını yapmış ve bu gün aynı şeyleri tekrarlamanın aleyhine olabileceği hatta Muhammed’e puan kazandırabileceği endişesiyle suskun kalır. Yemek bitince Hz. Muhammed ayağa kalkarak:
“Hamd sadece ALLAH’a dır” der ve ekler, “Ben de O’na hamd ederim. Yardımı da O’ndan dilerim. O’na inanır, O’na dayanırım. Bilir ve bildiririm ki ALLAH’tan başka ilah yoktur. O, birdir; O’nun eşi ve ortağı yoktur. ALLAH’a yemin olsun ki sizler uyur gibi ölecek ve uykudan uyanır gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin ödülünü görecek ve kötülükleriniz yüzünden de ceza çekeceksiniz. İnsanlardan ilk olarak uyardığım kişiler, sizlersiniz. Ey Abdülmuttalib oğulları! ALLAH’a yemin olsun ki, Araplar içinde benim size getirdiğim şeyden, dünya ve ahiretiniz için daha hayırlı ve daha üstününü getirmiş birini bilmiyorum. Ben sizi dile kolay gelen fakat mahşer meydanında kurulacak olan terazide ağır basan iki söze çağırıyorum. Bunlar, ALLAH’tan başka ilah olmadığına ve benim de, ALLAH’ın kulu ve Elçi’si olduğuma tanıklık etmenizdir. Yüce ALLAH bana, size bunları duyurmamı emretti. Ey Abdülmuttalib oğulları! Ben, size ve bütün insanlara gönderilmiş ALLAH’ın Son Elçisiyim! Bu konuda hanginiz bana yardımcı ve kardeşim olmayı ve Cennet’i kazanmayı kabul eder? Hanginiz bu yolda kardeşim ve yardımcım olmak üzere bana itaat eder?”
Yemek salonunda derin bir sessizlik oluşur. Ve yerinden kalkan tek insan, cılız bacakları üzerinde on üç yaşındaki Hz. Ali olur:
“Ben ey ALLAH’ın Elçisi!” der. Hz. Muhammed ona:
“Otur ey Ali!” diye yanıt verir ve sorusunu tekrarlar. Yine Hz. Ali’den başka ayağa kalkıp, yanıt veren biri olmaz. Abdülmuttalib oğulları birbirlerine bakmaktadır. Sonra soru üçüncü kez tekrarlanır. Yanıt verip, ayağa kalkan yine sadece Ali olur. Bu kez Hz. Muhammed, Ali’ye “Otur!” demez. Elini eline alır:
“İçinizde bu insan benim kardeşim, vasim ve vekilim olmuştur” der. “Sözlerini dinleyin ve kendisine itaat edin. Bu işe amcalarım olmaksızın, amcamın oğlu varis oldu!” diyerek sözlerini bitirir. Bu konuşma bazılarının gülüşmesine yol açar, Ebu Talib’e dönüp:
“Bak sana oğluna itaat etmeni emrediyor! İtaat et ona!” derler. Ebu Talib ise ciddiyetini bozmaz:
“Bırakın Ali’yi” diyerek yanıt verir. “Amcasının oğlu onun başına hayırdan başka bir şey getirmez.” Sonra da Hz. Muhammed’e döner:
“Ey Muhammed!” der, “sen emrolunduğun şeye devam et. Yemin olsun ki ben etrafını kuşatır seni her tür tehlike ve düşmanlıktan korurum. Ama Abdülmuttalib’in dininden ayrılamam. Ben ancak onun öldüğü din üzerinde ölürüm!” bu konuşma diğerlerini de etkiler. Herkes sırayla Ebu Talib’in sözlerine benzer şeyler söyler ama Ali’den başka hiç kimse iman etmez. Sadece Hz. Muhammed’i bu yolda başkalarından gelebilecek tehlikelerden koruyacakları sözünü verirler ki bu, İslam’a duyulan herhangi bir sempatiden çok Arap toplumunun bel kemiğini oluşturan kabile ve soy dayanışmasının bir gereğidir. Tahmin edileceği üzere günün tek çatlak sesi Ebu Leheb’ten gelir. Fakat bu kez kısık ve bitkindir. Sadece:
“Ey Abdülmuttalib oğulları!” der, “bunun sizi çağırdığı şey yemin olsun ki bir kötülüktür. Başkaları O’nu bu işten alıkoymadan önce ilk engelleyen siz olun. Eğer siz bu gün O’na boyun eğecek ve O’nu destekleyecek olursanız aşağılanır ve hakarete uğrarsınız. O’nu korumaya kalkışacak olursanız, öldürülürsünüz!” O’nun hakkından da amca Ebu Talib ve dirayetli hala Safiyye gelirler:
“Ey kardeşim!” der Safiyye, “kardeşinin oğlunu yardımsız bırakmak sana yakışır mı?” ebu Talib ise daha sert çıkar ve:
“Ey korkak adam” diyerek seslenir Ebu Leheb’e, “ALLAH’a yemin olsun ki biz, sağ oldukça O’na yardım edecek, savunacak ve koruyacağız!
Toplantı, Ebu Talib’in Hz. Muhammed’e söylediği sözlerle son bulur:
“Ey kardeşimin oğlu! İnsanları toplu olarak dinine davet etmek istediğin zamanı bildir! Hepimiz silahlanıp, seninle birlikte ortaya çıkalım!”