39- İslâmiyyetde felsefe var mıdır ?

HASAN CAN

Active member
İSLÂMİYYETDE FELSEFE VAR MIDIR?


Yukarıda, muhtelif dinlerin îmân esâslarını ve hükmlerini kısaca inceledik. Şimdi de biraz İslâm dîninde felsefe var mıdır? Bunu inceliyelim:
Felsefe, her hangi bir bahs ve mevzû’ üzerinde insanların akl ve mantık yolu ile incelemeler ve araşdırmalarla elde etdikleri netîcelere verilen ismdir. Kısaca, (Her şeyin aslını arama ve ne için var olduğunun sebebini bulma) ma’nâsına gelir. Felsefe, yunanca (Filozofiya = Hikmet sevgisi) demekdir ve derin düşünme, arama, kıyaslama ve tedkîk esâslarına dayanır. Felsefe ile meşgûl olanların, hem rûh, hem de fen bilgilerinde çok derin bilgi sâhibi olması gerekir. Fekat, bir insan ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir veyâ yapdığı araşdırmalardan yanlış netîceler çıkarabilir. İşte bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zemân kesin netîceler vermez. Bir kerre de, bunu işiten insanın kendi akl ve mantık süzgecinden geçirmesi îcâb eder. Her felsefenin bir de zıddı vardır. Onun için, bu karşılığı da incelemek, her iki düşünceyi karşılaşdırmak lâzım olur. Birçok felsefî düşüncelerin zemânla değişebileceği unutulmamalıdır. O hâlde, felsefî düşünceler, hiçbir zemân kesinlik taşımaz.
Kur’ân-ı kerîmde âyetler iki nev’dir. Bunların bir kısmının ma’nâsı açıkdır. Bunlara (Muhkem âyetler) ismi verilir. Bir kısmının ma’nâsı ise, açıkça anlaşılmaz. Bunlar, ayrıca tefsîre, îzâha muhtaçdır. Bu âyetlere (Müteşâbih âyetler) adı verilir.
 

HASAN CAN

Active member
Hadîs-i şerîfler [Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri] de, muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısmdır. Bunları tefsîr etmek mecbûriyyeti, islâm dîninde (İctihâd) müessesesinin kurulmasına sebeb olmuşdur. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” de, bizzat ictihâd yapmışdır. Onun ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yapdıkları ictihâdlar, İslâm bilgilerinin temelidir. İslâm dînini yeni kabûl eden kavmlerin, kendi dinlerine göre mukaddes saydıkları şeylerin islâm dînindeki hükmünün ne olduğunu, islâm dîninin bunlar hakkında nasıl hükm etdiğini sordukları zemân, islâm âlimleri bunlara cevâblar vermişlerdir. Bunlardan i’tikâd, îmân ile ilgili mes’elelerin hâl edilmesi, cevâb verilmesinden (Kelâm) ilmi meydâna gelmişdir. Kelâm âlimlerinin islâmı yeni kabûl edenlere, eski dinlerinin niçin yanlış olduğunu mantıkî bir tarzda isbât etmeleri îcâb ediyordu. Kelâm âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bu mes’eleleri çözmek için çok uğraşdılar. Birçok hakîkatler ve çok kıymetli mantık ilmi ortaya çıkdı. Bir yandan da, yeni müslimân olanlara Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, ebedî olduğunu, doğmamış ve doğurmamış olduğunu, onların anlıyacağı tarzda anlatmak ve şübhelerini ortadan kaldırmak îcâb ediyordu. Kelâm âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bu işde çok muvaffak oldular. Bu mukaddes vazîfeyi yapmakda, müslimân fen adamları da, kelâm âlimlerine yardımcı oldular. Meselâ, yıldızlara kudsiyyet veren Sâbiî ve Veseniye ismindeki putperestleri, bu yanlış i’tikâddan uzaklaşdırmak için, mantık ve hey’et [astronomi] âlimi Ya’kûb bin İshak El-Kindî senelerce uğraşdı ve sonunda onlara, düşüncelerinin yanlış olduğunu vesîkalarla isbât etdi. Ne yazık ki, kendisi, eski Yunan felesoflarının sapık fikrlerinin te’sîrleri altında kalarak Mu’tezilî oldu. 260 [m. 873] de, Bağdâdda vefât etdi.
Beşinci Abbâsî halîfesi Hârûnürreşîd[1] zemânında, Bağdâdda (Dâr-ül-hikmet) isminde bir müessese kurulmuşdu. Bu müessese büyük bir terceme bürosu idi. Yalnız Bağdâdda değil, Şâmda, Harrânda, Antakyada da, böyle ilm merkezleri kurulmuşdu. Buralarda yunancadan ve latinceden eserler terceme edildi. Hind, Fars kitâbları da bunlara eklendi. Ya’nî hakîkî (Rönesans) [Eski kıymetli eserlere dönüş] ilk def’a Bağdâdda başladı. İlk olarak Eflâtûnun, Porphyriosun, Aristotelesin [Aristonun] eserleri arabîye terceme edildi. İslâm âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bunları dikkat ile tedkîk etdiler. Yunan ve Latin filozoflarının ba’zı fikrlerinin doğru, ekserîsinin de hatâlı, bozuk olduğunu isbât etdiler. Bunların, (Muhkem) olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler, akllarına ve mantıklarına ters düşüyordu.
 

HASAN CAN

Active member
Onların, fen ve din bilgilerinin çoğunda câhil oldukları, aklın, fikrin anlıyamadığı bilgilerde, dahâ çok yanıldıkları görüldü. Hakîkî âlimler, meselâ imâm-ı Gazâlî, imâm-ı Rabbânî “rahime-hümallahü teâlâ”, bu felsefecilerin en mühim îmân bilgilerine inanmadıklarını görmüşler, küfrlerine sebeb olan yanlış inanışlarını uzun uzun bildirmişlerdir. İmâm-ı Gazâlînin (El-münkizü aniddalâl) kitâbında bu husûsda geniş bilgi vardır.
[1] Hârûn Reşîd, 193 [m. 809] da Tûsda vefât etdi.
Hakîkî islâm âlimleri, kelâm bilgilerinde, (Müteşâbih) âyet-i kerîme ve hadîslerin açıklamalarında, yalnız Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ictihâdlarına uymuşlar, eski felsefecilerin bunlara uymıyan fikrlerini red etmişler, böylece islâm dînini, hıristiyanlık gibi bozulmakdan korumuşlardır. Câhil kimseler ise, felesofların her sözlerinin doğru olacağını zannederek, bunlara teslîm olmuşlardır. İşte böylece (Mu’tezile) denilen bozuk bir islâm fırkası meydâna geldi. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” islâmiyyetde yetmişiki bozuk fırkanın hâsıl olacağını haber vermişdir. Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşd, İbni Bâce gibi filozoflar zuhûr ederek, ba’zı bilgilerde Kur’ân-ı kerîmin hak yolundan ayrılmışlardır. İbni Haldûn[1], islâm ilmlerini (Ulûm-i Nakliyye) [Tefsîr, Kırâet, Hadîs, Fıkh, Ferâiz, Kelâm, Tesavvuf] ve (Ulûm-i akliyye) [Mantık, Fizik, Tabi’at, Kimyâ, Matematik, Geometri, Mesâha, Münâzara ve Astronomi] adıyla ikiye ayırmışdır. Bunlardan birincilere (din bilgileri), ikincilerden tecribe ile anlaşılabilenlere ise (fen bilgileri) denir.
İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” rumca öğrenerek eski yunan felsefesini incelemiş, doğru bulmadığı yerlerini red etmişdir. Hârûnürreşîd “rahime-hullahü teâlâ” zemânında islâm ilmlerine karışdırılan felsefe, Montesquieu, Spinoza gibi filozoflara rehberlik etmiş, bunlar “Farabius” adını verdikleri Fârâbînin te’sîri altında kaldıklarını açıkça i’tirâf etmişlerdir.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” yetmişiki fırkadan ilk zuhûr eden şî’î fırkasının Dâî’leri ile savaşdı. Dâî’ler, Kur’ân-ı kerîmin bir iç yüzü (bâtını), bir de dış yüzü (zâhiri) olduğunu iddi’â etdiler. Bunlara (Bâtınî fırkası) ismi verilmişdir. İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” bunların felsefelerini kolayca yıkdı. Bâtınîler bu mağlûbiyyetden sonra, islâmiyyetden dahâ ziyâde ayrıldılar. Ma’nâları açık olmıyan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar vererek (Mülhid) oldular.
 

HASAN CAN

Active member
Siyâsî maksadları sebebi ile işi azıtarak, hak yoldaki (Ehl-i sünnet) müslimânlarının başına belâ oldular.
[1] İbni Hâldûn, 808 [m. 1406] de vefât etdi.
Şî’îler, Alî “radıyallahü teâlâ anh” tarafdârıyız diyerek, İslâm dînine yeni bir felsefe karışdırdılar. Muhtelif fırkaları zuhûr etdi. Hâricîler önceden Alî “radıyallahü anh” tarafdârı görünüp, sonra Ona düşman oldular. Bunların i’tikâdına göre, (Büyük günâh işleyen mü’min, kâfir olur). Bunun için, Alî ve Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anhümâ” kâfir olduklarını iddi’a etmişlerdir. Bu akîdeye [inanca] karşı, ortaya yeni bir akîde dahâ çıkdı. Bunlar her şeyde akla tâbi’ olarak, (Mü’minin mü’mini öldürmesi gibi, çok büyük bir günâh işleyen kimse hakkında insanlar, yeryüzünde, karâr veremez. Onlar hakkında, ancak Allahü teâlâ, âhıretde hükm edecekdir. Onun için, bunlar ne mü’min, ne de kâfirdir) dediler. Bu yeni akîdeye tâbi olanlara (Mu’tezile) adı verildi. Şî’î fırkasından bir de (Gâliye) [ya’nî taşkınlar] fırkası zuhûr etdi ki, bunların akîdesine göre, Cennet ve Cehennem dünyâda bulunmakdadır. Bunlar temâmen kâfirdirler. İslâmiyyet ile hiçbir alâkaları yokdur.
İslâmiyyeti içerden yıkmak istiyen ingilizler, islâm ismi altında, yeni bozuk fırkalar meydâna getirdiler. Bunlar arasında, Behâiyye, Kâdıyâniyye ve Teblîg-ı cemâat fırkaları şöhret buldu. 35.ci sahîfeye ve (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 499.cu sahîfesine bakınız!
1 — BEHÂÎLER: Bunların reîsi Elbâb Alî isminde bir Îrânlıdır. Kendisine ayna derdi. Bu aynada Allah görünüyor derdi. Ölünce, Behâüllah, sonra bunun oğlu Abbâs reîs oldu. Abbâs 1339
[m. 1921] de ölünce, yerine oğlu Şevkı geçdi. Behâullah, peygamber olduğunu söylerdi. Bunlara göre, ondokuz adedi mukaddes imiş. Her ahlâksızlık şeref imiş. Her dilde kitâbları vardır. Adam aldatmasını ingilizlerden öğrendiler.
2 — KÂDİYÂNÎLER: Bunlara Ahmedî de denir. Câmi’ul-ezher üstâdlarından, M.Ebû Zühre diyor ki, (Kâdiyânîliğin kurucusu mirzâ Ahmed, 1326 [m. 1908] de öldü. Lahor civârında Kadyan kasabasına defn edildi. Îsâ aleyhisselâm yehûdîlerden kaçıp Kişmîre geldi. Kişmîrde öldü derler. Ahmed Kâdıyânîye peygamber diyorlar. Kur’ân-ı kerîm, yehûdîlerin ve hıristiyanların hayrlı olduğunu bildiriyor. Bunun için, ingilizleri sevmek ibâdetdir diyorlar. Cihâd emri bitdi. Bize kâfir demiyene biz de kâfir demeyiz. Kâdiyânî olmıyana kız verilmez. Onlardan kız alınır diyorlar). Kendilerine inanmıyan müslimânlara kitâbsız kâfir diyorlar.
Dîr-i zûr medresesi müderrislerinden allâme Hüseyn Muhammed “rahmetullahi aleyh”, Kâdıyânîlerin küfre sebeb olan sözlerini (Erreddü alel-Kâdiyânîyye) kitâbında uzun yazmakdadır.
 

HASAN CAN

Active member
Böyle ismler altında gizlenen kâfirler, kendilerini müslimân tanıtıyorlar. Hıristiyanlarla, yehûdîlerle münâkaşa ederek, islâmiyyetin hak din, biricik se’âdet yolu olduğunu isbât ediyorlar. Buna aldananlar, hemen müslimân oluyorlar. Fekat Behâîler, Kâdiyânîler, Şî’îler ve Vehhâbîler, bu zevallıları aldatarak, kendi bozuk fırkalarına çekiyorlar. Nobel mükâfâtı almış olan fizikci Abdüsselâm Kâdiyânîdir. Cenûb Afrikada, 1980 senesinde hıristiyanlara karşı mücâdele ederek, onları islâmiyyete cezb eden, Ahmed Didad de, Ehl-i sünnet değildir. Yeni müslimân olanların, Ehl-i sünnetin hak yoluna, ebedî se’âdete kavuşmalarına mâni’ olmakdadırlar.
(Tesavvuf ehli): Hak yolda olan (Ehl-i sünnet fırkasından), Sôfîler meydâna çıkdı. Bunlar felsefeye bulaşmadı. Kur’ân-ı kerîmi tâm anlıyabilmek ve hakîkî müslimân olmak için Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yalnız emr ve yasaklarına değil, her hâline ve ahlâkına uymalıdır dediler.
Sôfîlerin yollarının esâsı şunlardır:
1) Fakîrlik, ya’nî her işde, her şeyde Allahü teâlâya muhtâc olduğunu bilmekdir. Hiç kimse ve hiçbir şey, hiçbir şeyi yaratamaz. Fekat, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olurlar. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır dediler.
2) Zühd ve takvâ, her işde islâmiyyete uymakdır. Dînin bütün ahkâmına temâmen uyarak çalışmak, iyilik yapmak ve boş zemânlarını ibâdet ile geçirmekdir. Bugün de sûfî kelimesi, (sofu) şeklinde, dîne çok bağlı olan kimseler için kullanılmakdadır.
3) Tefekkür, sükût ve zikr, ya’nî hep Allahü teâlânın varlığını, ni’metlerini düşünmek, lüzûmsuz konuşmamak, hiç kimse ile münâkaşa etmemek, mümkin olduğu kadar az konuşmak ve dâimâ Allahü teâlânın ismini zikr etmekdir.
4) Hâl ve makâm, ya’nî kalbe gelen nûrlarda, kalbin, rûhun temizlenme derecesini anlamak ve kendinin haddini bilmekdir.
En meşhûr ve ilk sûfî Hasen-i Basrîdir “radıyallahü teâlâ anh”. 21 [m. 624] de tevellüd ve 110 [m. 728] târîhinde vefât etdi. Hasen-i Basrî, öyle büyük bir din âlimidir ki, bütün müslimânlar büyük bir imâm [müctehid] olarak tanırlar. Kuvvetli seciyesi, derin ilmi ile meşhûrdur. Va’zlarında herkesin gönlüne Allah korkusu telkîn etmeğe çalışmışdır. Kendisinden birçok hadîs-i şerîf rivâyet edilen büyük bir hadîs âlimidir. Mu’tezile felsefesinin kurucusu (Vâsıl bin Atâ), önce Hasen-i Basrînin talebesi idi. Sonra, onun dersinden ayrıldı.
 

HASAN CAN

Active member
(Mu’tezil), ayrılan demekdir. (Mu’tezile)nin ikinci bir ismi, (Kaderiyye)dir. Çünki bunlar, kaderi inkâr ederler. (Kul kendi yapdıklarının yaratıcısıdır. Allah hiçbir zemân fenâlık yaratmaz. İnsanın irâde ve yaratmak kudreti vardır. O hâlde bir fenâlık yapmışsa, bütün mes’ûliyyet ondadır. Bunu kader veyâ mukadderât ile te’vîl etmek imkânı yokdur) demekdedirler. Hasen-i Basrînin talebesi olan ve dâimâ onun meclisinde bulunan, Vâsıl bin Atâ, kaderiyye düşüncesini ortaya çıkardı. Onun için, kadere inanan, Hasen-i Basrî, onu yanından uzaklaşdırdı.
(Tesavvuf ehli)ne ya’nî Sôfîlere göre, Hakîkî var olan ancak Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, mutlak varlık, mutlak iyilik, mutlak güzellik sâhibidir. O, gizli bir hazîne iken, kendini tanıtmak istedi. Dünyâyı ve dünyâda yaşıyanları yaratmasının sebebi budur. Allahü teâlâ, hiçbir mahlûka hulûl etmemişdir. (Ya’nî onların içinde değildir.) Hiçbir insan, ilah olamaz. Allahü teâlâ insanın sıfatlarını kendi sıfatlarına benziyen bir sûretde yaratmışdır. Fekat, bu benzeyiş o kadar azdır ki, Onun sıfatlarını deniz sayarsak, insanın sıfatları ancak onun köpüğü olur.
Tesavvufun gâyesi, insanı (Ma’rifet-i ilâhiyye)ye kavuşdurmakdır. Ya’nî Allahü teâlânın sıfatlarını tanıtmakdır. Onun zâtını, ya’nî kendisini tanımak mümkin değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlânın zâtını düşünmeyiniz. Onun ni’metlerini düşününüz!) buyurmuşdur. Ya’nî, Onun kendisinin nasıl olduğunu değil, sıfatlarını ve insanlara verdiği ni’metleri düşünmelidir. Bir kerre de, (Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşündüğün zemân, hâtırına her ne gelirse, bu gelenlerin hiçbiri, Allah değildir) buyurdu. İnsanın aklının kapasitesi, sâhası sınırlıdır. Bu sınırın dışında olanları anlıyamaz. Bunları düşünürse, yanılır. Hakîkate kavuşamaz. İnsan aklı, insan düşüncesi, din bilgilerindeki incelikleri, hikmetleri anlıyamaz. Bunun için, din bilgilerine felsefe karışdıranlar, islâm dîninin gösterdiği doğru yoldan ayrılmışlar, (Bid’at ehli) veyâ (Mürted) olmuşlardır. Bid’at ehli olanlar, kâfir değildir, müslimândırlar. Fekat, doğru yoldan ayrılmış, yetmişiki bozuk fırkanın birinden olmuşlardır. Bu, felsefe kurbanlarının, Kur’ân-ı kerîmden anladıkları yanlış akîdeler, küfre sebeb olmadığı için, müslimândırlar. (İslâm felsefesi diye birşey yokdur. İslâmiyyete sonradan felsefe karışdıranlar olmuşdur) dememiz lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerine “rahime-hümullahü teâlâ” göre, islâm bilgilerinin ölçüsü, insan aklı, insanın düşüncesi değil, muhkem olan [ma’nâları açık olan] âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerdir. Tesavvufun esâsı insanın kendini (aczini, zevallılığını) tanımakdır.
 

HASAN CAN

Active member
Tesavvuf, sırf Allah sevgisi, yüce (Ulvî) aşk esâsı üzerine kurulmuşdur. Buna da ancak, Muhammed aleyhisselâma uymakla kavuşulabilir. Tesavvuf yolunda ilerlerken, kalbde, birçok hâller hâsıl olur. Bu hâllerden biri, (vahdet-i vücûd) ya’nî (Varlık birdir. Mahlûklar, hâlıkın görünüşüdür) hâlidir. Evet Kur’ân-ı kerîmde beyân buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ, insanın kalbine tecellî eder. Fekat, bu tecellî yalnız Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsidir. Akl ile alâkası yokdur. Tesavvuf ehli, Allahın tecellîsini kalbinde duyar. Onun için tesavvuf ehline ölüm bir felâket değil, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allaha dönmek olduğundan ancak bir sevinç vesîlesidir. Büyük mütesavvıf, Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî “rahime-hullahü teâlâ” ölüme, (Şeb-i arûs = Düğün gecesi) adını vermekdedir. Tesavvufda, keder ve ümmîdsizlik yokdur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Mevlânâ “kuddise sirruh”, (Bizim dergâhımız ümmîdsizlerin dergâhı değildir) diyor. Sözleri aynen şöyledir: (Bâzâ, Bâzâ, Her ançe hestî Bâzâ), (Gel, gel, her kim olursan ol gel, Allaha ikilik koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel! Bizim dergâhımız ümmîdsizlik dergâhı değildir. Tevbeni yüz def’a bozmuş olsan bile, gel!) Bu sözler, onüçüncü asrda yaşamış, Baba Efdal Kâşîye de nisbet edilmekdedir. Tesavvuf ehli arasında, imâm-ı Rabbânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylanî, Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî gibi büyük velîler, Sultân Veled, Yûnus Emre, Bağdâdlı Mevlânâ Hâlid gibi Hak âşıkları vardır. Yukarıda bildirilen (Vahdet-i vücûd), tesavvufun gâyesi, sonu değildir. Gâyeye götüren yolculuklarda, kalbde hâsıl olan ve akl ile, fikr ile, madde ile ilgisi olmıyan bilgilerdir. Bunlar kalbde bulunmaz, kalbde görünürler. Onun için, vahdet-i vücûd yerine (Vahdet-i şühûd) demelidir. Kalb, temizlenince, ayna gibi olur. Kalbde görünenler, Allahü teâlânın zâtı değildir. Hattâ sıfatları da değildir. Sıfatlarının zılları, sûretleridir. Allahü teâlâ kendi, görme, işitme, bilme gibi sıfatlarının sûretlerini, benzerlerini, insanlara vermişdir. Verdikleri Onunkiler gibi değildir. Onun görmesi, ezelîdir, ebedîdir. Her zemân, her şeyi görür. Vâsıtasız, âletsiz devâmlı görür. İnsanın görmesi böyle değildir. Bunun için, Onun görmesi hakîkî görmekdir. İnsanın görmesi, o görmenin sûreti, zıllidir, diyoruz. Görmesinin zılli gözde, işitmesinin zılli kulakda tecellî etdiği gibi, sevmesi, bilmesi ve başka birçok sıfatlarının zılleri de, insanın kalbinde tecellî eder, hâsıl olur. [Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası değildir. Bu et parçasına (yürek) denir. Kalb, yürekde bulunan bir kuvvetdir. Buna (gönül) diyoruz. Yürek, hayvanlarda da vardır. Kalb, insana mahsûsdur.] Gözün görebilmesi için, hasta, bozuk olmaması lâzım olduğu gibi, kalbin de, bu tecellîye kavuşabilmesi için, hasta olmaması lâzımdır.
 

HASAN CAN

Active member
Kalbi hastalıkdan kurtaran ilâc, üç şeyden yapılır. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, ibâdetleri yapmak ve harâmlardan sakınmakdır. İslâmiyyetden ve tesavvufdan haberi olmıyan kimseler, dîni, dünyâ kazançlarına âlet ediyorlar. Bu yobazlar, tesavvufa, hattâ ibâdetlere, mistik bir hareket olarak, müzik sokmuş, müzik âletlerinin nağmelerine göre vücûd hareketleri yapmak gibi husûslara, âyin demişlerdir. [Mevlevî âyinleri gibi.] Başlarında mezâr taşına benzeyen beyâz uzun külâhları (sikkeleri) ile dönen mevlevîler, sağ ellerini semâya kaldırırlar ve sol ellerini semâdan aldıklarını dünyâ yüzüne göndermeği belirtmek için, aşağı indirirler. İslâm dîni ile hiçbir alâkası olmıyan ve âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bulunmıyan böyle âyinleri, tarîkat olarak, İslâmiyyet olarak tanıtıyorlar. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hiçbiri, böyle âyinler yapmadı. Onların zemânlarında tesavvuf vardı. Fekat böyle tarîkatçılık yokdu. Şimdi, bu âyinleri görmek için dünyânın her tarafından birçok insan gelmekdedir. Yabancı dillerde tesavvuf hakkında yazılan eserler çokdur ve hepsinde bu bid’at, bozuk yollardan bahs olunmakdadır. İmâm-ı Gazâlî “rahime hullahü teâlâ” hem kelâm âlimi, hem de hakîkî tesavvufun mütehassıslarından idi. Kanûnî Sultân Süleymânın “rahime hullahü teâlâ” şeyhulislâmı büyük din âlimi Ebüssü’ûd Efendi “rahime hullahü teâlâ” (896 [m. 1490]-982 [m. 1574]) nin tesavvuf ehline karşı çok sert davrandığı, hattâ onların i’dâmı için fetvâ verdiği söylenir. Bu doğru değildir. Ebüssü’ûd Efendi, tesavvuf ehli için değil, bunların içine karışan sapık tarîkatçılar için ve (Tesavvufda yüksek dereceye varanlar için, din teklîfleri kalkmışdır. Onlar için halâl ile harâmın farkı yokdur) diyenler için sert davranmış ve bunların fitne çıkarmak, İslâmiyyeti yıkmak günâhları için, i’dâm edilmelerine fetvâ vermişdir.
İslâm ilmlerine felsefe karışdıranları red edenlerin başında, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunmakdadır. Meşhûr olan bir hadîs-i şerîfinde, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak. Yetmişikisi Cehenneme gidecek, yalnız birisi kurtulacak. Bunlar benim ve eshâbımın yolunda olanlardır) buyurdu. Gelecekden haber veren bu hadîs-i şerîf, büyük bir mu’cizedir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği gibi oldu. İslâm bilgilerine felsefeyi karışdırarak, Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılan yetmişiki fırkayı ve bunların felsefelerini, (Ehl-i sünnet) âlimleri uzun bildirmişler, yukarıdaki hadîs-i şerîfin ışığı altında, bunları vesîkalarla red etmişlerdir.
 

HASAN CAN

Active member
Bu büyük âlimlerden biri, Seyyid Şerîf Cürcânîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Tesavvufda vilâyet derecesine yükselmiş olan bu derin âlim, 816 [m. 1413] da Şirâzda vefât etmişdir. (Şerh-i Mevâkıf) kitâbının çok yeri bu vesîkalarla doludur. Kelâm ilminin en yüksek derecesinde bulunan Sa’deddîn-i Teftâzânî de “rahime-hullahü teâlâ” çok kıymetli (Şerh-i akâid) kitâbında, bid’at felsefesini kökünden yıkmışdır. 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etmişdir. 548 [m. 1153] de Bağdâdda vefât etmiş olan Muhammed Şihristânînin “rahime-hullahü teâlâ” (El-milel ven-nihal) kitâbı ise, başından sonuna kadar, bu reddiyyelerle doludur. Bu arabî kitâb ve türkçe tercemesi, tekrâr tekrâr basdırılmışdır. UNESCO tarafından Avrupa dillerine terceme ve neşr edilmiş, İslâmiyyetin aslında felsefe bulunmadığını ve islâm felsefesi sözünün doğru olmadığını bütün dünyâ anlamışdır.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” hem tesavvufu, hem de metafiziği incelemiş, (El-münkız) ve (Et-tehâfütül-felâsife) kitâblarında, felsefecilerin yalnız akla dayandıklarını, çok yanıldıklarını, tesavvufcuların ise, yalnız âyet-i kerîmlere ve hadîs-i şerîflere tâbi’ olarak hakîkî îmâna ve ebedî se’âdete kavuşduklarını bildirmişdir. Yukarıda müslimân olduklarını bildirdiğimiz, yetmişiki bid’at ehlinin felsefelerini incelemiş, bunların yunan filozoflarının te’sîrleri altında kaldıklarını görmüşdür. (Bid’at ehli) denilen müslimânların akîdelerinin hakîkate, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olmadığı görülür. Bunların yunan felsefesinden almış oldukları parçalara, 21. asrda artık i’tibâr edilmemekdedir. Bid’at sâhibi müslimânların akîdeleri birbiri ile kıyâs edilecek olursa, görülür ki, Allahü teâlânın birliği, büyüklüğü, her şeyin Ondan geldiği, Onun her şeye hâkim, kâdir olması, islâm dîninin en hakîkî ve en son din olması, Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı oluşu ve Muhammed “aleyhisselâm”ın Onun son Peygamberi bulunması husûsunda hepsi ittifaklıdır. Hepsi bunları bildirmekdedirler. İnsanı, hıristiyanlar gibi, (günâhkar) değil, kudsî bir varlık sayarlar. Bunun için, yetmişiki bid’at fırkasının hepsi mü’mindir, müslimândır. Böyle olmakla berâber, akl ile dîni ve felsefeyi bir tutmakdadırlar. Bunun için, îmânlarında farklılıklar vardır. Muhtelif felsefelere bağlı oldukları için, aralarında ma’nâsız ayrılıklar, mücâdeleler baş göstermişdir. Bunların hangisinin haklı olduğu ancak ilm ile ve hadîs-i şerîfler ile karşılaşdırmakla ortaya çıkar, yoksa zor kullanarak, birbirine düşman olarak, birbirini bozuk sayarak değil!
İslâm âlimlerine göre, islâmiyyet beş şeyi muhâfaza altına almışdır. Bunlar; 1) Can, 2) Mal, 3) Akl, 4) Nesl, 5) Dindir.
 

HASAN CAN

Active member
O hâlde, sırf kendi inandığı felsefe doğrudur diye, mala, cana kıyan, hiçbir nasîhate ehemmiyyet vermeyen, bid’at sâhibi bir kimsenin, yâ dîni, yâ da aklı yokdur.
Şimdi bid’at sâhiblerinin îmân bilgilerine karışdırdıkları felsefelerini bir tarafa bırakarak, Kur’ân-ı kerîmden seçdiğimiz âyetlerle, Allahü teâlânın hakîkî müslimândan ne istediğini ve ona ne emrler verdiğini bir kerre dahâ tedkîk edelim. Çünki, İslâmiyyetin aslında felsefe yokdur. Yetmişiki bid’at fırkası, felsefeyi islâm dînine karışdırmış, islâmiyyeti yaralamışlardır. Bir tarafdan, eski yunan felsefesini din bilgilerine karışdırmışlar, bir yandan da, kendi görüşlerine, düşünüşlerine göre din bilgilerini değişdirmişlerdir. Muhammed aleyhisselâmın Cennete gideceklerini müjdelediği (Ehl-i sünnet vel cemâ’at) fırkası ise, din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” işitdikleri gibi almışlar, yunan felsefesini ve kendi düşüncelerini bu bilgilere hiç karışdırmamışlardır. Bu bilgileri, başka dinlerin bilgilerinden ve felsefeden ve kendi akllarından üstün tutmuşlardır. Çünki islâmiyyet, akl-ı selîmin kabûl edeceği bilgilerdir. İslâm bilgilerinden birinin bile, doğru olduğunda şübhe eden bir aklın, selîm olmadığı, sakîm, bozuk olduğu anlaşılır. İslâm dînini noksan sanıp, felsefe ile tamâmlamağa kalkışan bir aklın noksan olduğu anlaşılır. Bir kâfir, akl-ı selîmi ile hareket ederse, ahlâkı ve işleri, Allahü teâlânın emrlerine uygun olur. Allahü teâlânın ona îmân ihsân edeceği, İsmâ’îl Hakkı Bursevînin[1] (Rûh-ul-beyân) tefsîri altıncı cüz’ sonunda yazılıdır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, yunan felsefesine, ancak onları red etmek için, kendi kitâblarında yer vermişlerdir. Bid’at ve dalâlet fırkaları, yunan felsefesini din bilgilerine karışdırmak için, Ehl-i sünnet fırkası ise, onları din bilgilerinden ayırmak ve uzaklaşdırmak için çalışmışlardır. O hâlde, islâm dînini doğru olarak öğrenmek ve kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlamak istiyenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okuması lâzımdır.
Yûnüs sûresi 44. cü âyetinde meâlen, (Şübhesiz Allah insanlara hiçbir şeyle zulm etmez. İnsanlar nefslerine zulm ediyorlar) buyurulmuşdur.
Ra’d sûresinin 12. âyetinde meâlen, (Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hâllerini değişdirmez) buyurulmuşdur.
Yûnüs sûresi 108.ci âyetinde meâlen, (Doğru yola giren, kendisi için girmiş, sapıtan kendi zararına sapıtmışdır) buyurulmuşdur.
[1] İsmâ’îl Hakkı 1137 [m. 1725] de vefât etdi.
 
Üst Alt