TEFSİR ABESE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
ABESE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

ABESE Suresi 37. Ayet
ABESE Suresi 37. Ayet
Abese Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada sekseninci, iniş sırasına göre yirmi dördüncü sûredir. Necm sûresinden sonra, Kadir sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Rivayete göre bir gün Hz. Peygamber müşriklerin ileri gelenlerinden bir gruba dini tebliğ ederken yanlarına müminlerden olup gözleri görmeyen Abdullah İbn Ümmî Mektûm gelmiş ve Hz. Peygamber’e yaklaşarak Kur’an âyetlerinden bir kısmını kendisine tekrarlamasını veya açıklamasını istemişti. Etkisi azalacağı için konuşmasının kesilmesinden rahatsız olan Hz. Peygamber Abdullah’a ilgi göstermemiş, bunun üzerine bu sûrenin Resûlullah’ı uyaran ilk on âyeti inmiştir (Tirmizî, “Tefsîr”, 73; Taberî, XXX, 32-33).

Abese Sûresi Hakkında

Abese sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 42 âyettir. İsmini, “yüzünü ekşitmek, buruşturmak, surat asmak, bir şeyden hoşlanmadığını yüz ifadeleriyle belirtmek” mânalarına gelen عَبَسَ (‘abese) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 80, iniş sırasına göre ise 24. sûredir.

Abese Sûresi Konusu

İslâm tebliğinin kimlere ve ne şekilde yapılması gerektiğine dâir temel esaslar beyân edilir. Kur’ân-ı Kerîm’in yüceliğine dikkat çekilerek, onun insanların imanına değil, insanların ona imana muhtaç oldukları ima edilir. Allah Teâlâ’nın, başta yaratma olmak üzere türlü ikram ve ihsanları hatırlatılarak, insana bu nimetlerin hakiki sahibi olan Rabbini tanıyıp O’na yönelmesi telkin edilir. Kıyâmet gününün dehşeti çok canlı manzaralar halinde tasvîr edilerek, mü’minin sevindirici, kâfirin ise hazin âkıbeti gözler önüne serilir.

Meseleyi, bu anlayış ekseni etrafında çözecek olursak; gelen sahabe eğer âmâ değil de gören bir insan olsaydı, Allah Resûlü (asm)’nün davranışı, hiçbir zaman ilâhî ikaza mevzu olmazdı. Gelen âmâ olduğu için, Efendimiz’in de, onu müsamaha ile karşılaması gerekirdi. Onun için de, yüzünü ekşitip ondan yüz çevirmesi îkaza bâdi oldu. Bu, sathî bakışla varılan hüküm budur. Biraz derinlemesine incelenirse, hakikatın diğer yüzünü görmek de mümkün olacak ve verilen evvelki hükümde ne kadar acele edildiği anlaşılacaktır.

Evvela, her huzurun kendine göre bir âdâbı vardır. Bu itibarla Allah Resûlü (asm)’nün huzuruna herhangi bir insanın huzuruna varıldığı gibi varılmaz ve O’nun huzurunda da herhangi bir insanın yanında durulduğu gibi durulamaz. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde Müslümanlara bu huzurun âdabı tâlim edilmişti. Efendimiz’in yanına ne zaman girilecek, yanında ne kadar oturulacak (Ahzâb, 33/53; Nur, 24/58) ve ses tonu nasıl ayarlanacak (Hucurât, 49/2-3), bütün bunlar mü’minlere bizzat Cenâb-ı Hak tarafından ta’lim ediliyordu.

Huzur akdi yapıldıktan sonra, aynı şeyler Cenâb-ı Hak için de söz konusudur. Namaz kılanın önünden geçmemek buna güzel bir misaldir. Bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda namaza durunca, bir başkası onun huzurunu ihlâl ederek önünden geçmeye kalksa, Hanefî mezhebine göre o insan îkaz edilir, Mâlikî mezhebine göre ise, doğrudan o adamla mücadele edilir. Hatta adam geçmekte ısrar ediyorsa göğsüne bir yumruk dahi vurulur.

Zira, namaz kılan, Sultanlar Sultanı’nın huzurundadır ve O’nunla konuşuyor demektir. Sıradan iki insan dahi birbiriyle konuşurken, aralarından geçmek edep dışı bir hareket kabul edilirse, bunun nasıl edep dışı bir hareket olduğunu varın düşünün? Onun içindir ki Efendimiz (asm):
NOT
“Eğer namaz kılanın önünden geçen, işlediği cürmün şuurunda olsaydı, kırk sene bekler yine o insanın önünden geçmezdi.” (Buhârî, salât 101; Müslim, salât 261)

buyurmaktadır. Nasıl ki, Sultanlar Sultanı olan Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunmanın, kendine göre adap ve kaideleri var; öyle de, O Sultan’ın Yâveri’nin huzurunda bulunmanın da kendine göre disiplinleri var.

Efendimiz (asm) o esnada ne yapıyordu? İki kalbi katı insanın vicdanlarına, gönlünün ilhamlarını boşaltmaya çalışıyordu. O ki, insanların hidâyeti husûsunda olabildiğince hırslıydı. Kur’ân bu mevzuda O’nu anlatırken “ kendini öldürme” (Kehf, 18/6; Şuarâ, 26/3) tabirini kullanıyor. Evet O, inanmayan bir insan gördüğünde, kendisini bitirip tüketecek şekilde mahzûn ve mükedder oluyordu. İşte O, tam bu atmosfer içinde konuşurken, biri gelip konuşmaya karışıyor ve şerâre yapıyor, mevzûyu dağıtıyor ve huzuru işgal ediyordu. Gerçi O’na gelenin bir meşrû mazereti vardı, zira gözü görmüyordu. Halbuki Allah Resûlü (asm), şayet yüzünü ekşitmiş ve yüz çevirmişse (şartlı söylüyorum) en az on tane meşrû mazerete sahipti. Öyleyse, böyle meşrû bir zeminde O’nun bu tür davranışını hata saymak -bununla Peygamberi ta’n etmek isteyenleri kasdediyoruz- hatanın ta kendisidir.

Hâdise bu şekilde cereyan etmişse, çözümü ve cevabı bu; kaldı ki, dünden bugüne, elimizdeki hadîs kitaplarından Buhârî, Müslim, İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Ahmet b. Hanbel’in Müsned’i, Hakim’in Müstedrek’i gibi mûteber hiçbir hadîs kaynağında bu hâdise, tefsirlerde anlatıldığı şekilde senarize edilerek anlatılmamıştır. Tefsirlerde anlatılan senaryoda, kahramanlardan biri Efendimiz (asm), diğeri de İbn-i Ümmü Mektûm (ra)’dur. İki de figüran vardır: Ebû Cehîl ve Utbe. Halbuki, muhakkik tefsirciler, Efendimiz’e gelen şahsın kimliği hakkında çeşitli isimler ileri sürmüşlerdir. Hatta, gelen şahıs hakikaten âmâ mıdır, yoksa bu bir mecaz mıdır? Bu dahi kesin değildir. Öyleyse burada mülâhaza dairesini açık tutmak icap edecektir.

Bu hâdise münâsebetiyle, İbn-i Ümmü Mektûm (ra)’la beraber, yedi insandan daha bahsedilir ki, ceman sekiz insan olur ve İbn-i Ümmü Mektûm (ra)’u diğerlerine tercih ettirici ve oraya oturmasını mecbur kılıcı herhangi bir sebep de yoktur. Hatta bu şanlı sahabe -ki İslâm’a ilk girenlerdendir- Efendimiz (asm) onu iki defa Medine’de kendi yerine kâim-i makam bırakmıştır. Daha sonra da kavî bir ihtimalle Kâdisiyye’de şehit olmuştur. Zaten Hz. Hatice Validemiz (r.anha) kanalıyla, Allah Resûlü’ne bir yakınlığı da vardı. Evet, İbn-i Ümmü Mektûm, Hz. Hatice Validemiz (r.anha)’in dayısının oğludur. (İbn Hacer, el-İsâbe, 4/600-601) Bu itibarla da girdiği bu mecliste yadırganacak, istiskâl edilecek bir durumu yoktur. Âmâ olmasına rağmen, Allah Resûlü’ne vekâlet ettiğine göre, sözünü, sohbetini bilen bir insandır.. dolayısıyla da mezkûr isimler arasında en son düşünülmesi gereken bir insandır.

Kimbilir, belki de gelen âmâ, münâfıklardandır ve Allah Resûlü de onun nifakını bilmekteydi. İrşad talebinde samimi olmadığı ve yapılmakta olan bir irşada mâni olduğu için de Allah Resûlü (asm), yüzünü ekşitmiş ve ondan yüz çevirmişdi ki, bu da, gayet normal bir hareketti. Ancak biz bu tevcîhi söylerken, hâdisenin böyle olduğuna kesin gözüyle bakıyor da değiliz, evet, böyle bir iddiamız yok. Ancak, hâdisenin kahramanı olarak İbn-i Ümmü Mektûm (ra)’u gösterenlerin de rivayet açısından görüşleri, bizim bu tevcîhte arzettiğimizden daha kesin değildir. Öyleyse her iki tevcîhe de -düşünce âdâbı gereği eşit seviyede bakmak gerekir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husûs da şudur:

Bazı tefsirciler (abese, tevellâ) fiillerinin fâili olarak, Efendimiz’i değil, Velîd b. Muğîre’yi kabul ederler. (abese) fiili Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde geçer. Birisi bu sûredeki fiilidir. Diğeri de Müddessir Sûresi’nde geçen fiilidir. Şimdi düşünün; Kur’ân-ı Kerîm, bu kelimeyi Müddessir Suresi’nde, bir kâfir için kullanmıştır. İster o kâfir, Velîd İbn-i Muğîre olsun isterse bir başkası.. (Akkad, Müddessir Suresi’nde de kasdedilen bu şahsın Velid olamayacağını söyler). Çünkü âyette ona “Zenîm” denmektedir ki, bu da soysuz demektir. Halbuki Hâlid’in babası kafir de olsa soylu bir insandı. Orada da kasdedilen şahsı Velîd gibi göstermenin “sünnet-i sahihe”den dayanağı yoktur.)

“Yüzünü ekşitti, ekşidi” gibi tabiri Kur’ân, bir yerde kâfir için kullanırken (Müddessir, 74/22) diğer yerde nasıl olur da Allah Resûlü için kullanır? O Allah Resûlü (asm) ki, daima mütebessimdir ve dudağından tebessüm hiç eksik olmamıştır.

(Tevella) fiili için de durum farklı değildir. Kur’ân bu ifadeyi de Fir’avun için kullanmakta ve: (Tâhâ, 20/60) demektedir. Gerçi bu fiil, sadece Fir’avun için kullanılmamıştır. Ancak, Kur’ân’ın bu üslupla yaklaşımı hep Fir’avunlar için olmuştur. (bk. Bakara, 2/205; Tâhâ, 20/48; Necm, 53/33, Meâric, 70/17; Gaşiye, 88/23; Leyl, 92/16; Alak, 96/13).

Şimdi Kur’ân, nasıl olur da birbiri ardına böyle iki fiille, Habîbullah’ı anlatmış olur ve bu fiilleri O’na isnad eder? Ve yine nasıl olur da, kâfire geçirdiği aynı külahı bir de Efendimiz (asm)’e geçirir?

Bu son mülâhazayı ileri sürenlerin görüşlerine de bir ihtimal hakkı vermek gerektir. Bu görüşe göre fiillerinin faili, Efendimiz (asm) değil, gözü ma’nâya karşı kör olan kâfirdir. Kör gibi gelmiş, Efendimiz’e karşı yüzünü ekşitmiş, sonra da çekip gitmiştir ki, Enbiyâ-ı izamın ismetlerinin tercih ettiriciliği de nazara alınarak, buna da “muhtemel” denebilir. Ve aslında rivayet açısından bu düşünceyi nakzedecek bir rivayet de hatırlamıyorum. Siyâk ve sibâka da ma’nâ uygun düştükten sonra, bu ma’nâ melhuz olmaması için hiçbir sebep yok...

Bizim, “muhakkak” ve “muhtemel” diyerek naklettiğimiz bu şeyleri aktarmadaki maksadımız; Efendimiz (asm) hakkında itâb ve ikâz adına nâzil olan âyetleri sathî olarak ele alıp, dinin önemli bir kaynağı hakkında yakışıksız beyanlarda bulunarak, İlâhî referansı hiçe saymak, peygamberlik kredisini, o krediyi inanarak kullananların nazarında esassız, zayıf ve alternatifli gibi göstermelere karşı, O, me’hazin kudsiyyetini bir kere daha ilan ve i’lamdır. Yoksa inananlar O’nu, Allah indindeki gerçek değeriyle çok iyi biliyorlar.

Evet, O, müstesna bir insandı. Allah (cc)’ın, O’nunla müstesna bir kuşakta bir diyaloğu, bir konuşması vardı. Allah (cc) vahyediyor, O da bu İlâhî mesajı alıp tebliğde bulunuyordu. O’nun bu husûsiyetini emniyetini, ismetini, Cenâb-ı Hak, devamlı korudu. Bir borç, bir hak, bir vecibe ve en azından bir vefa borcu olarak bizim de korumamız icap eder. Gösterdiğimiz heyecan ve tahâlükün ana sebebi budur. Günümüzde, O kâmet-i bâlâyı herhangi bir insan gibi değerlendirip, tenkit masasına yatırmak isteyen hâricî ve dâhilî, gizli ve açık bir sürü ne idüğü belirsiz insan var.. O’nun ismet ve iffetini, kendi namus ve şerefimizden daha üstün bilerek, korunması, müdâfaa edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Ancak, gücümüzün sınırlı olduğunu da biliyoruz. Evet, dünden bugüne O’nun etrafında kıyametler koparmaya çalışan her din ve îman düşmanıyla, bilerek veya bilmeyerek onlara maşalık yapanlarla, her seviyede cedelleşmeye imkanlarımız yeterli değil. Değil, çünkü onlar, tahrip yapıyor, biz ise tamir; onlar korkunç dünya medya gücünü kullanıyor; biz ise bu mini neşir vasıtalarını... Ancak ilim ve akıl planında, onlar her zaman ve devirde mağlûp düştükleri gibi, bundan sonra da aynı kaderi yaşamaya devam edeceklerdir. Zira yaptıkları, güneşi balçıkla sıvamaktan farksızdır. Gerçi, onların her istifhamına teker teker cevap veremiyoruz... Aslında bu şart da değil. Büyüklerimiz, bu gibi durumları çok güzel vecizelendirmiş ve şöyle demişlerdir: “Her havlayana bir taş atsam, yeryüzünde taş kalmazdı.” Biz de, aynı şeyi bir kere daha tekrar ederiz.

Burada önemli bir hususu daha hatırlatmadan edemeyeceğim. Aslında arzedeceğim konu da yine bir “mûşir” lambası ve bir ibre gibi tirtir titreyerek O’nu göstermektedir.

Efendimiz (asm), ötelere ait verdiği haberler ve istikbâlle alâkalı söylediği şeyler de, âdetâ günümüzü görmüş ve öyle söylemiş gibidir. Buyururlar ki,
NOT
“Âhir zamanda bir duman zuhûr edecek. Bu duman kâfirleri öldürecek mü’minleri de Zükkam (nezle) yapacaktır.” (Taberî, Câmiu'l-beyan, 5/114; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 4/140)

Hak ve hakîkatı kabul etmeyen maddeci felsefe, ilhad ve küfür dünyasının insanını, ma’nâ plânında öldürdü; Müslümanlar arasına da şüphe ve tereddüt soktu. Bugün elde mendil, burnunu silenlerin durumu ve mahiyeti bundan ibarettir.

Arapçayı bilmediklerinden ve dilin inceliklerine vâkıf olmadıklarından dolayı, bu cehaletlerini bir urba ile örtmeye çalışan ve “Bize meâl yeter, hadîse ne lüzüm var!”, gibi hezeyanlar savuran günümüzün insanının vaziyetini, bilmem ki bundan daha güzel resmetmek kabil olur muydu?.. Bu mesele görüldüğü kadar basit de değildir. Ebû Cehillerle, Utbelerle, Şeybelerle başlayan, Batılı müsteşriklerle devam ettirilmeye çalışılan, Goldziherlerle sözde ilmîleştirilen, Volterlerle piyesleştirilen bu küfür senaryosu; evet başka dünyalarda hazırlanıyor ve sokakta gezen içimizdekilere de figüranlığı yaptırılıyor. Ya bir cehalet, ya şöhret düşüncesi veya ellerine tutuşturdukları, beş kuruşluk menfaatle, onlara “bir görünün” diyorlar, onlar da verilen emri yerine getirmek için bu çirkin senaryoda figüranlık yapıyorlar. “Bize Kur’ân yeter. Her şey tercüme ile halledilir. Arapça bilmeye ne lüzum var? İnsan sadece meâl okumakla da müctehid olabilir.” Bu ve benzeri sözler, hazırlanan daha büyük bir senaryonun, sahneye sürülmüş küçük bir iki sahnesi ve bu sahnede bir iki figürana söylettirilen sözlerdir. Tabii, bunun ardında, koca bir küfür dünyası, zemin yoklaması yapmaktadır. Müsait zemin bulduklarında -bulamasınlar inşaallah- söyleyecekleri, bugünkü söyledikleriyle de sınırlı kalmayacaktır.

Bu itibarla, sahâbenin, Efendimiz (asm)’e karşı gösterdiği saygıyı diriltmeye, her zamandan daha çok muhtacız. Muhtaç olduğumuz bu hususu, bir şuur ve bizden ayrılmaz bir karakter hâline getirebilmek için de, Allah Resûlü’nün ismet ve emniyetini çok iyi bilmemiz ve aksine, zerre kadar ihtimal vermeyecek ölçüde kabullenmemiz gerekmektedir.

Sahâbe diyor ki:
NOT
“Biz Allah Resûlü’nü dinlerken, başımızda kuş var da onu kaçırmak istemiyormuşuz, gibi gayet dikkatle dinlerdik.” (Buhârî, cihad 37; Ebû Dâvûd, tıbb 1)

Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)’in, Allah Resûlü (asm)’nün huzurunda konuştukları, çok mahdût ve sınırlıdır. Zira onlar, vahiyle müeyyed bir Nebî’nin huzurunda bulunduklarının şuurundadırlar. O’nu dinlemek, Mütekellim-i Ezelî’yi dinlemek gibidir. Çünkü gelen vahiy, Allah Resûlü’nün o tertemiz vicdanından ve dupduru gönlünden, aynen, geldiği nezahetiyle aksetmektedir. Bu itibarla da O’nu bilenler, O’nun karşısında sadece susar ve O’nu dinlerlerdi. Söz Sultanı’nın yanında söylenen sözler, kim tarafından söylenmiş olursa olsun baş yarar. Bizler de, sahâbe anlayışına ulaştığımızda aynı şeyleri yapacak ve sadece O’nu ve O’nun lâ’l-ü güher sözlerini dinleyecek ve asırlık dertlerimize, bunlarla çare bulmaya çalışacağız.

O’nun sözlerine karşı saygısızlık ve sünneti inkâr, küfre doğru uzatılmış bir köprüdür. O köprünün üzerinde dolaşmayı âdet hâline getiren ve orada gezip duranlar, bugün olmasa da yarın, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın silkinden ve dairesinden kopar, Ebû Cehîllere iltihak ederler.

Bu şekilde düşünce tarzı çok tehlikeli, bu tehlikeyi bertaraf etmenin yolu da, bütün yönleriyle Allah Resûlü (asm)’nü bilip tanımaktan geçmektedir ki, O’nun en mühim yanlarından biri de, hiç şüphesiz O’nun ma’sûmiyetidir. Din, bütünüyle âdetâ O’nun ma’sûmiyetiyle bütünleşmiş gibidir. Orada bir gedik açmak, dinde en büyük tahribe tevessül ma’nâsınadır. Onun içindir ki bu mevzû üzerinde hassasiyetle durma lüzumunu duyduk.

Tefsirlerde ve diğer kitaplarda geçen açıklamalara da saygılı olmakla baraber biz bu değerlendirmeyi daha uygun görüyoruz.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
NÂZİÂT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Yüzünü ekşitti ve sırtını döndü,

2. Yanına o âmâ geldi diye.

3. Nereden biliyorsun, belki o senden öğrenecekleriyle temizlenip arınacaktı?

4. Yahut düşünüp öğüt alacaktı da, bu öğüt ona fayda verecekti?

5. Fakat kendisini ihtiyaçsız görüp seni dinlemeye tenezzül etmeyene gelince,

6. Belki müslüman olur diye sen ona yöneliyorsun.

7. Halbuki onun İslâm’a girip arınmamasından dolayı sana bir sorumluluk yoktur.

8. Öte yandan, sana büyük bir istekle koşarak gelen,

9. Üstelik Allah’a karşı saygı ve korkuyla dopdolu olarak gelmişken,

10. Sen ona gereken alakayı göstermiyorsun!


İslâmı tebliğde dikkat edilmesi gereken esasların çok tesirli bir üslupla beyân edildiği bu âyet-i kerîmelerin iniş sebebi olarak şöyle bir hâdise nakledilir:

Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.), Kureyş’in bazı ileri gelenlerine İslâm’ı anlatmaktaydı. O sırada, yanına daha önceleri müslüman olmuş bulunan âmâ sahâbî Abdullâh b. Ümm-i Mektûm (r.a.) geldi. Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Allah’ın kendisine bildirdiği hakîkatlerden bazı şeyler öğrenmek istediğini söyledi. Fakat görüşmekte olduğu Kureyş ileri gelenlerini iknâ ile meşgul bulunan Efendimiz, onunla gerektiği şekilde ilgilenemedi. İbn Ümm-i Mektûm’un, talebini ısrarla tekrar etmesi sebebiyle de yüzünü biraz ekşitti. Bunun üzerine burada sözü edilen itâb-ı ilâhîye mâruz kaldı. Bu âyetin inişinden sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.) İbn Ümmi Mektûm’a pek çok iltifat ve ikramlarda bulunmuştur. Ayrıca kendisine rastladığı zaman da:

“Merhabâ ey, kendisi hakkında Rabbimin beni itâb ettiği kimse!” buyururdu. (Tirmizî, Tefsir 73; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 471)
Âyetlerin akışından ve bahsi geçen nüzûl sebebinden, Peygamberimiz (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğ ederken dikkatten kaçırdığı mühim bir husus hakkında ikaz edildiği anlaşılır. O da, tebliğ ettiği muhatabın durumudur. Bu bakımdan insanlar iki gruba ayrılır. Bir kısmı doğru yolu bulabilmek için çalışır, gayret gösterir, koştururlar. Sapıklığa düşmemek için Allah’tan korkarlar. Dolayısıyla hidâyeti bulmak için koşa koşa gelirler. Bir kısmı ise kendilerini Allah’a ve Peygamber’e muhtaç görmezler. Onun için tebliğciyi dinlemeye tenezzül etmezler. Sanki doğru yolu bulmaya ihtiyaçları yokmuş gibi apaçık inatçı bir tavır alırlar. Bu konuda en küçük bir istek taşımazlar. Bu sebeple tebliğci, en fazla alakayı iman etmek için hazır ve istekli bulunan kimselere göstermelidir. İsteksiz ve ilgisiz olanlara ise fazla zaman ve mesai harcamamalıdır.

İkinci olarak İslâm tebliğcisi, toplumun ileri gelenleri daveti kabul ettikleri takdirde İslâm’ın daha çabuk yayılacağı gibi bir düşünceye kapılabilir. Bu düşünce doğru değildir. Çünkü kendini ihtiyaçsız görenler değil, Allah’tan korkan kimseler bir davetçi için daha mühimdir. Bu kimseler zâhiren fakir olabilirler. Toplumda söz sahibi olmayabilirler. Görünüşte İslâm davetinin yayılmasına pek yararlı olamayacakları zannedilebilir. Fakat bütün bunlara rağmen Allah’a davet edenler için en ehemmiyetli kimseler bunlardır. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VII, 39) Çünkü İslâm’ın gayesi insanları ıslah ederek, onları kurtuluşa eriştirmektir. Gerçek şu ki, ancak böyle İslâm’a teşne insanlar kendilerine tebliğ yapıldığında hemen tebliği kabul etmektedirler. Kendini ihtiyaçsız gören kibirlilere gelince, her ne kadar zâhiren toplum içinde bir ağırlıkları varsa da, İslâm tebliğcisinin onların peşinden koşmasına gerek yoktur. Çünkü onların İslâm’ı kabule istekli olmadıkları hallerinden bellidir. Ancak, İslâm’ı kabul etmedikleri takdirde, asıl zarar edenlerin kendileri olduğunu da bilmelidirler:

11. Bir daha böyle yapma! Çünkü bu Kur’an âyetleri bir hatırlatma ve bir öğüttür.

12. Dileyen ondan öğüt ve ders alır.

13. Kur’an çok şerefli sahîfelerde kayıtlıdır;

14. Allah katındaki değeri yüce ve tertemiz sahifelerde.

15. Kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, taşınmıştır;
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Allah’a karşı saygıyla dolu, itaatkâr, çok değerli, iyilik timsâli katiplerin!

Kur’ân-ı Kerîm ve onun âyetleri Allah Teâlâ tarafından kullarına bir hatırlatmadır, öğüttür, nasihattir. O, insanın ebedî geleceğini yakından ilgilendiren ve akılla bilinmesi mümkün olmayan gerçekleri haber verir. Peygamber’in vazifesi de Kur’an ile öğüt vermektir. Ancak dileyen ondan öğüt alır, dileyen almaz. Fakat kimsenin de Allah’a karşı ileri süreceği bir bahanesi kalmaz.

Bu âyet-i kerîmelerde iki husus dikkatimizi çeker. Birincisi içine Kur’an’ın yazılı bulunduğu sahifelerdir. Bu sahifelerin üç mühim vasfı vardır. Bunlar:

مُكَرَّمَةٌ (mükerreme): Allah katında şeref ve ikramla seçkin kılınmış, hürmet ve saygıyla alınıp tutulması gereken, saygı değer, hürmet edilen sahifelerdir. Bu sahifeler dini yönden şereflidir; çünkü bunlar pek çok ilim ve hikmet ihtiva etmektedir. Bunlar şereflidir, zira onları şerefli melekler indirmişlerdir. Bunlar levh-i mahfûzdan inmiş, kerîm olan bir Rabbden gelmişlerdir. Dolayısıyla bunların değeri, sahiplerinin değerinden kaynaklanmaktadır.

مَرْفُوعَةٌ (merfû‘a): Yüksek tutulmuş, kıymeti yüce, yukarıda ve el üstünde tutulması gerekli olan sahifelerdir. Yine bunlar, Allah indinde kadri yüce olan, şüphe ve tenakuzlardan uzak tutulmuş bulunan sahifelerdir.

مُطَهَّرَةٌ (mutahhara): Tertemiz, maddî ya da mânevî hiçbir kir bulaşmamış, son derece temiz tutulmasına özen gösterilen, kirli ve taharetsiz eller sürülmeyen sahifelerdir. Her türlü pislik ve kirden temizlenmiş, müşriklerin üzerine inmekten uzak tutulmuş, şüphe ve çelişkilerden de temizlenmiş sahifelerdir. Onlara şeytanların elleri dokunamaz. Bu m3anaya işaret edilmek üzere âyet-i kerîmede, “Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz” (Vâkıa 56/79) buyrulmuştur. Tertemiz olanlardan kasıt öncelikle meleklerdir. “Sahifeler” sözünün ise, “Nûn. Kaleme ve kalem ehlinin satır satır yazdıklarına yemin olsun” (Kalem 68/1) ayetinde geçtiği üzere yüce Kalem’in Levh-i Mahfûz’a yazdığı sahifeleri, meleklerin Levh-i Mahfûz’dan yazıp alarak vahiy yoluyla getirdiği sahifeleri ve sonra Mushaf sahifelerini teşkil eden genel mânada Kur’an sahifelerini ifade etmiş olması en doğru olanıdır.

İkinci nokta ise bu sahifelerin كِرَامٌ (kirâm) ve بَرَرَةٌ (berara) sıfatlarıyla vasıflanmış سَفَرَةٌ (sefere) tarafından yazılmış veya getirilmiş olmasıdır.

سَفَرَةٌ (sefere), “yazmak” demek olan اَلسَّفْرُ (sefr)den türemiş olup kâtip, kitap yazıcı, hattat mânalarına gelir. Bu kelimenin aslı da örtülü bir şeyi açmak mânası da vardır. Yazı yazmak da mâna ve maksadı bir nevi açıklamak ve izah etmek demek olduğu için yazmaya sefr, yazana sâfir, yazılan şeye de sifr denilmiştir. اَلسَّفْرُ (sefr) “süpürmek” mânasına da gelebilir. Bundan اَلسَّافِرُ (sâfir), süpürüp temizleyici demek olur. Şu halde sahifelere göre “sefere”, yazan katipler veya getiren elçiler yahut süpürüp temizleyen kitap bekçileri, kitapçılar demek olabilir. Genellikle “yazıcı” veya “elçi” olan melekler mânasında anlamak daha isabetli olacaktır.

Bahsedilen “sefere”nin iki mühim vasfı vardır:

كِرَامٌ (kirâm): “Kerîm”in çoğuludur. Değer vermek ve saygı göstermek mânasına gelen “keramet”ten olmasına göre, yüce Allah katında değer verilip saygı duyulan varlıklar demek olur. Lutuf ve bağış mânasına gelen “kerem”den türemiş olmasına göre de, mü’minlere karşı iyilik sever ve şefkatli, onlara güzel şeyler söyler ve onlar için mağfiret talep eden varlıklar demek olur.

بَرَرَةٌ (berara): اَلْبَرُّ (berr)in veya اَلْبَارُّ (bârr)in çoğuludur. Berr’in çoğulu olduğuna göre, çok hayır sahibi, bârr’in çoğulu olduğuna göre de söz ve fiillerinde doğru demek olur ki, ikisini de şumûlüne almak üzere “takvâ sahibi kişiler, itaatkar ve sadık kimseler” olarak mâna verilir. Bunların daha ziyade “melekler” olduğu kabul edilir. Çünkü sefîr ve rasûl kelimelerinin taşıdığı elçi mânası, aynı şekilde melâike kelimesinin de mânasıdır. Şu halde bu vasıf, ibaresinin taşıdığı mâna dolayısıyla melekler hakkında doğrudan doğruya nass, insanlardan bu vasıfları taşıyanlar hakkında da dolaylı yoldan işarettir.

Hâsılı Kur’an o kadar yücedir ki, bütün noksanlardan temizdir, kimseye muhtaç değildir. İnsanların, kendisini kabullenmesine ihtiyaç duymayacak derecede yüce bir kitaptır. Doğru yolu bulmak isteyen bu kitaba inanmalı ve onun getirdiklerine teslim olmalıdır. Aksi takdirde onların müstağnî davranmaları ve büyüklenmeleri bu yüce kitabın azametini azaltamayacaktır. Bilakis bu kitap onların gururunu yerle bir edecektir.

İnsanların çoğunun Kur’an’dan yüz çevirmesinin sebebine gelince:

17. Kahrolası insan; ne kadar da nankördür o!

18. Bir düşünse, Allah onu hangi şeyden yarattı?

19. Bir damlacık sudan! Yarattı da onu en güzel biçimine koydu.

20. Sonra ona anasından doğma, dünyada yaşama, hayır ve şerden birini seçme yolunu kolaylaştırdı.

21. Sonunda onu öldürüp kabre koyacak.

22. Sonra dilediği zaman onu tekrar diriltecek.

23. Ne var ki o inkârcı insan, Allah’ın kendisine emrettiklerini tam olarak yerine getirmez!


“Kahrolası insan!” sözü, elbette Allah’ı tanımayan, O’nun nimetlerine nankörlük eden kişi ve kişilere aittir. Çünkü Allah’a inanan ve O’na gerçek kul olan mü’min, Hak katında şerefli ve değerlidir. O, Cenâb-ı Hakk’ın azarını değil, takdirini kazanmıştır.

Allah’ın insana en büyük ikramı, onu yaratıp varlık âlemine getirmesidir. Bu vesileyle burada insanın nutfeden başlayarak, ana rahminde biçimlendirilip dünyaya gelmesinden, ölüp kabre konulması ve tekrar diriltilmesine kadar tüm hayat serüveni ana çizgileriyle ortaya konulmakta, ondan, kendi yaratılışı hakkında derinden derine tefekkür etmesi ve bizzat kendi varlığı üzerinde bunca tasarruflarda bulunan o Yüce Kudret’i tanıması istenmektedir. Çünkü insan, bu kadar nimetler karşısında nankörlük yapmakta, Rabbini tanımamakta ve O’nun emirlerini tam olarak yerine getirmemektedir. Nitekim:

“Hâtırından çıkmasın dünyaya üryân geldiğin”diyeren şâir Bâkî insanı aslını düşünmeye yönlendirir.

Yûnus Emre de:

“Ana karnından geldik pazara
Bir kefen aldık döndük mezara”


diyerek insana hem başlangıç noktasını hem de sonunu hatırlatır.
Şimdi de insanın içine batıp kaybolduğu o derin gaflet çukurundan kurtulabilmesi için buyruluyor ki:

Üryân: Çıplak, hiçbir şeyi olmayarak.

24. İnsan, yediği yiyecekleri Allah’ın nasıl yaratmakta olduğunu bir düşünsün!

25. Biz yağmuru şarıl şarıl akıtıyoruz.

26. Sonra toprağı uygun şekilde yarıyoruz.

28. Üzüm bağları, sebzeler ve yoncalar,

29. Zeytinlikler ve hurmalıklar,

30. İri iri, sık ağaçlı bahçeler,
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Çeşit çeşit meyveler ve çayırlar.

32. Bütün bunları sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için yapıyoruz.


Cenâb-ı Hak, yaratıp dünyaya getirdiği insanı sahipsiz ve çaresiz bırakmamıştır. Ona yaşaması için ihtiyaç duyacağı tüm nimetleri ihsan etmiştir. Bu sebeple insan, önce kendi varlığı üzerinde düşünmeye davet edildikten sonra, ikinci olarak kendisine ihsan edilen bu güzel ve eşsiz nimetler üzerinde tefekküre çağrılmaktadır. Zira insan ancak bu yolla Allah’ın kudretinin büyüklüğünü tanıyabilecek, O’na inanıp bağlanacak; bunca lutuf ve ihsanları karşısında minnet ve şükran hisleriyle dolup O’na samimiyetle kulluk edecek ve emirlerini tutup yasaklarından kaçınacaktır. Eğer böyle yapmazsa zararı kendinedir. Çünkü imtihan için verilen bu kısa ömür yakında bitecek ve yaptıklarının hesabını vereceği korkunç bir gün gelecektir:

27. Böylece orada yetiştiriyoruz ekinler, dâneler,

Cenâb-ı Hak, yaratıp dünyaya getirdiği insanı sahipsiz ve çaresiz bırakmamıştır. Ona yaşaması için ihtiyaç duyacağı tüm nimetleri ihsan etmiştir. Bu sebeple insan, önce kendi varlığı üzerinde düşünmeye davet edildikten sonra, ikinci olarak kendisine ihsan edilen bu güzel ve eşsiz nimetler üzerinde tefekküre çağrılmaktadır. Zira insan ancak bu yolla Allah’ın kudretinin büyüklüğünü tanıyabilecek, O’na inanıp bağlanacak; bunca lutuf ve ihsanları karşısında minnet ve şükran hisleriyle dolup O’na samimiyetle kulluk edecek ve emirlerini tutup yasaklarından kaçınacaktır. Eğer böyle yapmazsa zararı kendinedir. Çünkü imtihan için verilen bu kısa ömür yakında bitecek ve yaptıklarının hesabını vereceği korkunç bir gün gelecektir:

33. Çarpınca kulakları sağır eden o şiddetli çığlık geldiği zaman!

Kıyâmetin bir ismi “es-Sâhhah”dır. اَلصَّٓاخَّةُ (Sâhhah), çarpınca kulakları patlatan, sağır eden kuvvetli çığlık demektir. O öyle şiddetli bir çığlıktır ki, şiddetinden dolayı başka bir şeyi işittirmeyecek derecede kulakları sağır eder. İşte kıyâmet çığlığı da, insanı dünyadan sağır edip, sadece âhiret işlerini dinleten en büyük bir belâ olması sebebiyle böyle isimlendirilmiştir. Buna göre o korkunç çığlık geldiğinde insan kulaklarını pür dikkat sadece o sese verecek ve sadece o yönden gelen talimatlara uyacaktır. Böylece herkes hesap yerine gidecektir. Kıyâmet öyle dehşetli bir gündür ki, kişi kendisine en yakın olan kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçacaktır.

Bunun sebebi şunlar olabilir:

Herkes kendi derdine düşecek ve başkasıyla ilgilenecek hali kalmayacaktır.
Akrabalıktan doğan haklarını isteyecekleri korkusuyla insanlar birbirinden kaçacaklardır.
Akrabalarının perişan hallerini görüp onlara bir fayda sağlayamayacağı için, hiç olmazsa o perişan manzarayı görmemek için kaçacaktır.
Zor durumdaki çoluk çocuğu, eşi dostu kendinden yardım isteme ihtimaline karşı, buna imkânı bulunmadığı için kaçacaktır.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), insanların o gündeki halini haber vererek şöyle buyurdu:

“- İnsanlar kıyâmet gününde Allah’ın huzurunda yalın ayak, vücutları çıplak, ilk yaratıldıkları gibi sünnetsiz olarak toplanacaklar.”

Hz. Aişe buna hayret etti ve:

“- Ey Allah’ın Rasûlü! Erkekler ve kadınlar birbirine bakmazlar mı?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.) şu cevabı verdi:
“- O gün herkes başkasıyla ilgilenemeyecek kadar kendi derdine düşecektir.” (Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Cennet 56)
Netice itibariyle:

34. O gün insan kaçar kardeşinden,

35. Annesinden, babasından,

36. Karısından ve oğullarından!

37. O gün onlardan her birinin başından aşkın bir işi, kendine yetecek bir derdi ve belâsı vardır.


Kıyâmetin bir ismi “es-Sâhhah”dır. اَلصَّٓاخَّةُ (Sâhhah), çarpınca kulakları patlatan, sağır eden kuvvetli çığlık demektir. O öyle şiddetli bir çığlıktır ki, şiddetinden dolayı başka bir şeyi işittirmeyecek derecede kulakları sağır eder. İşte kıyâmet çığlığı da, insanı dünyadan sağır edip, sadece âhiret işlerini dinleten en büyük bir belâ olması sebebiyle böyle isimlendirilmiştir. Buna göre o korkunç çığlık geldiğinde insan kulaklarını pür dikkat sadece o sese verecek ve sadece o yönden gelen talimatlara uyacaktır. Böylece herkes hesap yerine gidecektir. Kıyâmet öyle dehşetli bir gündür ki, kişi kendisine en yakın olan kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçacaktır.

Bunun sebebi şunlar olabilir:

Herkes kendi derdine düşecek ve başkasıyla ilgilenecek hali kalmayacaktır.
Akrabalıktan doğan haklarını isteyecekleri korkusuyla insanlar birbirinden kaçacaklardır.
Akrabalarının perişan hallerini görüp onlara bir fayda sağlayamayacağı için, hiç olmazsa o perişan manzarayı görmemek için kaçacaktır.
Zor durumdaki çoluk çocuğu, eşi dostu kendinden yardım isteme ihtimaline karşı, buna imkânı bulunmadığı için kaçacaktır.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), insanların o gündeki halini haber vererek şöyle buyurdu:

“- İnsanlar kıyâmet gününde Allah’ın huzurunda yalın ayak, vücutları çıplak, ilk yaratıldıkları gibi sünnetsiz olarak toplanacaklar.”

Hz. Aişe buna hayret etti ve:

“- Ey Allah’ın Rasûlü! Erkekler ve kadınlar birbirine bakmazlar mı?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.) şu cevabı verdi:
“- O gün herkes başkasıyla ilgilenemeyecek kadar kendi derdine düşecektir.” (Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Cennet 56)
Netice itibariyle:

38. Yüzler vardır o gün pırıl pırıldır.

39. Güleçtir, sevinçlidir.

40. Kimi yüzler de o gün toza toprağa bulanmıştır.

41. Onları karanlık bürümüştür.

42. Onlar Allah’ın sınırlarını aşıp günaha dadanmış kâfirlerdir.


Kıyâmet günü mü’minlerin durumu farklı, kâfir ve günahkârların durumu farklıdır. Bu fark onların yüzlerinden açıkça belli olur. Mü’minler, aldıkları müjdeli haberlerle sevinirler, yüzleri pırıl pırıl olur. Kâfir ve suçluların, Allah yolundan sapanların yüzleri ise üzüntü ve sıkıntıdan kapkara olur. Onları toz duman bürür. (bk. Âl-i İmran 3/106-107; Kıyâmet 75/22-25)

Şimdi de, kıyâmetin kulaklarda patlayacak o korkunç çığlığıyla birlikte göklerde ve yerde vuku bulacak dehşetli olayları haber vermek üzere Tekvîr sûresi geliyor:
 
Üst Alt