AHKÂF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Ahkaf Sûresi Nuzül
Sûre Mekke’de Câsiye’den sonra, Zâriyât’tan önce gönderilmiştir. İbn Âşûr’un tesbitine göre (XXIV, 6) bu sûre, peygamberlik geldikten iki yıl sonra vahyedilmiştir.
Ahkaf Sûresi Konusu
Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî kelam ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hak peygamber olduğunu bildirir. Bunlara inanıp istikâmet üzere yaşayanlar cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Bunlara karşı gelenler ise, Hz. Hûd’a inanmayan Âd kavmi misalinde olduğu gibi, dünyada helak edilecekler, âhirette ise ebedî azaba uğrayacaklardır. Allah’a yaklaşmak üzere taptıkları putlar onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Bu arada söz aile hayatına intikal ettirilerek ana babasına itaatkâr çocuklar övülürken, ana babasına isyan eden çocuklar zemmedilir. Sûrenin sonunda Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyip hidâyete eren bazı cinlerin kendi kavimlerini uyarmaya gittikleri bildirilerek, inanmamakta ısrar eden insan kâfirlerine ibret dersi verilir. Her şeyin yaratıcısı Allah tek ilâhtır ve ölümden sonra insanları diriltecektir. Bunun için de sabır ve sebatla O’nun dinini yaşamak, yaşatmak ve tebliğe devam etmek gerekmektedir.
Ahkaf Sûresi Hakkında
Ahkâf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 35 âyettir. İsmini 21. âyetinde geçen ve “kum tepeleri” mânasına gelen اَلأحْقَافُ (ahkâf) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 46, iniş sırasına göre 66. sûredir.
AHKÂF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Hâ. Mîm.
Kâinat bir dersâne, insanlar o dersânenin talebeleri, onların imtihana tâbi tutulacakları kitap da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebepledir ki hem kâinat ve insanın yaratılması, hem de bir hidâyet rehberi olarak Kur’ân-ı Kerîm’in indirilmesi, pek çok ilâhî maksat ve hikmete bağlıdır. Yaratışta en küçük bir abes yoktur. Bu kâinat nizamı, haklıyla haksızın, iyiyle kötünün, zalimle mazlumun bütün amellerinin kaydedilip neticede hesabının görülmesi için kurulmuştur. Bu muazzam kâinat çarkı bunun için dönmektedir. Ancak bu çarkın dönmesi daimî ve ebedî değildir. Bunun da insan ömrü gibi belirli bir süresi vardır. Eceli gelen insanlar ölüp diğer tarafa intikal ettikleri gibi, en sonunda bu nizam muhakkak altüst olacaktır. Allah’ın adâletinin tam olarak tahakkuku için de belirli bir zaman kararlaştırılmıştır ve zamanı geldiğinde mutlaka vuku bulacaktır. Bu hakîkatlere iman edip hayırlı ameller yapanlar neticede kazançlı çıkarlar. Fakat Allah’ı, Rasûlü’nü ve Kur’an’ı inkâr edenler, bu gerçeklerden yüz çevirirler. Yaptıklarının hesabını bir gün vereceklerini hiç düşünmezler. Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu gerçekleri haber vermesini kendilerine yapılan bir kötülük olarak değerlendirirler. Halbuki bu uyarılar insana yapılabilecek en büyük iyiliktir. Çünkü ebedî hayatı buna göre şekillenecektir.
Bu sebeple:
2. Bu kitap, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah tarafından parça parça indirilmektedir.
3. Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri gerçek bir maksat ve hikmetle, bir de belirli bir süre için yarattık. Ne var ki kâfirler, uyarıldıkları kıyâmet ve âhiret gerçeğinden ısrarla yüz çeviriyorlar.
Kâinat bir dersâne, insanlar o dersânenin talebeleri, onların imtihana tâbi tutulacakları kitap da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebepledir ki hem kâinat ve insanın yaratılması, hem de bir hidâyet rehberi olarak Kur’ân-ı Kerîm’in indirilmesi, pek çok ilâhî maksat ve hikmete bağlıdır. Yaratışta en küçük bir abes yoktur. Bu kâinat nizamı, haklıyla haksızın, iyiyle kötünün, zalimle mazlumun bütün amellerinin kaydedilip neticede hesabının görülmesi için kurulmuştur. Bu muazzam kâinat çarkı bunun için dönmektedir. Ancak bu çarkın dönmesi daimî ve ebedî değildir. Bunun da insan ömrü gibi belirli bir süresi vardır. Eceli gelen insanlar ölüp diğer tarafa intikal ettikleri gibi, en sonunda bu nizam muhakkak altüst olacaktır. Allah’ın adâletinin tam olarak tahakkuku için de belirli bir zaman kararlaştırılmıştır ve zamanı geldiğinde mutlaka vuku bulacaktır. Bu hakîkatlere iman edip hayırlı ameller yapanlar neticede kazançlı çıkarlar. Fakat Allah’ı, Rasûlü’nü ve Kur’an’ı inkâr edenler, bu gerçeklerden yüz çevirirler. Yaptıklarının hesabını bir gün vereceklerini hiç düşünmezler. Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu gerçekleri haber vermesini kendilerine yapılan bir kötülük olarak değerlendirirler. Halbuki bu uyarılar insana yapılabilecek en büyük iyiliktir. Çünkü ebedî hayatı buna göre şekillenecektir.
Bu sebeple:
4. Rasûlüm! De ki: “Allah’ı bırakıp da yalvardığınız putlarınıza bir baksanıza! Bana gösterin bakalım, onlar yerde hangi şeyi yaratmışlar? Yoksa onların göklerde Allah ile bir ortaklığı mı var? Eğer doğru söylüyorsanız, bana Kur’an’dan önce indirilmiş bir kitap, yahut hiç değilse bir bilgi kalıntısı varsa getirin de görelim!”
Müşriklerden, iddia ettikleri gibi Allah’tan başka tapılmaya değer varlıkların olduğuna dair biri aklî, diğeri naklî olmak üzere iki tür delil talep edilir. Aklî delil şudur: Bir varlığın ibâdete lâyık bir ilâh olabilmesi için yaratıcı olması veya yaratmaya bilfiil ortak olması gerekir. Yeryüzüne bakalım, acaba müşriklerin taptıkları o putlar burada hangi şeyi yaratmışlardır? Böyle bir şey görmek ve göstermek mümkün değildir. Çünkü bunların hepsini Allah’ın yarattığı âşikâr bir gerçektir. Sonra göklere bakalım, acaba oraların yaratılması ve tanziminde putların bir ortaklığı var mı? Böyle bir şey de söz konusu değildir. O halde zerre kadar yaratma gücü ve kudreti olmayan varlıklar asla ilâh olamazlar. Naklî delil de şudur: Allah tarafından gönderilen kitaplar ve önceki peygamberlerin öğretilerinden kalan bilgi kalıntılarıdır. Bunlarda da şirke cevaz veren, olabilirliğini söyleyen en küçük bir bilgi, işaret, iz, hatta ima bile yoktur. İlâhî kitaplar ve nebevî mesajlar bir yana, diğer ilmî kitap veya araştırmalardan hiçbiri, Allah’tan başka bir yaratıcı ve rızık verici bulunduğuna delalet etmez.
Aklî ve naklî olarak hakikat kesinlikle böyle olduğuna göre:
5. Öyleyse, Allah’ı bırakıp da kıyâmete kadar duasına karşılık veremeyecek kimselere yalvarıp yakarandan daha sapık ve şaşkın kim olabilir? Çünkü, o yalvarıp yakardıkları şeylerin, bunların duasından haberi bile yoktur.
6. İnsanlar mahşerde toplandıkları zaman, o yalvardıkları şeyler müşriklere düşman kesilecek ve onların kendilerine tapınmalarını şiddetle reddedeceklerdir.
Putlara tapmanın, onlara yalvarıp yakarmanın bir anlamı olmamasına rağmen onlara tapmaya devam edenler, ne yaptığını bilmeyen en sapık ve en şaşkın kimselerdir. Çünkü taptıkları putlar, kıyamete kadar dua ve yalvarmalarına hiçbir karşılık veremeyeceklerdir. Zira onların ibâdetlerinden habersizdirler. Kıyamet gününe gelince, Allah müşriklerle putlarını karşı karşıya getirecektir. Fakat burada da putlar, kendilerine tapan o zavallılara düşman olacaklar ve yaptıkları ibâdetleri de şiddetle inkâr edeceklerdir. Çünkü onlar da o dehşetli günde Allah’ın huzurunda korkudan titreyecek ve Allah’ın gazabını celbedecek bir eksikliğin çıkmasından onlar da son derece endişe duyacaklardır. İşte şu âyetler bu hakikati haber verir:
“Kıyâmet günü Allah herkesi huzurunda toplayacak, sonra da meleklere: «Şunlar size mi tapıyordu?» diye soracak. Melekler ise: «Seni noksan sıfatlardan ve herhangi bir ortağının bulunmasından pak ve uzak tutarız. Bizim dostumuz, sahibimiz ve koruyucumuz ancak sensin! Bizim onlarla bu mânada hiçbir münâsebetimiz olmamıştır, olamaz da! Hayır, onlar, bize değil cinlere tapıyordu ve çoğu onlara inanıyordu» diye cevap verecekler.” (Sebe’ 34/40-41)
“O gün Rabbin müşrikler ile onların Allah’tan başka taptıklarını huzurunda toplayacak, sonra da o tapılanlara: “Şu kullarımı siz mi sapıklığa düşürdünüz, yoksa onlar kendi kendilerine mi yoldan çıktılar?» diye soracak. Onlar da şöyle cevap verecek: «Seni her türlü noksanlıklardan ve şirkten tenzih ederiz! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yakışmaz. Ne var ki sen bunlara ve atalarına fazl u kereminden bol bol nimetler verdin; nihâyet onlar seni anmayı unutup kitâbına uymadılar, sonunda helâk olmaya müstahak bir gürûh hâline geldiler.»” (Furkān 25/17-18)
Hal böyleyken:
7. Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğunda içlerinden inkâra saplananlar, kendilerine ulaşan Kur’an hakkında: “Bu düpedüz bir büyü!” dediler.
8. Yoksa: “Onu kendisi uyduruyor!” mu diyorlar? Rasûlüm! De ki: “Eğer ben onu uydurmuşsam, sizin gücünüz beni Allah’ın azabından kurtarmaya asla yetmez. Kaldı ki O, sizin Kur’an hakkında yaptığınız taşkınlıkları, onun etrafında kopardığınız yaygaraları da çok iyi bilmektedir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O yeter. O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
İnkârcıların Kur’ân-ı Kerîm’e sihir, büyü demeleri, bu kitabın sıradan bir kelam ve beşer sözü olmadığının kendi ağızlarıyla itiraf edilmesidir. Demek ki onlar, Kur’an’ın hârikulâde bir kitap olduğunu gördüler ve anladılar. Ancak, daha ziyade dünyevi çıkarları açısından işlerine gelmediği için onu inkâr yolunu tuttular. İkinci iddia olarak, Resûlullah (s.a.s.)’in Kur’an’ı kendisi uydurduğunu ve kabul görmesi için Allah’a nispet ettiğini söylüyorlar. Buna da, Allah Teâlâ’nın, peygamber bile olsa, kendisine yalan yere söz nispet edeni şiddetle cezalandıracağı ve onu Allah’ın azabından kimsenin kurtaramayacağı şeklinde cevap verilir. Nitekim bu hususta şöyle buyrulur:
“Eğer o Peygamber, bizim adımıza bir takım sözler uydursaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar, sonra da onun can damarını koparırdık! İçinizde hiç kimse de buna mâni olamazdı.” (Hakka 69/44-47)
Müşrikler, Allah Teâlâ’nın bir insanı peygamber yapmayacağını, yapacaksa bunun mutlaka melek olması gerektiğini iddia ediyorlardı. Bu sebeple Resûlullah (s.a.s.)’in onlara şöyle söylemesi emredilmektedir:
9. De ki: “Peygamber olarak gönderilen ilk kişi ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da bilemem. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım; çünkü ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
Peygamberliği ilk defa ortaya çıkaran Hz. Muhammed (s.a.s.) değildir. Ondan önce de Cenâb-ı Hak insanlar arasından seçerek nice peygamberler göndermiştir. Onların da hiçbiri melek değildi. Yanlarında melekler de görünür vaziyette dolaşmıyordu. Onlar da Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi yemek yiyor ve sokaklarda geziyorlardı. Dolayısıyla müşrikler aslında peygamberin söylediği gerçekler, ifa ettiği vazife ve gerçekleştirmek istediği hedeften ziyade onların etten kemikten maddi varlıklarına takılıp kalıyorlardı. Halbuki peygamberlerin şu mühim hususiyet ve vazifeleri vardır:
Peygamberler temel hususiyetler bakımından birbirine benzerler. Peygamberler de dâhil Allah’tan başka hiçbir varlık gaybı yani duyuların kapsama alanına girmeyen varlık ve olayları bilmez. Allah’ın bildirdikleri ise gayb kapsamının dışında kalır. Gelecekte olacaklar da gayba dâhildir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bilmediğini açıkça ifade etmektedir. (bk. Buhârî, Cenaiz 3) Peygamberlerin asıl bilgi kaynakları vahiydir. Onlar da, diğer insanlar gibi vahye tâbi olmak, ona uygun davranmak mecburiyetindedirler. Peygamberlerin, Allah’tan aldıkları tâlimatlar istikâmetinde insanları uyarma, dünyada yaptıklarının âhirette nasıl karşılık bulacağını bildirme vazifeleri vardır.
Gelen âyetlerde de Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından lutfedilen gerçek bir ilâhî kelam olduğu hususunda iknâ edici deliller serdedilerek, inkârcıların akıllarını kullanıp gerçeği kavramaları istenir:
10. De ki: “Bir düşünsenize, Kur’an gerçekten Allah katından gönderilmiş olup siz onu inkâr etmişseniz, üstelik İsrâiloğulları’ndan bir şâhit de bu kitabın haber verdiği gerçeklerin aynısını Tevrat’ta görüp Kur’an’a iman ettiği halde siz kibirlenip ondan yüz çevirmişseniz, sizden daha zâlim kim olabilir? Hiç şüphesiz Allah, öyle zâlim bir toplumu doğru yola erdirmez!”