AKABE GÖRÜŞMELERİ
Şüphesiz ben, Allah’ın size gönderdiği elçisiyim. Sadece Allah’a ibadet etmenizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, O’ndan başka edindiğiniz düzmece ilâhlarınızı terk etmenizi; bana inanıp, size bildirdiklerimi tasdik etmenizi ve Allah’ın benimle gönderdiği dini açıklarken beni korumanızı istiyorum, îman etmeniz konusunda sizi zorlayamam. Sizden davetimi kabul eden olursa ne mutlu ona. Ama davetimi beğenrnez ve beni tasdik etmezseniz, sizleri zorlama hakkına sahip değilim. İman zorla olmaz. Ben sizden, hiç değilse, Rabb’im benim ve ashabım hakkında hükmünü verinceye kadar beni kavmimin saldırı ve zorbalıklarından korumanızı istiyorum. (Hz. Muhammed (s)
Miraç mucizesinden sonra Rabb’inin indinde durumunun güvenilir ve kabul edilir olduğunu anlayan Resulüllah, içinde bulunduğu bütün olumsuz şartlara rağmen rahatladı; daha büyük bir gayretle, bütün engellemelere ve olumsuzluklara rağmen islâm davetini devam ettirdi. Fakat çoktandır Mekke’den umudunu kesmiş durumdaydı, islâm daveti açısından Mekke’nin artık umut verici olmadığını, Mekkelilerden islâm’a yönelecek daha başka kimselerin çıkma ihtimalinin bulunmadığım düşünüyordu. Bu nedenle fırsatını buldukça ticaret için Mekke’ye gelen veya geçerken Mekke’ye uğrayan tüccarlarla görüşüyor ve islâm’ı onlara anlatıyodu. Ayrıca, haram aylarda yarımadanın dört bir yanından hac ve panayır için Mekke’ye gelenlerle görüşüyordu. Esasen bunu boykot yıllarından beri sürdürüyor, görüştüğü insanlardan Müslüman olmalarını istedikten sonra, bu asıl isteğine ilaveten kendisi ve yanındaki müminleri yanlarına almalarını ve korumalarını da istiyordu. Hemen hemen görüştüğü tüm topluluk temsilcilerine ‘Şüphesiz ben, Allah’ın size gönderdiği elçisiyim. Sadece Allah’a ibadet etmenizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, O’ndan başka edindiğiniz düzmece ilâhlarınızı terk etmenizi; bana inanıp, size bildirdiklerimi tasdik etmenizi ve Allah’ın benimle gönderdiği dini açıklarken beni korumanızı istiyorum. îman etmeniz konusunda sizi zorlayamam. Sizden davetimi kabul eden olursa ne mutlu ona. Ama davetimi beğenmez ve beni tasdik etmezseniz, sizleri zorlama hakkına sahip değilim. îman zorla olmaz- Ben sizden, hiç değilse, Rabbim benim ve ashabım hakkında hükmünü verinceye kadar beni kavmimin saldırı ve zorbalıklarından korumanızı istiyorum [71] diyordu.
Resulüllah, hac ve panayır nedeniyle Mekke’ye gelen insanlarla görüşürken, yanma Ebû Bekir’i alıyordu. Ebû Bekir’in kabilelerin soylarıyla, kabilelerin birbirleriyle ilişkileriyle ilgili bilgilerinden yararlanıyordu. Güvenilir, şahsiyetli kimselerle görüşmeyi tercih ediyordu. Bu konuda Ebû Bekir’in tavsiyelerini dikkate alıyordu. En uygun kabileyi bulmaya çalışıyordu. Son birkaç yıl içinde, Kinde, Kelb, Hanife, Âmir gibi on beş civarında kabile ve soy temsilcisiyle görüştü. Hepsine de İslâm’ı anlattı; İslâm’a davet etti. Mevcut müminleri himayelerine almaları durumunda hayırlı ve şerefli bir iş yapmış olacaklarını söyledi. Ancak görüştüklerinin büyük çoğunluğu bu davetlere ve yardım isteklerine ilgisiz kaldılar. Bir kısmı ise ilgisizliklerinin gerekçesini Arap kültürünün en kutsal değeri olan soy bağı ile açıkladı: ‘Seni, senin kabilenin mensupları en iyi bilenlerdir. Onlar seni reddediyorlar. Kendi kabilesinin birlik ve beraberliğini bozan, kabilesinin mensupları arasına ayrılık tohumlan serpeni biz ne diye kabul edip, koruyalım! [72] dediler. En ilginç tepkilerden birisi ise Beyhara b. Firas ismindeki bir kabile reisinden geldi. Beyhara, eğer Müslüman olur ve müminleri koruyup desteklerse, İslâm’ın egemen olması durumunda kendilerinin ayrıcalığa sahip olup olmayacaklarını sordu. ‘Senden sonra temsil ettiğin otorite bana geçerse seni desteklerim’ dedi.
Beyhara, Resulüllah’m davasını iktidar mücadelesi zannetmişti ve iktidardan pay istiyordu. Onun bu talebine karşılık Resulüllah ‘Emir ve irade Allah’a aittir. O, emir ve iradeyi dilediğine verir deyip, bu tür isteklerin hiçbir anlamı olmadığını ifade edince, Beyhara ‘Biz, senin için bütün Arapların oklarına ve kılıçlarına karşı kalkan olalım. Allah seni basarıya ulaştırınca bizim bir ayrıcalığımız olmasın, bu işte herkesle aynı konumda olalım. Olmaz böyle şey. Senin davan bize göre değil dedi. Bir başka kabile temsilcisi ise ‘Hoş geldin, safa geldin, Seni memleketimize götürür ve kendimizi nasıl koruyup gözetiyorsak seni de aynı şekilde kollayıp gözetiriz. Ancak bu yaptığımız tüm insanları karsımıza almak olur. Tüm Araplar tek bir yaya dönüşüp üzerimize üşüşürler’ diyerek daveti kabul edemeyeceklerini bildirdi. Bu arada duydukları karşısında putperestlik gururu kabarıp, ‘Eğer kendi kavminin yanında olmasaydın vallahi senin boynunu vururdum. Kalk git; bizim yanımızdan uzaklaş’ diyenler de eksik olmadı. Kabile eşraf veya temsilcilerinin ortak tepkileri ise, genellikle, Bir insanı en iyi tanıyan kendi kavmidir. Eğer bir kişiden kendi kavmi memnun değilse o kişide hayır yoktur [73] biçiminde oldu.
Resulüllah, bir gün yanında Ebû Bekir ve Ali olduğu halde, panayır yerinde dolaşırken, hâl ve hareketleriyle ağırbaşlı, davranışlarıyla edepli bir topluluğa rastladı. Yaklaşıp, selâm verdiler. Ebû Bekir, kim olduklarını sordu. Şeyban b. Salebe boyundan olduklarını söylediler. Bunlar, toplumlarının ileri gelenlerinden Mefruk b. Amr, Hâni b. Kubeysa, Müsennâ b. Harise ve Numân b. Şerik isimli şahıslardı. Mefruk b. Amr misafirlere ilgi gösterip, buyur etti. Ebû Bekir, boy hakkında bazı bilgiler edinmek istedi; eli silah tutan adam sayısının ne kadar olduğunu sordu. Mefruk, boylarındaki eli silah tutan adam sayısının bin civarında olduğunu söyleyince, Ebû Bekir, himaye anlayış ve uygulamalarının nasıl olduğuyla ilgili bir şeyler sordu. Bu konuda da olumlu şeyler dinleyince, ‘Muhammed hakkında bir şey biliyor musunuz, Duyduğunuz bir şeyler var mı?’ diye sordu. Mefruk bir şeyler duyduğunu, ama kendisini tanımadığım söyleyince, Ebû Bekir, Resulüllah’ı tanıttı. Resulüllah onlara İslâm’ı anlattı; Müslüman olmaya davet etti. Mefruk’un islâm’la ilgili ayrıntılı sorulan karşısında Kur’an’dan bazı ayetler okudu.
Okuduğu ayetler En’âm ve Nahl sûresinin bazı ayetleriydi: ‘De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.[74] Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasımz diye size öğüt veriyor.[75]
Mefruk, işittiklerinden çok etkilendi. ‘Vallahi bunlar yeryüzûndekilerin sözlerinden değil Bunlar da farklı bir şey var. Sen bizi güzel ve ahlâka, güzel davranışlara davet ediyorsun. Kavmin seni yalanlamak ve reddetmekle hata etmiş. Senin söylediklerin reddedilecek şeyler değil Hâni b. Kubeysa bizim büyüğümüzdür. Bizim bilgemizdir. Seni bir de o dinlesin’ dedi. Konuşmaları sessizce dinleyen Hâni, ‘Kureyşli dostum Senin sözlerini işittim ve beğendim. Ancak bu gittiklerimizle yetinip hemen dinimizi terk etmemiz, akıllı birisinin yapacağı bir şey değil. Böyle bir davranış, düşünmeden hareket etmek olur. îşin sonunu hesaba katmamak olur. Zaten acele verilen kararda hep yanlışlık vardır. Müsennâ b. Harise bizim büyüğümüz ve savaşçımızdır. Acaba o ne der. Onun düşüncesi bizim için önemlidir’ dedi. Bu sefer Müsennâ, benzer şeyleri söyledikten sonra, daveti kabul edemeyeceklerini bildirip, gerekçesini açıkladı: ‘Arapların memleketi ile Fars memleketi arasında bir yerde yaşayan bir topluluğuz. Eğer senin söylediklerini kabul eder ve sana bağlanırsak hem Arapları hem de Farisileri kızdırırız.[76] Resulüllah, düşüncelerini açıkça söyledikleri için teşekkür etti. Davetini kabul etmedikleri için kendilerini suçla madiğim bildirdi. Sonra Ebû Bekir ve Ali ile birlikte kalkıp, başka bir topluluğa doğru gitti.
Resulüllah, boykotun son senesinde, boykotun şiddetinin olanca ağırlığıyla devam ettiği bir zamanda, o senenin ‘haram ayları’nda birçok kabile temsilcisiyle görüştü. Hiçbirisinden de istediği cevabı alamadı. Kabile temsilcilerinin bir çoğu ile görüşmesi sırasında kendisinin gölge gibi takip eden amcası Ebû Leheb veya Ebû Cehil’in müdahaleleri ve aşağılamalarıyla karşılaştı. Bunların müdahalesi kabile eşraf ve temsilcilerini olumsuz etkiledi. Ancak bir toplulukla görüşmesi sırasında durum değişti. Bunlar Medine’deki Hazreç kabilesine mensup 6 kişiden oluşan bir hacı grubuydu. Oturup onlarla konuştu. Hangi kabileye mensup olduklarını, isimlerinin neler olduğunu sordu. Onlara İslâm’ı anlattı. Kur’an’dan bir bölüm okudu ve islâm’a davet etti. Hazreçliler, duydukları karşısında şaşırdılar ve ‘Bu, Yahudilerin bize bahsettiği, kendisiyle korkuttukları kimseye benziyor’ dediler. Hazreçliler, ilk şaşkınlığın arkasından birbirleriyle ‘Önceliği Yahudilere kaptırmayalım, biz onlardan önce bunu tasdik edelim [77] diyerek aralarında konuşmaya başladılar. Ve öğrenmek istedikleri bazı konularla ilgili bilgi aldıktan sonra altısı birden orada îslâm davetini kabul etti.
Altı Hazreçlinin İslâm davetini kabul edişleri ilginç bir şekilde gerçekleşti; hiç direnmeden, tereddüt göstermeden Müslüman oldular. Bunun nedeni, kendilerinin de ifade ettiği gibi, Yahudilerden duydukları bazı sözlerdi. O zamanlar Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı. Bunlar, tarihi kaynakların bildirdiğine göre Miladi 70 yılında Roma’nın baskıları sonucunda yaşadıkları bölgelerden ayrılıp, yarımadanın ortalarına göç etmiş Yahudilerin soyundan gelenlerin oluşturduğu kabilelerdi. Yahudilerin Medine’ye yerleşmesinden sonra Yemen’deki Ezdi kabilesinden bazı Araplar da göç ederek aynı bölgeye yerleşmişlerdi. Bu Yahudiler ve Araplar Medine şehrinin ilk sakinleriydiler. Ancak aynı şehirde iki ayrı etnik grup, iki ayrı din birbiriyle pek anlaşamadı. Aralarında sık sık kavga ettiler; hatta savaştılar. Bu kavga ve savaşlardan ise genellikle Yahudiler zararlı çıktılar. Çünkü, sonradan Evs ve Hazreç isimleriyle iki kabileye bölünen Arapların karşısında sayıca azdılar. Bu konuda karşılaştırma yapmak için risâletin Medine yıllarındaki Yahudi ve Evs/Hazreç kabilesine mensup Arapların sayıları dikkate alınabilir. Risâletin Medine yıllarında Yahudilerden eli silah tutan erkek sayısı 2000 olmasına karşılık, Evs ve Hazreçliîer Müslüman olup Resulüllah’ın komutasında Mekke’yi fethe çıktıkları zaman 4000 kişi ile îslâm ordusuna katıldılar.
Yahudilerin bölgenin ilk yerleşimcileri olmalarına rağmen Araplar karşısında zayıf kalmaları, politik bir oyuna başvurmalarına neden olmuş ve Araplann Evs ve Hazreç olarak bölünmelerini ustaca kullanarak, iki kabile arasında düşmanlığın gelişmesini sağlamışlardı. Bu düşmanlık birçok savaşlara neden olmuştu. Yahudiler, politik oyunlarla durumu kurtarmaya çalışıyorlardı ama, zayıf olmanın acısını da yoğun olarak yaşıyorlardı. Fırsatını buldukça, ortam uygun oldukça, içlerindeki düşmanlığı açıkça ifade etmekten kaçınmıyor; putperest Araplara karşı hak dinin mensubu olmalarıyla övünüp, gelmesi beklenen son peygamberin kendilerinden birisi olacağı inancıyla, o peygamber geldiği zaman Allah’ın lütfuyla tüm Araplara karşı savaşıp galip olacaklarını söylüyorlardı. Bu onların mesih inancının gereği olan sözlerdi. Anlaşıldığı kadarıyla, Yahudiler, bir peygamberin gelme zamanının yakın olduğu ve kendilerinden birisi olacağı inançlarını sıklıkla ifade etmekten kaçınmadıkları için, Evs ve Hazreçliler de onların bu beklentilerine inanmış, adeta ‘acaba o peygamber ne zaman gelecek’ diye düşünür olmuşlardı. Yahudilerden hareketle bir peygambere ilişkin bilgiler zihinlerinde çok taze olduğu için de Resulüllah’ı dinlediklerinde, O’nun, Yahudilerin geleceğini söyledikleri peygamber olduğuna inandılar. Bu nedenle de önceliği Yahudilere kaptırmamak için daveti hemen kabul ettiler.
Altı Hazreçlinin islâm davetini kabul etmelerinde Yahudilerden Önce peygambere bağlanma anlayışının etkisi büyüktü. Ancak, aynı zamanda Evs ve Hazreç arasında nesiller boyu devam eden ve her iki tarafı da yiyip bitiren savaşların peygamberin aracılığıyla sona erebileceği, böylelikle birlikteliklerini tekrar sağlayıp, güçlü olabilecekleri inancının da etkisi vardı. Daveti kabul ettikleri zaman bir temenni olarak Resulüllah’a karşı sarf ettikleri şu sözler bu beklentilerinin gereğiydi: ‘Kavmimiz düşmanlık ve kötülükler nedeniyle birlikteliğini kaybetmiş, darmadağın olmuş durumda. Umulur ki Allah kavmimizi senin vasıtanla toplar da yine bir ve bütün oluruz. Biz şimdi memleketimize dönüyoruz. Senin bize öğrettiklerini kavmimize bildirecek ve onları İslâm’a davet edeceğiz. Eğer onlar bu din üzerinde birleşirlerse bil ki sen de istediğine kavuşur, aziz ve güçlü olursun.[78] Daha sonra, seneye yine aynı mevsimde ve aynı yerde buluşmak üzere sözleşip Mekke’den ayrıldılar.
Başka bir şehre mensup altı kişinin Müslüman olmaları, o zaman fark edilmese bile, İslâm’ın dünyaya açılımının ilk basamağını oluşturan önemli bir gelişmeydi. Mekke’de sıkışıp kalmış islâm davetinin ilk defa Mekke’den bir çıkış yolu buluşunu ifade ediyordu. Dolayısıyla o altı kişinin Müslüman olmaları, islâm daveti için önemi reddedilemez büyüklükte bir gelişme oldu ve ilk meyvesini bir yıl sonra verdi.
Bir sonraki yıl, boykotun sona erdiği ve miraç mucizesinin yaşandığı yıl, risâletin 9. yılı, Medineli on iki kişi önceki sene verilen söz gereği Mekke’ye geldiler. Resulüllah’la görüştüler. Anlaşıldığı kadarıyla önceki yıl iman etmiş olan altı kişinin toplumlarına ilişkin beklenti ve umutları, toplumlarındaki diğer bazı kimseler tarafından da paylaşılmış ve on iki kişi olarak gelmişlerdi. Bunlardan 10’u Hazreçli, 2’si ise Evsliydi. Bu da önemliydi; ezeli rakip olan iki ayrı kabile mensubu aynı davanın çatısı altında birlikte olabilme başarısını daha ilk aşamada gösterebilmişlerdi. Bu, geleceğe ilişkin büyük umutlar beslemeyi haklı kılacak bir durumdu.
Resulüllah on iki Medineliyle görüştü; onlara İslâm’ı anlattı, Kur’an okudu. Belirli konularda titiz davranıp, taviz vermeyeceklerine ilişkin söz aldı. islâm ıstılahında biat olarak isimlendirilen bu söz alma/andlaşma tarihe Birinci Akabe Biati olarak geçti. Bu antlaşma şu konulan kapsıyordu: ‘Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinadan kaçınmak, çocukları öldürmemek, hiç kimseye iftira atmamak.[79] İleri sürülüp kabul edilen şartları arasında savaş olmadığı için, bu biat tarihe ‘kadınlar biati’ olarak geçti.
On iki Medineli Müslüman olmuş bir halde Medine’ye dönerken, bir rivayete göre Mus’ab b. Umeyr’i de yanlarında götürdüler. Mus’ab bu yeni Müslüman olmuş kimselere islâm’ı öğretmek ve Medine’de islâm davetinin gerçekleştirmekle görevlendirildi. Doğruluğu daha kuvvetli olan bir diğer rivayete göre, on iki Müslüman Medine’ye döndükten sonra bildiklerini çevrelerindeki diğer kişilere de anlatmaya başladılar. Fakat islâm’a dair bilgileri az olduğu için zorlandılar. Ayrıca namazda Evsliler Hazreçli imama, Hazreşliler de Evsli imama razı olmayıp cemaate katılmadılar. Bunun üzerine Resulüllah’tan kendilerine dini öğretecek ve imamlık yapacak birisini istediler. Resulüllah da Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi.
Mus’ab b. Umeyr’in Medine’deki islâm daveti çok bereketli oldu. Bir yıla varmadan Medine’deki Araplara ait hemen her evde islâm konuşulmaya başladı. Birçok kimse Müslüman oldu. Kısa sürede görevini başarıyla yerine getiren Mus’ab, yıl bitmeden tekrar Mekke’ye döndü.
Medine’de kalabalık bir kitle oluşturacak kadar çoğalan Müslümanlar, hacca giden müşrik hemşehrileri ile birlikte, risâletin 10. yılında Mekke’ye geldiler. Resulüllah’a haber ulaştırarak gece yarısı Kabe’ye yaklaşık üç km uzaklıkta bulunan, tepelerle çevrili küçük Akabe vadisinde buluşmak üzere randevulaştılar. Daha sonraki gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla, bu bazı kimselerin Müslüman olduğu kendi hemşehrileri tarafından da bilinmiyordu. Bundan dolayı Resulüllah’la görüşmelerini hemşehrilerinden gizli tuttular. Gece yarısı herkesin uyuduğu saatte sessizce yataklarından kalkıp Akabe’ye giderek Resulüllah’la görüştüler. Resulüllah karşındaki kitleye ilk olarak ‘Sözcünüz kim ise o konuşsun ve konuşmasını da kısa tutsun. Çünkü Mekke müşriklerine mensup casusların gözleri sizin üzerinizdedir.
Şayet sizin bu durumunuzu öğrenecek olurlarsa herkese yayarlar [80] dedi. Ka’b b. Malik, tarihe İkinci Akabe Biati olarak geçecek bu çok önemli toplantıyı ve toplantıda alınan kararı, verilen sözü tüm bunların bir tanığı olarak şöyle anlatmıştır:
Mekke’ye gittiğimiz günün gecesi, kavmimizin müşrikleriyle beraber, eşyalarımızın yanında uyuduk. Gecenin üçte biri geçince randevu yerine gitmek için kata kuşunun yuvasından çıktığı gibi sessizce yerimizden ayrılıp, Akabe boğazında toplandık. İkisi kadın olmak üzere toplam 73 kişiydik. Biraz bekledik. Kısa bir süre sonra Resulüllah amcası Abbas ile birlikte geldi. Abbas o zamanlar iman etmemiş, kavminin dini üzerinde olan birisiydi. Fakat yeğenine yardımcı oluyor ve O’na güvenilir bir yer bulmaya çalışıyordu. Oturduk. Abbas kalkarak şunları söyledi: ‘Ey Yesripliler! Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir ve biz O’nu kavmimizin kötülüklerinden koruduk. O memleketinde izzet ve emniyet içerisindedir. Fakat size katılmak, sizinle birlikte olmak istiyor. Eğer O’na karşı vefalı olacak ve muhaliflerinden O’nu koruyacaksanız diyecek bir şey yok. Fakat O’nu yanınızdan götürdükten sonra terk edip, yalnız, yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapın’.
Bunun üzerine bizlerden bazıları Abbas’a ‘Senin söylediklerini dinledik’ dediler ve Resulüllah’a dönerek ‘Ey Allah’ın Resulü! Şimdi de sen söyle bakalım, Ne istiyorsun?’ dediler. Resulüllah İslâm’ı anlattı, Kur’an okudu. Sonra da ‘Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni de korumanız konusunda sizinle Matlaşmak istiyorum’ dedi. İçimizden birisi olan Ber’a b. Ma’rur kalkıp Resulüllah’m elini tuttu ve ‘Seni hak ile gönderene yemin olsun ki seni de kadınlarımızı ve çocuklarımızı koruduğumuz gibi koruyacağız. Ey Allah’ın Resulü! Bu konuda sana söz veriyoruz. Biz savaş tecrübesine sahip kimseleriz. Bu bize atalarımızdan kalmış bir özelliktir. Savaşmaktan korkmaz ve kaçmayız’ dedi. Daha sonra Ebû Heysem b. Tayyihan kalktı ve ‘Ey Allah’ın Resulü! Bizimle bazı adamlar arasında bağlar vardır ve senden dolayı o bağları keseceğiz. Bunu yaptığımız zaman Allah seni galip kılınca yine bizimle mi kalacaksın, yoksa kavmine geri mi döneceksin?’ diye sordu. O bu sözü ile Yahudileri kastetmiş ve Yahudilerle olan bütün ilişkileri keseceğimizden bahsetmişti. Resulüllah ise ‘Hayır dönmeyeceğim. Kanınız hanımdır, hareminiz haremimdir. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştıklarınızla ben de savaşırım, barış yaptıklarınızla da batış yaparım’ dedi.[81]
Karşılıklı konuşmaları takiben sözler verilip, biat gerçekleşince Abbas b. Ubâde ayağa kalkarak verilen sözün önemini hemşehrilerine tekrar hatırlattı: ‘Ey Yesripliler! Siz burada verdiğiniz sözün farkında mısınız? Siz bu sözünüzle insanların kırmızı ve siyahıyla savaşmak üzere sözleşmiş oldunuz- Eğer mallarınıza bir zarar geldiği veya yakınlarınızdan birileri öldürülünce O’nu yalnız bırakıp, sözünüzü unutacaksanız, bunu şimdiden yapın. Vallahi bunu daha sonradan yaparsanız bu dünya ve ahiret kaybı olur. Her iki tarafta da üzülenlerden olursunuz. Fakat mallarınızın eksilmesi, yakınlarınızın katledilmesi pahasına sözünüze sadık kalacaksanız diyecek bir şeyim yok. Bu durumda dünya da kazanırsınız, ahirette de.[82] Abbas b. Ubâde’nin bu uyarı ve hatırlatmaları üzerine hemşehrileri ‘Kaygılanma, biz mallarımız ve yakınlarımız pahasına onu kollayıp koruyacağız. Ey Allah’ın Resulü! Sözümüze sadık kalırsak bizim için ne var?’ diye sordular. Resulüllah’ın bu soruya cevabı oldukça kısa ve açıktı: ‘Cennet.[83]
Resulüllah, biat sonunda, Medineli Müslümanlardan kendi aralarından 12 kişi seçmelerini istedi. Bunların, Medine’ye döndükleri zaman Müslümanların işlerini yürütecek, yönetimi üstlenecek kimseler olacağını bildirdi. Hemen orada 12 kişi seçildi. Seçilenlerden 9’u Hazreçli, 3’ü Evsliydi. Resulüllah, seçilenler arasından Es’ad b. Zurâre’yi baş sorumlu olarak belirledi. Resulüllah kavminin temsilcisi, kavminin şahidi, yöneticisi anlamına gelecek şekilde ‘nakitf olarak isimlendirdiği bu kimselere: LSiz kavminizin kefillerisiniz’ diyerek sorumluluklarım hatırlattı. Resulüllah bu uygulamasıyla, hâlâ mevcut olan geleneksel yönetimde değişiklik yapmış ve müşriklerin yönetimdeki etkilerini kırmış oluyordu.
İkinci Akabe Biati gerektiğinde savaşmayı da kapsadığı, bu konuda söz verildiği için kaynaklarda ‘Savaş Biati’ olarak isimlendirilmiştir. Fakat, savaşma sözü savunmaya yönelik verilmişti. Savaşın gayesi Resulüllah’a yönelik bir tehlikeyi bertaraf etmekti. Bu nedenledir ki, Resulüllah Medine’ye hicret edince Bedir savaşına kadar ki askerî harekatların hepsini sadece Mekkeli Müslümanlarla (muhacirlerle) yürüttü, ilk zamanlarda gerçekleşen askeri harekatlar savunma amaçlı olmadığı için Medineliler bunlara dahil edilmedilar. Ancak Bedir için Medineli Müslümanlarla istişare edildi ve bu savaşın savunma amaçlı olduğu, üstelik artık iman kalplerine sindiğine göre Medineli Müslümanların da İslâm’ın inananlara yüklediği bütün sorumluluklara muhatap oldukları bildirildi.
Medineli Müslümanlar biat sonrasında, sessizce tekrar müşrik hemşehrilerinin bulunduğu yere döndüler. Yataklarına girip uyudular. Fakat sabah olunca Mekke eşrafını hemen yanlarında buldular. Mekke eşrafı bir telaş içerisinde, gece bazı kimselerin Resulüllah’la görüşüp konuştuklarının duyumunu aldıklarını, bunun doğru olup olmadığını soruyordu. Müslümanlardan hiç kimse sesini çıkarmadı. Olup bitenlerden gerçekten haberdar olmayan Medineli müşrikler ise yeminler ederek böyle bir şeyin olmadığını, bunun yalan bir haber, kendilerine yönelik bir iftira olduğunu söylediler. O sıralar krallık hayalleri kuran Abdullah b. Ubeyy ise ‘Ben olmadan nasıl böyle bir şey yapabilirler? Mümkün değil [84] diyerek haberin asılsızlığı konusunda kendince teminat verdi. Mekke eşrafı korktukları şeyin gerçekleşmemiş olduğunun rahatlığı ile Mekke’ye döndü. Ancak gece gerçekleşen biattan bir şekilde haberdar olan bazı kimselerin ısrarlı şekilde gerçekleşenleri anlatmaları üzerine, bazı adamları da yanlarına alıp tekrar Medinelilerin bulunduğu bölgeye geldilerse de, onları bulamadılar. Medineliler eşyalarını toplayıp yola çıkmışlardı. Mekkeliler sadece geride kalmış olan Sâ’d b. Ubâde’yi yakalayıp saçından sürükleyerek Mekke’ye götürdüler. Ona sert davranıp, işin iç yüzünü anlamak için sorguladılar. Ancak ticari yolculukları sırasında Medine’ye uğradıkları zaman Sâ’d b. Ubâde’nin büyük yardımlarını gören bazılarının araya girmesiyle, Sâ’d’ı serbest bırakmak zorunda kaldılar. Gerçekleşenler konusunda sağlıklı bir haber elde edemediler. İslâm’ın merkez değiştirme aşamasına geldiğini fark edemediler.
[71] Ahmed, Müsned, IIİ/492; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/63, 64; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/231; tbnü’l Esir, el-Kâmil Ji’t-Târih, 11/94; Ibn Sâ’d, et-Tabakatül Kübra, 1/216.
[72] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/216.
[73] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/66; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, IV232.
[74] En’am, 6:151
[75] Nahl, 16:90
[76] Ibnü’l Esir, L/sdü’J Gabe, V/251; Halebî, İnsanü^-l/yûn/î Sîreü”! Emini’/ Me’mû?ı,II/157-Koksal, İslâm Tarihi-Mekke Devri, V/94-98.
[77] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/70; Ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 11/70; Taberî Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/234; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l~Kübra, 1/217′.
[78] İbn Kesir, ei-Bida^e ve’n-Nihâye, 11/71; Taberî; Tarihu’r-KusHÎ vel-Mülüfc, 11/234.
[79] îbn Kesir, el-Bida^e ve’n-Nihâye, 11/75, 76; Taberî, Tarifm’r-Rusfif ve’l-Mülûk, 11/235
[80] Ahmed, Müsned, TV/119, 120.
[81] Ahmed, Müsneâ, IIÎ/322, 339, 460, 461; Rudanî, Cem’ul-Fevâid, III/266-269; Ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 11/84, 97; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/238; Heysemî,’ Mecma’ü’z Zevâid, VI/44.
[82] Ibn Hişam, es-Sirefü’n-Mrbevryye, 11/88; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülük, 11/239; Ibnü’l Esir, el-Kâmil Ji’t-Târih, 11/99.
[83] Taberî, Tarihu’r-Rusü! ve’l-Mülûk, 11/239; Heysemî, Mecma’ü’? Zevdid, VI/48; Ahmed, Müsned, IV/119, 120.
[84] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/91; Ahmed, Müsned, IH/462; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, vm.
Şüphesiz ben, Allah’ın size gönderdiği elçisiyim. Sadece Allah’a ibadet etmenizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, O’ndan başka edindiğiniz düzmece ilâhlarınızı terk etmenizi; bana inanıp, size bildirdiklerimi tasdik etmenizi ve Allah’ın benimle gönderdiği dini açıklarken beni korumanızı istiyorum, îman etmeniz konusunda sizi zorlayamam. Sizden davetimi kabul eden olursa ne mutlu ona. Ama davetimi beğenrnez ve beni tasdik etmezseniz, sizleri zorlama hakkına sahip değilim. İman zorla olmaz. Ben sizden, hiç değilse, Rabb’im benim ve ashabım hakkında hükmünü verinceye kadar beni kavmimin saldırı ve zorbalıklarından korumanızı istiyorum. (Hz. Muhammed (s)
Miraç mucizesinden sonra Rabb’inin indinde durumunun güvenilir ve kabul edilir olduğunu anlayan Resulüllah, içinde bulunduğu bütün olumsuz şartlara rağmen rahatladı; daha büyük bir gayretle, bütün engellemelere ve olumsuzluklara rağmen islâm davetini devam ettirdi. Fakat çoktandır Mekke’den umudunu kesmiş durumdaydı, islâm daveti açısından Mekke’nin artık umut verici olmadığını, Mekkelilerden islâm’a yönelecek daha başka kimselerin çıkma ihtimalinin bulunmadığım düşünüyordu. Bu nedenle fırsatını buldukça ticaret için Mekke’ye gelen veya geçerken Mekke’ye uğrayan tüccarlarla görüşüyor ve islâm’ı onlara anlatıyodu. Ayrıca, haram aylarda yarımadanın dört bir yanından hac ve panayır için Mekke’ye gelenlerle görüşüyordu. Esasen bunu boykot yıllarından beri sürdürüyor, görüştüğü insanlardan Müslüman olmalarını istedikten sonra, bu asıl isteğine ilaveten kendisi ve yanındaki müminleri yanlarına almalarını ve korumalarını da istiyordu. Hemen hemen görüştüğü tüm topluluk temsilcilerine ‘Şüphesiz ben, Allah’ın size gönderdiği elçisiyim. Sadece Allah’a ibadet etmenizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, O’ndan başka edindiğiniz düzmece ilâhlarınızı terk etmenizi; bana inanıp, size bildirdiklerimi tasdik etmenizi ve Allah’ın benimle gönderdiği dini açıklarken beni korumanızı istiyorum. îman etmeniz konusunda sizi zorlayamam. Sizden davetimi kabul eden olursa ne mutlu ona. Ama davetimi beğenmez ve beni tasdik etmezseniz, sizleri zorlama hakkına sahip değilim. îman zorla olmaz- Ben sizden, hiç değilse, Rabbim benim ve ashabım hakkında hükmünü verinceye kadar beni kavmimin saldırı ve zorbalıklarından korumanızı istiyorum [71] diyordu.
Resulüllah, hac ve panayır nedeniyle Mekke’ye gelen insanlarla görüşürken, yanma Ebû Bekir’i alıyordu. Ebû Bekir’in kabilelerin soylarıyla, kabilelerin birbirleriyle ilişkileriyle ilgili bilgilerinden yararlanıyordu. Güvenilir, şahsiyetli kimselerle görüşmeyi tercih ediyordu. Bu konuda Ebû Bekir’in tavsiyelerini dikkate alıyordu. En uygun kabileyi bulmaya çalışıyordu. Son birkaç yıl içinde, Kinde, Kelb, Hanife, Âmir gibi on beş civarında kabile ve soy temsilcisiyle görüştü. Hepsine de İslâm’ı anlattı; İslâm’a davet etti. Mevcut müminleri himayelerine almaları durumunda hayırlı ve şerefli bir iş yapmış olacaklarını söyledi. Ancak görüştüklerinin büyük çoğunluğu bu davetlere ve yardım isteklerine ilgisiz kaldılar. Bir kısmı ise ilgisizliklerinin gerekçesini Arap kültürünün en kutsal değeri olan soy bağı ile açıkladı: ‘Seni, senin kabilenin mensupları en iyi bilenlerdir. Onlar seni reddediyorlar. Kendi kabilesinin birlik ve beraberliğini bozan, kabilesinin mensupları arasına ayrılık tohumlan serpeni biz ne diye kabul edip, koruyalım! [72] dediler. En ilginç tepkilerden birisi ise Beyhara b. Firas ismindeki bir kabile reisinden geldi. Beyhara, eğer Müslüman olur ve müminleri koruyup desteklerse, İslâm’ın egemen olması durumunda kendilerinin ayrıcalığa sahip olup olmayacaklarını sordu. ‘Senden sonra temsil ettiğin otorite bana geçerse seni desteklerim’ dedi.
Beyhara, Resulüllah’m davasını iktidar mücadelesi zannetmişti ve iktidardan pay istiyordu. Onun bu talebine karşılık Resulüllah ‘Emir ve irade Allah’a aittir. O, emir ve iradeyi dilediğine verir deyip, bu tür isteklerin hiçbir anlamı olmadığını ifade edince, Beyhara ‘Biz, senin için bütün Arapların oklarına ve kılıçlarına karşı kalkan olalım. Allah seni basarıya ulaştırınca bizim bir ayrıcalığımız olmasın, bu işte herkesle aynı konumda olalım. Olmaz böyle şey. Senin davan bize göre değil dedi. Bir başka kabile temsilcisi ise ‘Hoş geldin, safa geldin, Seni memleketimize götürür ve kendimizi nasıl koruyup gözetiyorsak seni de aynı şekilde kollayıp gözetiriz. Ancak bu yaptığımız tüm insanları karsımıza almak olur. Tüm Araplar tek bir yaya dönüşüp üzerimize üşüşürler’ diyerek daveti kabul edemeyeceklerini bildirdi. Bu arada duydukları karşısında putperestlik gururu kabarıp, ‘Eğer kendi kavminin yanında olmasaydın vallahi senin boynunu vururdum. Kalk git; bizim yanımızdan uzaklaş’ diyenler de eksik olmadı. Kabile eşraf veya temsilcilerinin ortak tepkileri ise, genellikle, Bir insanı en iyi tanıyan kendi kavmidir. Eğer bir kişiden kendi kavmi memnun değilse o kişide hayır yoktur [73] biçiminde oldu.
Resulüllah, bir gün yanında Ebû Bekir ve Ali olduğu halde, panayır yerinde dolaşırken, hâl ve hareketleriyle ağırbaşlı, davranışlarıyla edepli bir topluluğa rastladı. Yaklaşıp, selâm verdiler. Ebû Bekir, kim olduklarını sordu. Şeyban b. Salebe boyundan olduklarını söylediler. Bunlar, toplumlarının ileri gelenlerinden Mefruk b. Amr, Hâni b. Kubeysa, Müsennâ b. Harise ve Numân b. Şerik isimli şahıslardı. Mefruk b. Amr misafirlere ilgi gösterip, buyur etti. Ebû Bekir, boy hakkında bazı bilgiler edinmek istedi; eli silah tutan adam sayısının ne kadar olduğunu sordu. Mefruk, boylarındaki eli silah tutan adam sayısının bin civarında olduğunu söyleyince, Ebû Bekir, himaye anlayış ve uygulamalarının nasıl olduğuyla ilgili bir şeyler sordu. Bu konuda da olumlu şeyler dinleyince, ‘Muhammed hakkında bir şey biliyor musunuz, Duyduğunuz bir şeyler var mı?’ diye sordu. Mefruk bir şeyler duyduğunu, ama kendisini tanımadığım söyleyince, Ebû Bekir, Resulüllah’ı tanıttı. Resulüllah onlara İslâm’ı anlattı; Müslüman olmaya davet etti. Mefruk’un islâm’la ilgili ayrıntılı sorulan karşısında Kur’an’dan bazı ayetler okudu.
Okuduğu ayetler En’âm ve Nahl sûresinin bazı ayetleriydi: ‘De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.[74] Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasımz diye size öğüt veriyor.[75]
Mefruk, işittiklerinden çok etkilendi. ‘Vallahi bunlar yeryüzûndekilerin sözlerinden değil Bunlar da farklı bir şey var. Sen bizi güzel ve ahlâka, güzel davranışlara davet ediyorsun. Kavmin seni yalanlamak ve reddetmekle hata etmiş. Senin söylediklerin reddedilecek şeyler değil Hâni b. Kubeysa bizim büyüğümüzdür. Bizim bilgemizdir. Seni bir de o dinlesin’ dedi. Konuşmaları sessizce dinleyen Hâni, ‘Kureyşli dostum Senin sözlerini işittim ve beğendim. Ancak bu gittiklerimizle yetinip hemen dinimizi terk etmemiz, akıllı birisinin yapacağı bir şey değil. Böyle bir davranış, düşünmeden hareket etmek olur. îşin sonunu hesaba katmamak olur. Zaten acele verilen kararda hep yanlışlık vardır. Müsennâ b. Harise bizim büyüğümüz ve savaşçımızdır. Acaba o ne der. Onun düşüncesi bizim için önemlidir’ dedi. Bu sefer Müsennâ, benzer şeyleri söyledikten sonra, daveti kabul edemeyeceklerini bildirip, gerekçesini açıkladı: ‘Arapların memleketi ile Fars memleketi arasında bir yerde yaşayan bir topluluğuz. Eğer senin söylediklerini kabul eder ve sana bağlanırsak hem Arapları hem de Farisileri kızdırırız.[76] Resulüllah, düşüncelerini açıkça söyledikleri için teşekkür etti. Davetini kabul etmedikleri için kendilerini suçla madiğim bildirdi. Sonra Ebû Bekir ve Ali ile birlikte kalkıp, başka bir topluluğa doğru gitti.
Resulüllah, boykotun son senesinde, boykotun şiddetinin olanca ağırlığıyla devam ettiği bir zamanda, o senenin ‘haram ayları’nda birçok kabile temsilcisiyle görüştü. Hiçbirisinden de istediği cevabı alamadı. Kabile temsilcilerinin bir çoğu ile görüşmesi sırasında kendisinin gölge gibi takip eden amcası Ebû Leheb veya Ebû Cehil’in müdahaleleri ve aşağılamalarıyla karşılaştı. Bunların müdahalesi kabile eşraf ve temsilcilerini olumsuz etkiledi. Ancak bir toplulukla görüşmesi sırasında durum değişti. Bunlar Medine’deki Hazreç kabilesine mensup 6 kişiden oluşan bir hacı grubuydu. Oturup onlarla konuştu. Hangi kabileye mensup olduklarını, isimlerinin neler olduğunu sordu. Onlara İslâm’ı anlattı. Kur’an’dan bir bölüm okudu ve islâm’a davet etti. Hazreçliler, duydukları karşısında şaşırdılar ve ‘Bu, Yahudilerin bize bahsettiği, kendisiyle korkuttukları kimseye benziyor’ dediler. Hazreçliler, ilk şaşkınlığın arkasından birbirleriyle ‘Önceliği Yahudilere kaptırmayalım, biz onlardan önce bunu tasdik edelim [77] diyerek aralarında konuşmaya başladılar. Ve öğrenmek istedikleri bazı konularla ilgili bilgi aldıktan sonra altısı birden orada îslâm davetini kabul etti.
Altı Hazreçlinin İslâm davetini kabul edişleri ilginç bir şekilde gerçekleşti; hiç direnmeden, tereddüt göstermeden Müslüman oldular. Bunun nedeni, kendilerinin de ifade ettiği gibi, Yahudilerden duydukları bazı sözlerdi. O zamanlar Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı. Bunlar, tarihi kaynakların bildirdiğine göre Miladi 70 yılında Roma’nın baskıları sonucunda yaşadıkları bölgelerden ayrılıp, yarımadanın ortalarına göç etmiş Yahudilerin soyundan gelenlerin oluşturduğu kabilelerdi. Yahudilerin Medine’ye yerleşmesinden sonra Yemen’deki Ezdi kabilesinden bazı Araplar da göç ederek aynı bölgeye yerleşmişlerdi. Bu Yahudiler ve Araplar Medine şehrinin ilk sakinleriydiler. Ancak aynı şehirde iki ayrı etnik grup, iki ayrı din birbiriyle pek anlaşamadı. Aralarında sık sık kavga ettiler; hatta savaştılar. Bu kavga ve savaşlardan ise genellikle Yahudiler zararlı çıktılar. Çünkü, sonradan Evs ve Hazreç isimleriyle iki kabileye bölünen Arapların karşısında sayıca azdılar. Bu konuda karşılaştırma yapmak için risâletin Medine yıllarındaki Yahudi ve Evs/Hazreç kabilesine mensup Arapların sayıları dikkate alınabilir. Risâletin Medine yıllarında Yahudilerden eli silah tutan erkek sayısı 2000 olmasına karşılık, Evs ve Hazreçliîer Müslüman olup Resulüllah’ın komutasında Mekke’yi fethe çıktıkları zaman 4000 kişi ile îslâm ordusuna katıldılar.
Yahudilerin bölgenin ilk yerleşimcileri olmalarına rağmen Araplar karşısında zayıf kalmaları, politik bir oyuna başvurmalarına neden olmuş ve Araplann Evs ve Hazreç olarak bölünmelerini ustaca kullanarak, iki kabile arasında düşmanlığın gelişmesini sağlamışlardı. Bu düşmanlık birçok savaşlara neden olmuştu. Yahudiler, politik oyunlarla durumu kurtarmaya çalışıyorlardı ama, zayıf olmanın acısını da yoğun olarak yaşıyorlardı. Fırsatını buldukça, ortam uygun oldukça, içlerindeki düşmanlığı açıkça ifade etmekten kaçınmıyor; putperest Araplara karşı hak dinin mensubu olmalarıyla övünüp, gelmesi beklenen son peygamberin kendilerinden birisi olacağı inancıyla, o peygamber geldiği zaman Allah’ın lütfuyla tüm Araplara karşı savaşıp galip olacaklarını söylüyorlardı. Bu onların mesih inancının gereği olan sözlerdi. Anlaşıldığı kadarıyla, Yahudiler, bir peygamberin gelme zamanının yakın olduğu ve kendilerinden birisi olacağı inançlarını sıklıkla ifade etmekten kaçınmadıkları için, Evs ve Hazreçliler de onların bu beklentilerine inanmış, adeta ‘acaba o peygamber ne zaman gelecek’ diye düşünür olmuşlardı. Yahudilerden hareketle bir peygambere ilişkin bilgiler zihinlerinde çok taze olduğu için de Resulüllah’ı dinlediklerinde, O’nun, Yahudilerin geleceğini söyledikleri peygamber olduğuna inandılar. Bu nedenle de önceliği Yahudilere kaptırmamak için daveti hemen kabul ettiler.
Altı Hazreçlinin islâm davetini kabul etmelerinde Yahudilerden Önce peygambere bağlanma anlayışının etkisi büyüktü. Ancak, aynı zamanda Evs ve Hazreç arasında nesiller boyu devam eden ve her iki tarafı da yiyip bitiren savaşların peygamberin aracılığıyla sona erebileceği, böylelikle birlikteliklerini tekrar sağlayıp, güçlü olabilecekleri inancının da etkisi vardı. Daveti kabul ettikleri zaman bir temenni olarak Resulüllah’a karşı sarf ettikleri şu sözler bu beklentilerinin gereğiydi: ‘Kavmimiz düşmanlık ve kötülükler nedeniyle birlikteliğini kaybetmiş, darmadağın olmuş durumda. Umulur ki Allah kavmimizi senin vasıtanla toplar da yine bir ve bütün oluruz. Biz şimdi memleketimize dönüyoruz. Senin bize öğrettiklerini kavmimize bildirecek ve onları İslâm’a davet edeceğiz. Eğer onlar bu din üzerinde birleşirlerse bil ki sen de istediğine kavuşur, aziz ve güçlü olursun.[78] Daha sonra, seneye yine aynı mevsimde ve aynı yerde buluşmak üzere sözleşip Mekke’den ayrıldılar.
Başka bir şehre mensup altı kişinin Müslüman olmaları, o zaman fark edilmese bile, İslâm’ın dünyaya açılımının ilk basamağını oluşturan önemli bir gelişmeydi. Mekke’de sıkışıp kalmış islâm davetinin ilk defa Mekke’den bir çıkış yolu buluşunu ifade ediyordu. Dolayısıyla o altı kişinin Müslüman olmaları, islâm daveti için önemi reddedilemez büyüklükte bir gelişme oldu ve ilk meyvesini bir yıl sonra verdi.
Bir sonraki yıl, boykotun sona erdiği ve miraç mucizesinin yaşandığı yıl, risâletin 9. yılı, Medineli on iki kişi önceki sene verilen söz gereği Mekke’ye geldiler. Resulüllah’la görüştüler. Anlaşıldığı kadarıyla önceki yıl iman etmiş olan altı kişinin toplumlarına ilişkin beklenti ve umutları, toplumlarındaki diğer bazı kimseler tarafından da paylaşılmış ve on iki kişi olarak gelmişlerdi. Bunlardan 10’u Hazreçli, 2’si ise Evsliydi. Bu da önemliydi; ezeli rakip olan iki ayrı kabile mensubu aynı davanın çatısı altında birlikte olabilme başarısını daha ilk aşamada gösterebilmişlerdi. Bu, geleceğe ilişkin büyük umutlar beslemeyi haklı kılacak bir durumdu.
Resulüllah on iki Medineliyle görüştü; onlara İslâm’ı anlattı, Kur’an okudu. Belirli konularda titiz davranıp, taviz vermeyeceklerine ilişkin söz aldı. islâm ıstılahında biat olarak isimlendirilen bu söz alma/andlaşma tarihe Birinci Akabe Biati olarak geçti. Bu antlaşma şu konulan kapsıyordu: ‘Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinadan kaçınmak, çocukları öldürmemek, hiç kimseye iftira atmamak.[79] İleri sürülüp kabul edilen şartları arasında savaş olmadığı için, bu biat tarihe ‘kadınlar biati’ olarak geçti.
On iki Medineli Müslüman olmuş bir halde Medine’ye dönerken, bir rivayete göre Mus’ab b. Umeyr’i de yanlarında götürdüler. Mus’ab bu yeni Müslüman olmuş kimselere islâm’ı öğretmek ve Medine’de islâm davetinin gerçekleştirmekle görevlendirildi. Doğruluğu daha kuvvetli olan bir diğer rivayete göre, on iki Müslüman Medine’ye döndükten sonra bildiklerini çevrelerindeki diğer kişilere de anlatmaya başladılar. Fakat islâm’a dair bilgileri az olduğu için zorlandılar. Ayrıca namazda Evsliler Hazreçli imama, Hazreşliler de Evsli imama razı olmayıp cemaate katılmadılar. Bunun üzerine Resulüllah’tan kendilerine dini öğretecek ve imamlık yapacak birisini istediler. Resulüllah da Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi.
Mus’ab b. Umeyr’in Medine’deki islâm daveti çok bereketli oldu. Bir yıla varmadan Medine’deki Araplara ait hemen her evde islâm konuşulmaya başladı. Birçok kimse Müslüman oldu. Kısa sürede görevini başarıyla yerine getiren Mus’ab, yıl bitmeden tekrar Mekke’ye döndü.
Medine’de kalabalık bir kitle oluşturacak kadar çoğalan Müslümanlar, hacca giden müşrik hemşehrileri ile birlikte, risâletin 10. yılında Mekke’ye geldiler. Resulüllah’a haber ulaştırarak gece yarısı Kabe’ye yaklaşık üç km uzaklıkta bulunan, tepelerle çevrili küçük Akabe vadisinde buluşmak üzere randevulaştılar. Daha sonraki gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla, bu bazı kimselerin Müslüman olduğu kendi hemşehrileri tarafından da bilinmiyordu. Bundan dolayı Resulüllah’la görüşmelerini hemşehrilerinden gizli tuttular. Gece yarısı herkesin uyuduğu saatte sessizce yataklarından kalkıp Akabe’ye giderek Resulüllah’la görüştüler. Resulüllah karşındaki kitleye ilk olarak ‘Sözcünüz kim ise o konuşsun ve konuşmasını da kısa tutsun. Çünkü Mekke müşriklerine mensup casusların gözleri sizin üzerinizdedir.
Şayet sizin bu durumunuzu öğrenecek olurlarsa herkese yayarlar [80] dedi. Ka’b b. Malik, tarihe İkinci Akabe Biati olarak geçecek bu çok önemli toplantıyı ve toplantıda alınan kararı, verilen sözü tüm bunların bir tanığı olarak şöyle anlatmıştır:
Mekke’ye gittiğimiz günün gecesi, kavmimizin müşrikleriyle beraber, eşyalarımızın yanında uyuduk. Gecenin üçte biri geçince randevu yerine gitmek için kata kuşunun yuvasından çıktığı gibi sessizce yerimizden ayrılıp, Akabe boğazında toplandık. İkisi kadın olmak üzere toplam 73 kişiydik. Biraz bekledik. Kısa bir süre sonra Resulüllah amcası Abbas ile birlikte geldi. Abbas o zamanlar iman etmemiş, kavminin dini üzerinde olan birisiydi. Fakat yeğenine yardımcı oluyor ve O’na güvenilir bir yer bulmaya çalışıyordu. Oturduk. Abbas kalkarak şunları söyledi: ‘Ey Yesripliler! Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir ve biz O’nu kavmimizin kötülüklerinden koruduk. O memleketinde izzet ve emniyet içerisindedir. Fakat size katılmak, sizinle birlikte olmak istiyor. Eğer O’na karşı vefalı olacak ve muhaliflerinden O’nu koruyacaksanız diyecek bir şey yok. Fakat O’nu yanınızdan götürdükten sonra terk edip, yalnız, yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapın’.
Bunun üzerine bizlerden bazıları Abbas’a ‘Senin söylediklerini dinledik’ dediler ve Resulüllah’a dönerek ‘Ey Allah’ın Resulü! Şimdi de sen söyle bakalım, Ne istiyorsun?’ dediler. Resulüllah İslâm’ı anlattı, Kur’an okudu. Sonra da ‘Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni de korumanız konusunda sizinle Matlaşmak istiyorum’ dedi. İçimizden birisi olan Ber’a b. Ma’rur kalkıp Resulüllah’m elini tuttu ve ‘Seni hak ile gönderene yemin olsun ki seni de kadınlarımızı ve çocuklarımızı koruduğumuz gibi koruyacağız. Ey Allah’ın Resulü! Bu konuda sana söz veriyoruz. Biz savaş tecrübesine sahip kimseleriz. Bu bize atalarımızdan kalmış bir özelliktir. Savaşmaktan korkmaz ve kaçmayız’ dedi. Daha sonra Ebû Heysem b. Tayyihan kalktı ve ‘Ey Allah’ın Resulü! Bizimle bazı adamlar arasında bağlar vardır ve senden dolayı o bağları keseceğiz. Bunu yaptığımız zaman Allah seni galip kılınca yine bizimle mi kalacaksın, yoksa kavmine geri mi döneceksin?’ diye sordu. O bu sözü ile Yahudileri kastetmiş ve Yahudilerle olan bütün ilişkileri keseceğimizden bahsetmişti. Resulüllah ise ‘Hayır dönmeyeceğim. Kanınız hanımdır, hareminiz haremimdir. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştıklarınızla ben de savaşırım, barış yaptıklarınızla da batış yaparım’ dedi.[81]
Karşılıklı konuşmaları takiben sözler verilip, biat gerçekleşince Abbas b. Ubâde ayağa kalkarak verilen sözün önemini hemşehrilerine tekrar hatırlattı: ‘Ey Yesripliler! Siz burada verdiğiniz sözün farkında mısınız? Siz bu sözünüzle insanların kırmızı ve siyahıyla savaşmak üzere sözleşmiş oldunuz- Eğer mallarınıza bir zarar geldiği veya yakınlarınızdan birileri öldürülünce O’nu yalnız bırakıp, sözünüzü unutacaksanız, bunu şimdiden yapın. Vallahi bunu daha sonradan yaparsanız bu dünya ve ahiret kaybı olur. Her iki tarafta da üzülenlerden olursunuz. Fakat mallarınızın eksilmesi, yakınlarınızın katledilmesi pahasına sözünüze sadık kalacaksanız diyecek bir şeyim yok. Bu durumda dünya da kazanırsınız, ahirette de.[82] Abbas b. Ubâde’nin bu uyarı ve hatırlatmaları üzerine hemşehrileri ‘Kaygılanma, biz mallarımız ve yakınlarımız pahasına onu kollayıp koruyacağız. Ey Allah’ın Resulü! Sözümüze sadık kalırsak bizim için ne var?’ diye sordular. Resulüllah’ın bu soruya cevabı oldukça kısa ve açıktı: ‘Cennet.[83]
Resulüllah, biat sonunda, Medineli Müslümanlardan kendi aralarından 12 kişi seçmelerini istedi. Bunların, Medine’ye döndükleri zaman Müslümanların işlerini yürütecek, yönetimi üstlenecek kimseler olacağını bildirdi. Hemen orada 12 kişi seçildi. Seçilenlerden 9’u Hazreçli, 3’ü Evsliydi. Resulüllah, seçilenler arasından Es’ad b. Zurâre’yi baş sorumlu olarak belirledi. Resulüllah kavminin temsilcisi, kavminin şahidi, yöneticisi anlamına gelecek şekilde ‘nakitf olarak isimlendirdiği bu kimselere: LSiz kavminizin kefillerisiniz’ diyerek sorumluluklarım hatırlattı. Resulüllah bu uygulamasıyla, hâlâ mevcut olan geleneksel yönetimde değişiklik yapmış ve müşriklerin yönetimdeki etkilerini kırmış oluyordu.
İkinci Akabe Biati gerektiğinde savaşmayı da kapsadığı, bu konuda söz verildiği için kaynaklarda ‘Savaş Biati’ olarak isimlendirilmiştir. Fakat, savaşma sözü savunmaya yönelik verilmişti. Savaşın gayesi Resulüllah’a yönelik bir tehlikeyi bertaraf etmekti. Bu nedenledir ki, Resulüllah Medine’ye hicret edince Bedir savaşına kadar ki askerî harekatların hepsini sadece Mekkeli Müslümanlarla (muhacirlerle) yürüttü, ilk zamanlarda gerçekleşen askeri harekatlar savunma amaçlı olmadığı için Medineliler bunlara dahil edilmedilar. Ancak Bedir için Medineli Müslümanlarla istişare edildi ve bu savaşın savunma amaçlı olduğu, üstelik artık iman kalplerine sindiğine göre Medineli Müslümanların da İslâm’ın inananlara yüklediği bütün sorumluluklara muhatap oldukları bildirildi.
Medineli Müslümanlar biat sonrasında, sessizce tekrar müşrik hemşehrilerinin bulunduğu yere döndüler. Yataklarına girip uyudular. Fakat sabah olunca Mekke eşrafını hemen yanlarında buldular. Mekke eşrafı bir telaş içerisinde, gece bazı kimselerin Resulüllah’la görüşüp konuştuklarının duyumunu aldıklarını, bunun doğru olup olmadığını soruyordu. Müslümanlardan hiç kimse sesini çıkarmadı. Olup bitenlerden gerçekten haberdar olmayan Medineli müşrikler ise yeminler ederek böyle bir şeyin olmadığını, bunun yalan bir haber, kendilerine yönelik bir iftira olduğunu söylediler. O sıralar krallık hayalleri kuran Abdullah b. Ubeyy ise ‘Ben olmadan nasıl böyle bir şey yapabilirler? Mümkün değil [84] diyerek haberin asılsızlığı konusunda kendince teminat verdi. Mekke eşrafı korktukları şeyin gerçekleşmemiş olduğunun rahatlığı ile Mekke’ye döndü. Ancak gece gerçekleşen biattan bir şekilde haberdar olan bazı kimselerin ısrarlı şekilde gerçekleşenleri anlatmaları üzerine, bazı adamları da yanlarına alıp tekrar Medinelilerin bulunduğu bölgeye geldilerse de, onları bulamadılar. Medineliler eşyalarını toplayıp yola çıkmışlardı. Mekkeliler sadece geride kalmış olan Sâ’d b. Ubâde’yi yakalayıp saçından sürükleyerek Mekke’ye götürdüler. Ona sert davranıp, işin iç yüzünü anlamak için sorguladılar. Ancak ticari yolculukları sırasında Medine’ye uğradıkları zaman Sâ’d b. Ubâde’nin büyük yardımlarını gören bazılarının araya girmesiyle, Sâ’d’ı serbest bırakmak zorunda kaldılar. Gerçekleşenler konusunda sağlıklı bir haber elde edemediler. İslâm’ın merkez değiştirme aşamasına geldiğini fark edemediler.
[71] Ahmed, Müsned, IIİ/492; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/63, 64; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/231; tbnü’l Esir, el-Kâmil Ji’t-Târih, 11/94; Ibn Sâ’d, et-Tabakatül Kübra, 1/216.
[72] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/216.
[73] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/66; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, IV232.
[74] En’am, 6:151
[75] Nahl, 16:90
[76] Ibnü’l Esir, L/sdü’J Gabe, V/251; Halebî, İnsanü^-l/yûn/î Sîreü”! Emini’/ Me’mû?ı,II/157-Koksal, İslâm Tarihi-Mekke Devri, V/94-98.
[77] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/70; Ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 11/70; Taberî Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/234; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l~Kübra, 1/217′.
[78] İbn Kesir, ei-Bida^e ve’n-Nihâye, 11/71; Taberî; Tarihu’r-KusHÎ vel-Mülüfc, 11/234.
[79] îbn Kesir, el-Bida^e ve’n-Nihâye, 11/75, 76; Taberî, Tarifm’r-Rusfif ve’l-Mülûk, 11/235
[80] Ahmed, Müsned, TV/119, 120.
[81] Ahmed, Müsneâ, IIÎ/322, 339, 460, 461; Rudanî, Cem’ul-Fevâid, III/266-269; Ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 11/84, 97; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/238; Heysemî,’ Mecma’ü’z Zevâid, VI/44.
[82] Ibn Hişam, es-Sirefü’n-Mrbevryye, 11/88; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülük, 11/239; Ibnü’l Esir, el-Kâmil Ji’t-Târih, 11/99.
[83] Taberî, Tarihu’r-Rusü! ve’l-Mülûk, 11/239; Heysemî, Mecma’ü’? Zevdid, VI/48; Ahmed, Müsned, IV/119, 120.
[84] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/91; Ahmed, Müsned, IH/462; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, vm.