AYET-İ KERiME
Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır” (diye hükmedilmiştir). (Bakara 2/62)
İman, insanın hatta kâinatın yaratılmasından çok daha önce esasları belirlenmiş, Arş ve cennetlerde melekler, cinler ve isyanına kadar iblis tarafından uygulanmış bir inanç bütünüdür.
Kur’an’daki ayet ve kıssalardan; meleklerin mutlak itaat etmek üzere nurdan yaratıldıklarını, verilen işleri muntazaman yürüttüğünü, cinlerin ateşten yapıldığını ve insandan önce yaratıldığını, iblisin cinlerden olduğunu, cinlerin itaatsizlik yapabildiklerine göre mutlak itaat anlamında meleklerden farklı olduklarını anlıyoruz. Yine anlıyoruz ki cinler ibadet etmek üzere yaratıldığı ve belki çok uzun zaman varoldukları halde (!) Yüce Allah insanı yaratmaya karar veriyor ve bu iradesini muhtemelen melekler meclisinde melekler ve cinlere açıklayıp hepsinin topraktan yaratılacak bu insana secde etmesini istiyor. Buradaki secde etmenin ibadet lafzıyla değil saygı ve büyüklüğünü kabul etme anlamında olduğunu düşünüyoruz. Çünkü ibadet edilecek sadece Yüce Allah’tır. Kabul edilecek büyüklük ise Yüce Rabbin yere ve cennete mirasçı kıldığı cinsin insan olmasından kaynaklanır. Yine de doğrusunu Allah bilir.
Melekler hemen itaat ederken, İblisin büyüklenmesi neticesi meclisten kovulması ve akabinde kâinat ve insan gözleri önünde yaratıldığı halde isyanında ileri gitmesiyle lanetlenmesi sonucu insanın cennette ve sonra yerde yaşamı sıkıntılı olarak başlamıştır. Çünkü iblis müsaade aldığı belirli süre sonuna yani yeniden dirilişe kadar kendisinin ve kendisine uyan cinlerin muhatap olacağı cehenneme çekebileceği kadar fazla sayıda insanı da çekeceğine dair iddiada bulunmuştur. Hz. Âdem ve eşinin cennetten kovulmasına da bu iddia ve kışkırtma sebep olmuş, tövbeleri sonucu Yüce Allah’ın rahmetiyle bağışlanmışlar ancak belirli süre tamamlanana kadar yeryüzünde yaşamaya mahkûm edilmişlerdir.
AYET-İ KERiME
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 51/56)
İnsanlar cinler gibi ibadet etmek üzere yaratılmıştır. İnsan hür iradesiyle iyiyi ve kötüyü seçebilme melekesine sahiptir. İblisin ahdine rağmen ayakta kalabilenler mutlu sona ulaşacaktır. Dünya yaşamında kötüyü ve kolayı seçenler iblis gibi cehenneme, iyiyi ve güzeli seçenler melekler gibi cennete girecektir.
AYET-İ KERiME
“Eğer dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benim, “Andolsun, cehennemi hem cinlerden hem de insanlardan dolduracağım” sözüm gerçekleşecektir.” (Secde 32/13)
Yüce Allah cinlerin varlığına rağmen insanın yaratılmasına hükmetmiş ve insana akıl, ruh, şuur gibi pek çok meziyetler vermiştir. Bunun hikmeti Rabbimize aittir. Önemli olan husus Yüce Allah’ın kendisine ibadet ve hamd edilmesi yönündeki istek ve buyruğudur. O, kendisine inanılmasını, yönelinmesini, şükredilmesini, tesbih edilmesini, ibadet ve itaat edilmesini, azabından korkulmasını istemektedir. Yani ezelden ebede kadar yarattığı tüm mahlûkat ‘iman ve ibadet’ üzere yaratılmıştır.
Cinlerin insanın yaratılışından önceki iman durumlarını Allah bilir ancak İblisin ilahi buyruğa karşı gelmesi ile bu inanç yumağı mutlak olmaktan çıkmış ve belki de ilk itaatsizlik insanın yaratılışının hemen öncesinde bu hadiseyle yaşanmıştır.
Aldanma, kandırma, günahtan korkmama, ölümsüzlük isteği, intikam, hırs, şehvet veya güce açlık duyma gibi ahlaksal durumlar iblisin isyanı neticesinde cennete kadar girmiş ve ilahi ahlakı kirleten bu beşeri ahlak zaafı iblise uyan cinler ile insanların cennetten kovulmasıyla sonuçlanmıştır. Güzellik ve iyilik odaklı iman bu sayede ahlaksal boyut kazanmış ve ibadet kadar ahlak ta imanın göstergesi haline gelmiştir.
İblisin ahdine karşılık Yüce Rabbin kesin hükmü ‘iblisin ve ona uyanların mutlaka cehenneme gideceği’ şeklinde tecelli ettiğinden iman sadece iyilik yapmayı değil aynı zamanda kötülükten sakınmayı da gerekli kılmıştır. Velhasıl yerde yaşam ile imtihan başlamış, kıyamete kadar devam edecek olan hayat topraktan yaratılan insanın şerefli önderliğinde şekillenmiştir.
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler değişik ümmetlere, değişik zamanlarda ve ufak değişikliklerle aynı mesajı vermiştir; iman ve tevhid. Bu nedenle iman, ümmetin o anki vasıflarına ve kendilerine gönderilen peygamberin bildirdiklerine göre çok eskiden beri vardır ve zaman içinde ufak farklılıklar gösterse de kul olmanın ilk şartıdır.
Gelen en son peygamberin bildirdiklerine itaat edenler kendilerinden çok öncede gelmiş olsa iman etmiş sayılırlar. Bu insanların imanı sonraki peygamber geldiği zaman yenisine uydukları takdirde devam eder. Sonraki peygamber geldiği halde hala önceki peygamberin çizgisinde yürüyenler veya peygamberlerin bildirilerini tümden inkâr edenler imandan uzaklaşır.
Bu kapsamda sayı ve mahiyetini tam bilemediğimiz peygamberlerin istisnasız tüm ümmetlere geldiği, toplumun yapısı ve kapasitesine bağlı olarak helal ve haramların değiştiği, azap ve rahmetin farklı olduğu görülür. Ancak Allah’ın o toplumdan muradı neyse o değişmez. Kulların da o murada karşı gelme veya yorum yapma hakkı yoktur. Onların imanı; kendilerine verilen emre uymaktır. Uyanlar iman etmiş, uymayanlar isyan etmiş olur.
Hak olmayan dinler, putlar vs. gibi Yüce Allah’ın bildirmediği, emretmediği batıl olan uygulamalar imanın kapsamında zaten değildir. Bunlara uyanlar iman etmiş sayılmaz. Çünkü onlara ibadet edilmesini kurban kesilmesini, yardımcı veya şefaatçi edinilmesini Allah emretmemiştir. Ortağı, eşi, benzeri, yardımcısı olmayan Allah’ın batıl olanı emretmesi zaten mümkün değildir. Allah Hakk’tır, Hak olanı emreder. Yaratılanlar ise o Hak olana uymak zorundadır.
Zamanın insanları için izin/av yasağı günü cumartesi ise iman o gün çalışmamayı, izin/ibadet günü pazar ise pazar günü çalışmamayı gerektirir. Sonraki peygamberin ve kutsal kitabın buyruğu bunu mesela cuma ile değiştirdiği zaman iman etmek kabullenmeyi gerektirir. Dahası yeni peygamberin doğrultusunda olanlar hariç eski peygamberin bildirdikleri artık batıldır, değişmiştir ve kullar yenisine uymak zorundadır. Aksi halde iman etmiş sayılmazlar.
İslamiyet’in, Hz. Muhammed(sav)’in ve Kur’an-ı Kerim’in gelmesinden sonra önceki dinler batıl durumuna düşmüş, iman İslamiyet üzere ve son kez şekillenmiştir. Yaklaşık 14 asırdır olduğu gibi kıyamete kadar da yaşanacak olan iman bu imandır. Bu iman; Hz. Âdem Peygamber’den bu yana tüm peygamberlerin bildirdiği esasları derleyen, kolay hale getiren, rahmet ve muhabbet dolu bir imandır. Bu nedenle iman etmek tüm peygamber ve kutsal kitapları kabullenip saygı duymayı ama sadece son olana itaat etmeyi gerektirir.
Dolayısıyla bizler için tüm dinlere saygı duymak iman gereğidir. Ama bu o dinlere mensup olmayı gerektirmez çünkü İslamiyet öncesi bütün dinler artık batıldır. Tam aksine o din mensupları İslamiyete geçmekle mükelleftir.
AYET-İ KERiME
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59/24)
Kâinatta yer alan her varlık biz anlayamasak ta Yüce Rabbini tesbih eder. Taşlar titrer, kuşlar uçar, rüzgâr eser, güneş doğar, ay parlar, gök gürler. Sallanan her yaprak, çatlayan her çekirdek, fışkıran her tohum ilahi irade iledir. Varlıkların bu tesbihi Yüce Allah’ın büyüklüğünü dile getirmek ve duyulan saygıyı ifade etmektir. Bu itaat mutlaktır. Yani güneş emredilen yörüngede, emredilen yere doğru yüzer, aydınlatır, ısıtır, zamanı gelince yerini aya bırakır. Bu işi belki milyonlarca yıldır yapar. Bir saniye ve bir milim hata yapmaz. Yani iman sadece insana mahsus bir şey (!) değildir.
İman; melekleri, cinleri, insanları, görünenleri ve görünmeyenleri, atalarımızı, cansız varlıkları, mahlûkatı, tabiatı, coğrafyaları, tüm zamanları ve tüm boyutları kapsar. O zaman diliminde dünya üzerinde her yerde o dinin hükmü geçerlidir. İman etmek Allah’ın en son kelamına duyulan itaat ile ölçülür. Makbul dinlerin tamamı aynı Yaratan’a yönelir, inanır, itaat eder. Hangi dinin mensubu olursa olsun Allah’a iman ortak paydadır. Zaten bu ortak paydada birleşen herkes İslamiyet’e dönmekle mükelleftir, dönmüştür, dönecektir.
Bugün hangi ülkede yaşarsa yaşasın Müslüman olanların Kabe’si nasıl belliyse, imanının şart ve esasları da herkes ve her din için yüzyıllardır bellidir. İslamiyet bu esas ve şartları belirleyen, güncel ve son hale getiren mükemmel ve Allah’ın rıza gösterdiği haldir. Dolayısıyla imanın esasları dinler değişse de değişmemiştir.
İmansızlık veya şirk de değişmemiştir. Allah’ın o zaman diliminde o toplum için seçtiği dinle mükellef olanlardan kolaya, kötüye kaçanlar, hırs, şehvet, nefislerine mahkûm olanlar, inançsızlık edenler, küfre ve şirke batanlar her devirde var olmuştur ve gelecekte de olacaktır. Bunlar dinler değişse de imansızlıklarını kaybetmemiş, insanları ibadetten engellemiş, peygamberleri öldürmüş, kutsal kitapların ayetlerini değiştirmiş, sayfalarını saklamış, iman edenlere savaş açmıştır. Bu kâfir, müşrik veya münafıklar menfaat ve makamları uğruna iman edenleri saptırmaya çalışırken amelleri ile her adımda cehennemin daha derin yerlerine dalmıştır.
Burada Yüce Allah’ın kalpleri eğriltmesi, nefisleri temizlemesi ve imanı dilediklerine vermesi, insanın Allah dilemedikçe dileyememesi hususlarına değinmek gerekir.
Kader, imanın belki de anlaşılması en zor konularından biridir. Olanlar ve olacaklar bir ana kitapta yazılıdır. Olacakların değişmesi mümkündür ama sonu gören Allah her insanın ve her olayın sonunun nereye gideceğini bilir. Bildiği için de o insan için iradesini o yönde ortaya koyar. Kimin ahirette sevineceğini, kimin üzüleceğini O bilir.
İnsan iradesine ihtiyaç duyulmayan hususlarda Allah dilediğini yapar. Yıldızlar doğar, fırtınalar olur, kuşlar göç eder. İnsanın seçmesini gerektiren hususlarda ise bizlerin tercih yapmasını yani dilemesini bekler. Sonra insana güç verir ve insan o işi yapar. İnsan kendi iradesi ile yaptım zanneder oysa dileyen kendisidir fakat o gücü veren, müsaade eden ve rıza gösteren Yüce Allah’tır. İnsan dilediğinden, istediğinden, niyet ettiğinden bu nedenle sorumludur. Bu sorumluluktan kurtulamaz. Kendisi dışında gerçekleşen olayların sonucuna ait ceza veya mükâfat ise ona zarar vermez. Hatta istemeden verdiği zararın bile doğrusunu Allah bilir ama hanesine günah olarak yazılmaması muhtemeldir. İblis te insanlara bir şeyi bu yüzden zorla yaptırmaz, süslü gösterir ve kandırır. Bilir ki zorla yaptırırsa suç o insanın değil kendisinin olur.
Allah isteseydi dilediği insanı günahkâr, dilediğini mümin yapardı. Ama o zaman insanlar yaptıklarından sorumlu olmazdı. Bunun yerine Yüce Allah o insanın akıbetini bildiği için onun sonuna yakışır niyetlerine destek vermekte, akıbetlerine uymayan dilek ve isteklerine rıza göstermemektedir diye düşünürüz. Allah küfre sapanları daha çok saptırır, sapmak isteyene engel olmaz, tevhide yönelenin de elinden tutar. Bu nedenle bizler ne kadar istersek isteyelim hissemiz cüzidir. Allah’ın irade ve rızası olmadan nefes bile alamayız.
Nefsimizin temizlenmesi de, kalbimizin iman ve itaatte sabit kılınması da, iman etmemiz de, dilememizde Allah’ın buyruğu altındadır. İlk adımı biz atsak ta son söz ve hüküm daima Yaratan’a aittir. İnsan iman etmek isterse Allah yardım eder, sapmak isterse Allah rıza gösterir. İman bu nedenle isteyerek, dileyerek yapmamız gerekendir. Zorla, tereddüt ederek iman edilmez. İstemediğimiz halde yaptığımız bir kötülüğün sonuçlarından nasıl sorumlu değilsek, niyet etmeden yaptığımız veya nedne olduğumuz iyiliklerin sevabından da nasibimizi alamayız. İstemeli, Allah’tan yardım dilemeli ve sonuca yani Allah iradesine ne olursa olsun mutlak itaat etmeliyiz.
O işin hayırlı veya hayırsız olmasına karar vermek bizim haddimiz değildir. Hayır da şer de Allah’tandır ama hayırlı bir şey zannedip istediğimiz bizim için hayırlı olmayabilir. Dahası bizim için iyi olan bir başkasının felaketi olabilir. Kader bu nedenle akıllar sığamayacak kadar büyük bir muammadır. Allah için kolay olsa da bizler için kaderi idrak etmek zordur. Bilemediğimiz için de iman etmemiz sonuçlara rıza göstermeyi gerektirir.
İman; kıyamete kadar İslamiyet esaslarına uygun olarak var olmaya devam edecektir. İslamiyet gelmeden önceki dinlere mensup olanların artık bahanesi yoktur. Kendi dinleri ile İslamiyet’in kesiştiği noktalarda hoşgörü gösterilebilirse de sorun İslamiyet ile eşdeğer olmayan inanç ve sözlerdedir.
En büyük fark Allah’ın Tek’liği konusundadır ki zaten İslam’a göre Allah’a evlat, ortak, yardımcı yakıştırmak şirktir. Bizler Hz. Musa ve Hz. İsa’nın Allah’ın peygamberleri olduğuna, Hak dine davet ettiklerine, İncil ve Tevrat’ın kutsal olduğuna ancak bu kitaplar tahrif edildiğinden artık itimat edilemeyeceğine inanırız. Yahudilik ve Hıristiyanlığa da bu nedenle rıza göstermeyiz. İmanımız kitaplara ve peygamberlere iman etmeyi gerektirir. Bu iman o peygamberlerin Allah tarafından seçildiklerine ve o kitapların Allah’ın emriyle vahyedildiklerine aittir. Ama hepsi o kadar. Onların dinine tabi olmak imanın gereği değil tam tersine yasakladığı bir şeydir. Son ve Allah’ın kıyamete kadar seçtiği din İslam’dır ve Hz. Muhammed (sav)’den bu yana yaşamış ve yaşayan herkes İslam’a göre iman etmek zorundadır.
Hıristiyan ve Yahudi olanlar kutsal kitapları ilk zamanlarda bile tam kayıt altına alınamadığından, kitaplardaki hükümler birilerince değiştirildiğinden, bazı sayfaları saklandığından zaman içinde tevhidden sapmıştır. Çünkü dinleri Allah’ın emrettiği şekilden sapmış, farklı ve insan yapısı bir din halini almıştır. Nitekim günümüzde Tevrat ve İncil daha ziyade tavsiyeler kitabı veya hatıralar manzumesi şeklinde masalımsı bir haldedir. O insanlar kendilerine ruhbanlar tarafından verilen bilgilere göre ve değişmiş kitaplarına uygun olarak ibadet ve iman etmektedirler.
Bu içten, samimi ve masumane halleriyle sıradan din mensupları suçsuz da olabilirler. Onlar hakkında Yüce Allah hükmünü kıyamette verecektir. Fakat hepsinin üzerine farz olan son din olan İslam’ı en azından bir kere okumak ve düşünmektir. İslam’a geçmeseler bile saygı duymak zorunda oldukları halde, ki çoğunluk bu şekildedir, ilim sahiplerinin kasıtlı olarak zaman zaman İslam’a, kitaba ve peygamberimize saldırmaları onların ne derece şirke battığının göstergesidir. İslam’a geçmedikleri gibi saygı da duymadıkça onların ahireti asla parlak olmayacaktır. İbadet ve ahlak boyutu kendi dinlerinde yer bulsa da iman zaafiyeti onları yanlış yollara sürüklemektedir.
Hıristiyan ve Yahudilerden kitap ehlinin tüm kandırmacalarına rağmen Allah’ın birliğine şahitlik edip iman eden elbette vardır. Zaten bunlar, doğrusunu Allah bilir, muhtemeldir ahirette de affolunacaktır. Ehli kitaptan olup hakikati bildiği halde İslam’a saldıranlar ise kendi gönüllerinde derin yaralar içindedir. Battıkları şirke tüm dünyayı ortak ederek belki kurtuluruz ümidi taşıyanlar fitne ve fesat karıştıranlardır. Bunların akıbetleri de karanlık olacaktır. Zaten onların bu tutum ve hasımane davranışları nedeniyledir ki dünya huzura kavuşamamaktadır.
Batıl dinlere mensup olanlar, puta tapanlar vs. Hak’kı kabul etmediklerinden zaten şirke batmıştır. İbadet ve ahlakları onları kurtarır mı bilinmez ama iman yönünden noksanları onların asıl zaaflarıdır. Hak dinlerden önce yaşamışların hali ise kendilerine gelen peygamberlerin sözlü nasihat ve davetlerine uyma ölçülerine bağlıdır.
Kur’an’da kıssalarda kafirlerin daha ziyade atalarından öğrendikleri nedeniyle şirkte ısrar ettiklerinden bahsedildiğinden bu bizlere evlat yetiştirirken çok önemli bir hususu hatırlatmaktadır. Demek ki ilk öğretmemiz gerekenlerden birisi bu konudur.
Sonuç olarak iman ve imansızlık zamanlar, coğrafyalar ötesidir. Allah hep birdir, tek sahip, tek maliktir. Çocuğu, eşi, benzeri, ortağı, dengi, yardımcısı yoktur. İlk peygamberlerden bu yana insanlara davet hep bu merkezde olmuştur. İnanan ve bu uğurda savaşanlar mutlu, inanmayanlar mutsuz olarak ahirete intikal etmiştir. Oradaki hasatlar bu hayat tarlasına ekilenlerdir. Zaman varken, tövbe etmek mümkünken iman etmek, tevhide, dine, İslam’a dönmek doğru olandır.
İmansızlık bu dünyada kısa süreli hazlar sağlasa da yok olmaktır. Fıtrata, ilahi hükme uygun olan inanmak, ibadet edip ahlaklı yaşamaktır. Bir neyi dilersek Yüce Allah hakkımızda o yönde irade kullanacaktır. İyiyi dileyelim inşallah Allah ta iyiliği nasip etsin. Yoksa yolun sonu iman etmeyenler için çok korkunç ve karanlıktır.
Son söz imanın evrensel oluşu; Allah’a sulandırılmış, hobileştirilmiş, basite indirgenmiş, sosyalleştirilmiş, dinler arası diyalog şekline getirilmiş imanı değil, İslam’a uygun mutlak tevhidi gerektirir. Müslüman olmayanlar, Müslümanlardan olup ta imanı terk eden ve diğer dinlere çark edenler karanlık yolların yolcusudur.
AYET-İ KERiME
Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez. (Maide 5/51)