romeo
Yeni Üyemiz
EHLULLÂHIN VASIFLARI
- Sâdık DÂNÂ
- Sâdık DÂNÂ
Bu büyük zatların kalblerinde yalnız Allah sevgisi ve O'nu darıltma korkusu yer etmiştir. Evlâd, ıyâl, mal, mülk hepsi gönüllerinin dışında kalmıştır. Bu bakımdan ibâdetlerini, taatlarını diğer ailevi ve beşerî münasebetlerini büyük bir şevk ve gönül hoşluğu içinde yürütürler. Bütün hadiseleri hoş karşılarlar. Çünkü onlarda keder, sıkıntı diye birşey kalmamıştır. Olanların hepsini kabullenirler. Üzücü hadiseler karşısında fazla üzülmezler, sevindirici haberlere fazla sevinmezler. Her hattı hareketleri nizamlı ve ölçülüdür. Mütevazidirler, zillete düşmezler, bu bakımdan daima vakarlıdırlar. Dinin ve insanlığın şerefini daima korurlar. Boyunları eğikdir.
Her hallerinde huşû hali görülür, abdest alışlarında, namazlarında görüldüğü gibi yemeklerini de büyük bir huşû halinde yerler, hülâsa bilâ istisna her hareketlerinde Allah teâlâ ve tekaddes hazretlerinin murâkabesinde, huzurunda olduklarını bildikleri için kulluk vazifelerinde en ufak bir lâkaydîlik görülmez. Edeb, edeb gene edeb onları kuşatmışdır. Her nefeslerini Allah'ın zikri ile değerlendirmesini bilirler. Böyle bir baha biçilmez hâzineye sahib olanlar, nasıl vakitlerini edeb üzere değerlendirmezler. Yürüyüşlerinde islâmî bir vakar, oturuşlarında islâmı bir edeb sezilir. Daima önlerine edeb üzere nazar ederler. Gelişi güzel sağa sola göz atmazlar, yüksek sesle gülmezler, tebessüm ile iktifa ederler.
Allah teâlâ'nın ledünnî ilmiyle süslenmişlerdir. Gecelerini namaz, istiğfar, dua, zikrullah ve Kur'an okumakla geçirdikleri gibi gündüzlerinde de halka yardım ve nasihat ederler, cenâzelerde bulunurlar. Sülehâyı, zuafayı ziyareti ihmal etmezler, yetimlerle, ihtiyaç sahibleri ile alâkadar olurlar, ellerinden geldiği kadar yardım ederler. Paraya kıymet verirler fakat kalblerine koymazlar. Onu nefsi için değil, ümmeti müsliminin ve mahlûkatın ihtiyaçları yolunda harcarlar.
Onları Allah teala ve tekaddes hazretleri sevmiş kalblerini, kendisinin sevgisi ile kuşatmıştır. Bir kalbin sahibi bu şerefe nail olursa onun her hattı hareketi edeb, saygı ve tevazu çerçevesi içinde olur. Çünkü Mevlâsına sarsılmaz, derin bir sevgi ile teslim olmuş ve kendisi aradan çıkmıştır. Büyük kederlerin, sıkıntıların farkında bile değildir. Daima Rabbısına karşı boynu büküktür, huşu halindedir. Bütün ibadetlerini derin bir şevk içinde yapar, yorgunluk nedir bilmez, buna rağmen kendisini daimî olarak kusurlu, hatalara batmış görür, fakat Allah Teâlânın Gaffârlığını bildiği için daimî O'nun rahmetine sığınır. Katiyyen ümitsizliğe düşmez.
Her hallerinde Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâk ve adabıyla mütahallik oldukları için konuşmalarında, ibâdetlerinde, yemelerinde, içmelerinde orta halde bulunurlar, ifrattan, tefridden kaçınırlar. İstikamet ehli oldukları için, her muameleleri noksansızdır. Kendilerini övenle yeren, nazarlarında müsavidir. İktisada, riâyet ederler, israfdan kaçınırlar, fakat kat'iyyen hasis değildirler, Allah yolunda deryalar gibi infak ederler.
Bu Allah dostlarının duâlarını, yalvarışlarını Hak celle hazretleri red etmez, kabul eder. Çünkü onlar dualarını kendilerinden ziyâde ümmeti müslimînin selâmetine hasrederler. Bir de Hak Teâlâ'nın övgüsünü teşkil eden âyet-i kerimelere devam ederler.
Kader bahsini tamamen benimsemişlerdir, ne zuhur ederse kalblerine en ufak bir tereddüt gelmeden, hemen kabullenirler. Bir insan ki kader bahsine ne kadar vukufu, bilgisi mevcud ise dünyada o kadar mes'uddur, kaygısızdır, kedersizdir.
Şöhretten kaçınırlar iltifattan hoşlanmazlar. Kendisini daimi kusurlu gören kimse nasıl olur da böyle şeylerden hazzeder?
Tenhaları severler, mecburen hizmet ve irşad maksadıyla halkın arasına karışırlar. Allahü Teâlâ'nın kullarını ve mahlûkatını sevdikleri için, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere katlanır, hoş karşılarlar. Herkese karşı tatlı dille konuşurlar, muameleleri yumuşak mülâyimdir bu güzel haller kendilerinde olduğu için herkes tarafından sevilirler, hörmet görürler.
En korkdukları, bir müminin kalbini incitmekdir. çünkü mü'min kalbinin nazargâh-ı ilâhî olduğunu bilirler. Her ne kadar geniş ilme vukûfiyetleri var ise de, kendilerini adeta ümmî, bilgisiz gösterirler ve nitekim halkın kısmı azâmı onları öyle bilir. Kendileri ile münakaşa etmek isteyenler olursa onları yumuşak, teskin edici kelâmlarla ikna ederler. Bilâistisna çocuk olsun, yaşlı olsun, dini bütün olsun, dini zayıf olsun herkesle geçimlidirler. Nasıl geçimli olmasınlar ki, kendilerini toprak bilmişler yani insanların en zavallısı çâresizi görmüşlerdir.
Sağlam temel üzerine oturdukları için bid'at nedir bilmezler. Çünkü her hareketleri Kur'an-ı Kerim ahkâmına ve sünnet-i seniye âdâbına uygundur. Müstakimdirler, dürüsttürler, insanların tesiri altında kalmazlar, hatır için hakikatten ve doğru sözlülükten ve adaletten ayrılmazlar.
Temkin makamını bulmuşlardır. Şeytanın sıfatlarından olan, acelecilik, dünya hırsı, hasedcilik, büyüklenme gibi kötü haller bu Allah dostlarından kat'iyyen görülmez. Mütevâzidirler, merhametlidirler, sehavetlidirler. Bütün mahlûkata karşı derin şefkat beslerler. Müseccel Allah ve din düşmanları müstesna, herkesi severler ve darda kalanların maddi-manevî yardımına koşarlar. Uykuları pek azdır, mahdud bir gıda ile rızıklanırlar, kelâmları az ve müfid, sükûtları uzundur. Sözlerinden, sükûtlarından muhatapları kabiliyet ve niyetlerine göre istifade ederler. Bunlarla mülâkat yapanlar içinde kuvvetli ihlâs ve teslimiyet gösterenler olursa, pek kısa zamanda manen büyük derecelere yükselirler, fakat böyleleri nâdirattan olur.
Onların bulunduğu yer, Cenab-ı Hakkın izniyle semâvî, arazî felâketlerden muhafaza edilir. Zamanın fitnelerinden korunur, oranın halkı da diğer semtlerden daha maneviyatlı, daha hamdedici ve daha mütevekkil olur. Kısmı âzamının zâhiri ilimleri yokdur, fakat Kur'an-ı Kerimi kolaylıkla tefsir edebilirler, her şeyi bilirler, en ince mânâları çözebilirler, buna rağmen tecâhül ü arîfânede bulunurlar, yani bildiklerini suhûletle gizlerler.
Keşf ve kerametle böbürlenmezler, bunun Cenab-ı Hakkın kendilerine bir ikramı olduğunu bilirler. Fakat bunlar, kulluk vazifelerini gevşetmez bilâkis kuvvetlendirir, şevklerinin aşklarının tevzâyüdüne vesile olur. Nezâket, nezâfet, haya, edeb onların mümeyyiz sıfatlarındandır. Terbiyelerinde bulunanların da bu güzel sıfatlarla muttasıf olduklarını arzu ederler. Var kuvvetleri ile yetiştirmek için itina gösterirler. Daima bu sıfatlar üzere bulunurlar. Ailelerine nezâketle muamele ederler. Bu tertipleri değişmez. ister zamanın başbakanı olsun, ister bahçevan ve hizmekârı olsun aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Şöhretlilere, lüzumundan fazla itibar etmedikleri gibi, şöhretsizleri de horlamazlar. Çünkü şöhreti verenin de alanında Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri olduğunu bilirler.
Vakitlerini en değerli şeylere hasreder, virdlerini muayyen saatlerde yaparlar. İbâdetleri az gibi görünse de, devamlı yaptıkları için yekûn tutar. Kimseden bir şey istemek âdetleri değildir.
Bu büyük zâtlar kimsenin aleyhinde konuşmazlar, kimsenin kusurunu ve hatasını ifşâ etmezler, kendilerine karşı kötü harekette bulunanları dâhi afvederler. Kur'an ahkâmına, Resûlü Ekrem Efendimize ve Allah'ın evliya kullarına dil uzatan küstahlar olursa, onlara lâzım gelen muameleyi icra ederler, gadablanırlar, şiddetli cevaplarla susturmasını bilirler.
Sözlerinde dururlar, kaypaklık bilmezler. Randevunun bir emanet olduğunu bildikleri için, söz verilen mahalde tam vaktinde bulunurlar.
Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de buyurmuştur ki; -Allah'ın velileri ne korkar ne hüzün duyarlar. (Yunus, 62)
Çünkü onlar geçmişi ve geleceği unutmuşlardır. Korku ancak istikbale yani geleceğe aittir. Kişinin isteklerinin yerine gelemeyeceğinden, telâşesinden ileri gelir. Hüzün de geçmişse aittir, isteklerinin yerine gelmeyişinden dolayı üzülür veyahud isteklerinin tahakkukundan dolayı pişmanlık duyar. Bu bakımdan üzüntüsü eksik olmaz. Halbuki Allah'ın yüksek dereceli dostları vaktin, zamanın, halinin kıymetini bilen kimselerdir. Bu ölçüden onlar nefeslerinin zâyî olmasına razı olmazlar. Her anları Rablarıyla beraberdir. Onlar ne geçmişi bilirler, ne de geleceğe zihin yorarlar. Bu sebebledir ki onlarda ne hüzün ne keder kalır ne de herhangi bir korku.
Sözlerini uzatmazlar ne denilmesi lâzımsa onu söylerler, kısaltma ve ilâveler yapmazlar. Belâğat ve fesahete ehemmiyet vermezler. Şeytanın onlarla alâkası kesildiği için esnemek nedir bilmezler. Kelâmları dinleyenlerin üzerinde derin bir iz bırakır. Tesirinden yıllar geçse bile kurtulamazlar. Bağırmak, çağırmak, nefsanî öfkeler, çekişmeler gibi avamî hallerden onlarda en ufağına dahi tesadüf edilmez. Sümkürmek de işitilmez. Gözleri yaşlıdır. Azamet-i ilâhiyyeyi düşünürler, ağlarlar. Cenâb-ı Hakkın settarlığını, gaffarlığını düşünürler ağlarlar. Mahlûkatın, kulların dünyevî ve uhrevî hallerine bakarlar gene ağlarlar. Açlık ve gözyaşı onların gıdaları haline gelmiştir. Bu hengâmede kendileri için ağlamaya fırsat bulamazlar.
Bilhassa Muhterem Üstazım Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretlerinin hac zamanlarında, Mekke-i Mükerreme yolundaki o ay ışığı altındaki gecelerde, vasıta içindeki refiklerinin uyudukları sıralarda, gözlerinden o inci daneleri halinde kesiksiz olarak dökülen gözyaşlarını tarif etmek imkânsızdır. Bu hali düşündükçe hüzünlenirim. O eski kıymetini bilemediğimiz demler için.
Bilhassa, yüksek dereceli Muhammediyyül meşreb olan mümtaz verilerin bütün istekleri, bütün günahkâr, âsî olan kullarının dahî ateş azâbından halas olması ve afvedilmeleridir.
Sertâcû'l-enbiyâ, mefhar-ı mevcûdat, Seyyidü'l-beşer Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, ashab-ı Kiram ve onlara tâbi olan Hak dostları hörmetine, Rabbımız teâlâ ve tekaddes hazretleri, cümle ümmet-i müslimîni günahkârlar ve âsîler dahil olduğu halde, rahmetine garkeder inşaallah.
Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz selâmet ve seâdetimiz; herhâl ü kârda yani, her nefeste, her adımda hür türlü hal ve hareketlerimizde Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine tam olarak uymakla, onun boyasına boyanmak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun sünneti Muhammediyesinden kat'iyyen ayrılmamağa çalışmakla mümkündür.
Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri, Hatem-ül-enbiya sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi rehber olarak göndermiş ve onun yolundan ayrılmamayı emrederek: "Resulûllah, size neyi getirdiyse onu tutun ve neden sizi yasakladı ise ondan kaçınınız" buyurmuştur. (Haşr, 7)
Abdülkadir Geylânî kuddise sirruh hazretlerinin kıymetli kelâmları ile mevzûmuzu kapatıyoruz. Buyuruyorlar ki:
-Ey benim sohbetimde bulunmak ve benden istifade etmek isteyen kişi! Ben öyle bir hal içindeyim ve öyle bir âlemde yaşıyorum ki, onda ne fânî insanlar vadır, ne dünya vardır ne de âhiret. Benim içinde bulunduğum bu âlemde, Allah'dan başka hiç bir şeye, gönüllerde yer yoktur. Kim ki, benim söylediğim gibi tevbe eder, benim sohbetimde bulunur, benim sözlerime hüsnü zan besler ve benim dediklerimle amel ederse, inşaallah o da benim içinde bulunduğum bu âleme girer ve oradaki insanlar gibi olur.
Her hallerinde huşû hali görülür, abdest alışlarında, namazlarında görüldüğü gibi yemeklerini de büyük bir huşû halinde yerler, hülâsa bilâ istisna her hareketlerinde Allah teâlâ ve tekaddes hazretlerinin murâkabesinde, huzurunda olduklarını bildikleri için kulluk vazifelerinde en ufak bir lâkaydîlik görülmez. Edeb, edeb gene edeb onları kuşatmışdır. Her nefeslerini Allah'ın zikri ile değerlendirmesini bilirler. Böyle bir baha biçilmez hâzineye sahib olanlar, nasıl vakitlerini edeb üzere değerlendirmezler. Yürüyüşlerinde islâmî bir vakar, oturuşlarında islâmı bir edeb sezilir. Daima önlerine edeb üzere nazar ederler. Gelişi güzel sağa sola göz atmazlar, yüksek sesle gülmezler, tebessüm ile iktifa ederler.
Allah teâlâ'nın ledünnî ilmiyle süslenmişlerdir. Gecelerini namaz, istiğfar, dua, zikrullah ve Kur'an okumakla geçirdikleri gibi gündüzlerinde de halka yardım ve nasihat ederler, cenâzelerde bulunurlar. Sülehâyı, zuafayı ziyareti ihmal etmezler, yetimlerle, ihtiyaç sahibleri ile alâkadar olurlar, ellerinden geldiği kadar yardım ederler. Paraya kıymet verirler fakat kalblerine koymazlar. Onu nefsi için değil, ümmeti müsliminin ve mahlûkatın ihtiyaçları yolunda harcarlar.
Onları Allah teala ve tekaddes hazretleri sevmiş kalblerini, kendisinin sevgisi ile kuşatmıştır. Bir kalbin sahibi bu şerefe nail olursa onun her hattı hareketi edeb, saygı ve tevazu çerçevesi içinde olur. Çünkü Mevlâsına sarsılmaz, derin bir sevgi ile teslim olmuş ve kendisi aradan çıkmıştır. Büyük kederlerin, sıkıntıların farkında bile değildir. Daima Rabbısına karşı boynu büküktür, huşu halindedir. Bütün ibadetlerini derin bir şevk içinde yapar, yorgunluk nedir bilmez, buna rağmen kendisini daimî olarak kusurlu, hatalara batmış görür, fakat Allah Teâlânın Gaffârlığını bildiği için daimî O'nun rahmetine sığınır. Katiyyen ümitsizliğe düşmez.
Her hallerinde Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâk ve adabıyla mütahallik oldukları için konuşmalarında, ibâdetlerinde, yemelerinde, içmelerinde orta halde bulunurlar, ifrattan, tefridden kaçınırlar. İstikamet ehli oldukları için, her muameleleri noksansızdır. Kendilerini övenle yeren, nazarlarında müsavidir. İktisada, riâyet ederler, israfdan kaçınırlar, fakat kat'iyyen hasis değildirler, Allah yolunda deryalar gibi infak ederler.
Bu Allah dostlarının duâlarını, yalvarışlarını Hak celle hazretleri red etmez, kabul eder. Çünkü onlar dualarını kendilerinden ziyâde ümmeti müslimînin selâmetine hasrederler. Bir de Hak Teâlâ'nın övgüsünü teşkil eden âyet-i kerimelere devam ederler.
Kader bahsini tamamen benimsemişlerdir, ne zuhur ederse kalblerine en ufak bir tereddüt gelmeden, hemen kabullenirler. Bir insan ki kader bahsine ne kadar vukufu, bilgisi mevcud ise dünyada o kadar mes'uddur, kaygısızdır, kedersizdir.
Şöhretten kaçınırlar iltifattan hoşlanmazlar. Kendisini daimi kusurlu gören kimse nasıl olur da böyle şeylerden hazzeder?
Tenhaları severler, mecburen hizmet ve irşad maksadıyla halkın arasına karışırlar. Allahü Teâlâ'nın kullarını ve mahlûkatını sevdikleri için, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere katlanır, hoş karşılarlar. Herkese karşı tatlı dille konuşurlar, muameleleri yumuşak mülâyimdir bu güzel haller kendilerinde olduğu için herkes tarafından sevilirler, hörmet görürler.
En korkdukları, bir müminin kalbini incitmekdir. çünkü mü'min kalbinin nazargâh-ı ilâhî olduğunu bilirler. Her ne kadar geniş ilme vukûfiyetleri var ise de, kendilerini adeta ümmî, bilgisiz gösterirler ve nitekim halkın kısmı azâmı onları öyle bilir. Kendileri ile münakaşa etmek isteyenler olursa onları yumuşak, teskin edici kelâmlarla ikna ederler. Bilâistisna çocuk olsun, yaşlı olsun, dini bütün olsun, dini zayıf olsun herkesle geçimlidirler. Nasıl geçimli olmasınlar ki, kendilerini toprak bilmişler yani insanların en zavallısı çâresizi görmüşlerdir.
Sağlam temel üzerine oturdukları için bid'at nedir bilmezler. Çünkü her hareketleri Kur'an-ı Kerim ahkâmına ve sünnet-i seniye âdâbına uygundur. Müstakimdirler, dürüsttürler, insanların tesiri altında kalmazlar, hatır için hakikatten ve doğru sözlülükten ve adaletten ayrılmazlar.
Temkin makamını bulmuşlardır. Şeytanın sıfatlarından olan, acelecilik, dünya hırsı, hasedcilik, büyüklenme gibi kötü haller bu Allah dostlarından kat'iyyen görülmez. Mütevâzidirler, merhametlidirler, sehavetlidirler. Bütün mahlûkata karşı derin şefkat beslerler. Müseccel Allah ve din düşmanları müstesna, herkesi severler ve darda kalanların maddi-manevî yardımına koşarlar. Uykuları pek azdır, mahdud bir gıda ile rızıklanırlar, kelâmları az ve müfid, sükûtları uzundur. Sözlerinden, sükûtlarından muhatapları kabiliyet ve niyetlerine göre istifade ederler. Bunlarla mülâkat yapanlar içinde kuvvetli ihlâs ve teslimiyet gösterenler olursa, pek kısa zamanda manen büyük derecelere yükselirler, fakat böyleleri nâdirattan olur.
Onların bulunduğu yer, Cenab-ı Hakkın izniyle semâvî, arazî felâketlerden muhafaza edilir. Zamanın fitnelerinden korunur, oranın halkı da diğer semtlerden daha maneviyatlı, daha hamdedici ve daha mütevekkil olur. Kısmı âzamının zâhiri ilimleri yokdur, fakat Kur'an-ı Kerimi kolaylıkla tefsir edebilirler, her şeyi bilirler, en ince mânâları çözebilirler, buna rağmen tecâhül ü arîfânede bulunurlar, yani bildiklerini suhûletle gizlerler.
Keşf ve kerametle böbürlenmezler, bunun Cenab-ı Hakkın kendilerine bir ikramı olduğunu bilirler. Fakat bunlar, kulluk vazifelerini gevşetmez bilâkis kuvvetlendirir, şevklerinin aşklarının tevzâyüdüne vesile olur. Nezâket, nezâfet, haya, edeb onların mümeyyiz sıfatlarındandır. Terbiyelerinde bulunanların da bu güzel sıfatlarla muttasıf olduklarını arzu ederler. Var kuvvetleri ile yetiştirmek için itina gösterirler. Daima bu sıfatlar üzere bulunurlar. Ailelerine nezâketle muamele ederler. Bu tertipleri değişmez. ister zamanın başbakanı olsun, ister bahçevan ve hizmekârı olsun aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Şöhretlilere, lüzumundan fazla itibar etmedikleri gibi, şöhretsizleri de horlamazlar. Çünkü şöhreti verenin de alanında Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri olduğunu bilirler.
Vakitlerini en değerli şeylere hasreder, virdlerini muayyen saatlerde yaparlar. İbâdetleri az gibi görünse de, devamlı yaptıkları için yekûn tutar. Kimseden bir şey istemek âdetleri değildir.
Bu büyük zâtlar kimsenin aleyhinde konuşmazlar, kimsenin kusurunu ve hatasını ifşâ etmezler, kendilerine karşı kötü harekette bulunanları dâhi afvederler. Kur'an ahkâmına, Resûlü Ekrem Efendimize ve Allah'ın evliya kullarına dil uzatan küstahlar olursa, onlara lâzım gelen muameleyi icra ederler, gadablanırlar, şiddetli cevaplarla susturmasını bilirler.
Sözlerinde dururlar, kaypaklık bilmezler. Randevunun bir emanet olduğunu bildikleri için, söz verilen mahalde tam vaktinde bulunurlar.
Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de buyurmuştur ki; -Allah'ın velileri ne korkar ne hüzün duyarlar. (Yunus, 62)
Çünkü onlar geçmişi ve geleceği unutmuşlardır. Korku ancak istikbale yani geleceğe aittir. Kişinin isteklerinin yerine gelemeyeceğinden, telâşesinden ileri gelir. Hüzün de geçmişse aittir, isteklerinin yerine gelmeyişinden dolayı üzülür veyahud isteklerinin tahakkukundan dolayı pişmanlık duyar. Bu bakımdan üzüntüsü eksik olmaz. Halbuki Allah'ın yüksek dereceli dostları vaktin, zamanın, halinin kıymetini bilen kimselerdir. Bu ölçüden onlar nefeslerinin zâyî olmasına razı olmazlar. Her anları Rablarıyla beraberdir. Onlar ne geçmişi bilirler, ne de geleceğe zihin yorarlar. Bu sebebledir ki onlarda ne hüzün ne keder kalır ne de herhangi bir korku.
Sözlerini uzatmazlar ne denilmesi lâzımsa onu söylerler, kısaltma ve ilâveler yapmazlar. Belâğat ve fesahete ehemmiyet vermezler. Şeytanın onlarla alâkası kesildiği için esnemek nedir bilmezler. Kelâmları dinleyenlerin üzerinde derin bir iz bırakır. Tesirinden yıllar geçse bile kurtulamazlar. Bağırmak, çağırmak, nefsanî öfkeler, çekişmeler gibi avamî hallerden onlarda en ufağına dahi tesadüf edilmez. Sümkürmek de işitilmez. Gözleri yaşlıdır. Azamet-i ilâhiyyeyi düşünürler, ağlarlar. Cenâb-ı Hakkın settarlığını, gaffarlığını düşünürler ağlarlar. Mahlûkatın, kulların dünyevî ve uhrevî hallerine bakarlar gene ağlarlar. Açlık ve gözyaşı onların gıdaları haline gelmiştir. Bu hengâmede kendileri için ağlamaya fırsat bulamazlar.
Bilhassa Muhterem Üstazım Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretlerinin hac zamanlarında, Mekke-i Mükerreme yolundaki o ay ışığı altındaki gecelerde, vasıta içindeki refiklerinin uyudukları sıralarda, gözlerinden o inci daneleri halinde kesiksiz olarak dökülen gözyaşlarını tarif etmek imkânsızdır. Bu hali düşündükçe hüzünlenirim. O eski kıymetini bilemediğimiz demler için.
Bilhassa, yüksek dereceli Muhammediyyül meşreb olan mümtaz verilerin bütün istekleri, bütün günahkâr, âsî olan kullarının dahî ateş azâbından halas olması ve afvedilmeleridir.
Sertâcû'l-enbiyâ, mefhar-ı mevcûdat, Seyyidü'l-beşer Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, ashab-ı Kiram ve onlara tâbi olan Hak dostları hörmetine, Rabbımız teâlâ ve tekaddes hazretleri, cümle ümmet-i müslimîni günahkârlar ve âsîler dahil olduğu halde, rahmetine garkeder inşaallah.
Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz selâmet ve seâdetimiz; herhâl ü kârda yani, her nefeste, her adımda hür türlü hal ve hareketlerimizde Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine tam olarak uymakla, onun boyasına boyanmak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun sünneti Muhammediyesinden kat'iyyen ayrılmamağa çalışmakla mümkündür.
Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri, Hatem-ül-enbiya sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi rehber olarak göndermiş ve onun yolundan ayrılmamayı emrederek: "Resulûllah, size neyi getirdiyse onu tutun ve neden sizi yasakladı ise ondan kaçınınız" buyurmuştur. (Haşr, 7)
Abdülkadir Geylânî kuddise sirruh hazretlerinin kıymetli kelâmları ile mevzûmuzu kapatıyoruz. Buyuruyorlar ki:
-Ey benim sohbetimde bulunmak ve benden istifade etmek isteyen kişi! Ben öyle bir hal içindeyim ve öyle bir âlemde yaşıyorum ki, onda ne fânî insanlar vadır, ne dünya vardır ne de âhiret. Benim içinde bulunduğum bu âlemde, Allah'dan başka hiç bir şeye, gönüllerde yer yoktur. Kim ki, benim söylediğim gibi tevbe eder, benim sohbetimde bulunur, benim sözlerime hüsnü zan besler ve benim dediklerimle amel ederse, inşaallah o da benim içinde bulunduğum bu âleme girer ve oradaki insanlar gibi olur.