‘’Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, uzak diyarların birinde bir velî yaşarmış.
Bu velî, Allah aşkıyla öyle yanıp tutuşurmuş ki, kimse onun boş bir dünya kelamı konuştuğunu duymazmış.
Kalkar Allah’ı anlatırmış, gezer Allah’ı anlatırmış, yatar Allah’ı anarmış.
Sonra günlerden bir gün şehrin bir yerinde tesbihini kalbinin hizasına toplayıp, kendi zikrine dalmış.
Kapalı gözlerinin yanı sıra, gülerken kıvrılan dudakları ve yumuşayan hatları, herkes tarafından fark edilebiliyormuş.
Ama bir anda etrafındakilerin panikle ona doğru geldiğini anlayınca gözlerini açmış ve tesbihin imamesinin tutuştuğunu görmüş.
Sol elinin iki parmağıyla imameyi sıkıştırıp öylece söndürüvermiş.
Etraftakiler sormuş, ‘’Ey velî, nedir bu tutuşan imamenin hikmeti?’’
Çünkü, demiş o velî,
“Allah zikrini dilim değil kalbim çekti.’’
Bu velî, Allah aşkıyla öyle yanıp tutuşurmuş ki, kimse onun boş bir dünya kelamı konuştuğunu duymazmış.
Kalkar Allah’ı anlatırmış, gezer Allah’ı anlatırmış, yatar Allah’ı anarmış.
Sonra günlerden bir gün şehrin bir yerinde tesbihini kalbinin hizasına toplayıp, kendi zikrine dalmış.
Kapalı gözlerinin yanı sıra, gülerken kıvrılan dudakları ve yumuşayan hatları, herkes tarafından fark edilebiliyormuş.
Ama bir anda etrafındakilerin panikle ona doğru geldiğini anlayınca gözlerini açmış ve tesbihin imamesinin tutuştuğunu görmüş.
Sol elinin iki parmağıyla imameyi sıkıştırıp öylece söndürüvermiş.
Etraftakiler sormuş, ‘’Ey velî, nedir bu tutuşan imamenin hikmeti?’’
Çünkü, demiş o velî,
“Allah zikrini dilim değil kalbim çekti.’’