ALLAH’IN RAHMETİNİ PAYLAŞTIRMAYA KALKIŞANLAR
Onlar şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber; bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor.[106]
Kendilerine hak gelince: ‘Bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz’ dediler. (Ancak gerçeği kabul etmek zorunda kalınca da) ‘Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?’ dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. [107]
Peygamberin Görevi
Risâletin erken bir döneminde vahyolunan ayetlerin birisinde, Mekkelüerin şahsında, peygamberlerin insanlığa gönderiliş nedeni şöyle açıklandı: ‘Eğer biz, kendilerine peygamber göndermeden önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak şöyle diyeceklerdi: ‘Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılık ve kepaze duruma düşmeden önce âyetlerine uysaydık!.[108] Bu ayet, açık bir şekilde, eğer peygamber gönderilmemiş olsa, insanların cehenneme sürüklenmekten kurtulamayacaklarını bildiriyordu. Ayrıca, diğer bazı ayetlerde de peygamberlerin gönderiliş nedeni daha başka açılardan ayrıntılı olarak bildirildi. Bunların içerisinde en önemlisini, ubudiyet tevhidi olarak tanımlanabilecek olan sadece Allah’a kul olmayı hatırlatmak oluşturuyordu. Bu, daha önce birçok vesileyle ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, hayat tarzının genel gidişatını Allah’ın bildirdiği ilke ve şartlara göre oluşturmakla ilgili bir durumu ifade ediyordu. Allah’a rağmen, Allah’ın bildirdiği ilke ve şartlara rağmen başkalarına itaat etmemek, başkalarının ilke ve şartlarına boyun eğmemek anlamına geliyordu. Bu durum, bir ayette, bizzat Resulüllah’m şahsında, şöyle açıklandı: ‘Senden önce gönderdiğimiz her peygambere ‘Benden başka İlâh yoktur; Bu nedenle sadece bana kulluk edin’ diye vahyettik.[109]
Sadece Allah’a kulluk etmek gerektiğinin bildirilmesi insanların yanlışa düşmemeleri için yeterli değildir. Önemli olan bu kulluğun gereğini de bildirmektir. Emredilen kulluğun bir gereği vardır ve insanların mevcut bilgi imkânlarıyla Allah’a kulluğun gereklerini kendiliklerinden bilebilmeleri, bulabilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle her peygamber ‘Sadece Allah’a kulluk [110] ilkesinin gerektirdiği uygulama ve şartları da bildirmekle görevli kılınmıştır. Her peygamber, ilâhî bilginin Allah ile insanlar arasındaki elçisi olmanın yanında, doğru yolu gösteren bir rehber, gerçekleri hatırlatan bir uyarıcı, iyi işlerin sonundaki esenliği müjdeleyen bir müjdeci, kötü işlerin sonundaki azabı düşündüren bir korkutan olma görevleriyle de sorumlu kılınmıştır. Şu ayetler bununla ilgilidir: ‘Biz seni müjdeleyici ve uyana olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.[111] ‘Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik; o da hakkı getirdi. Seni de ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.[112] Andolsun ki Musa’yı da, ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket günlerini hatırlat’ diye mucizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır.[113] ‘Tâğut’a kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır. Kullarımı müjdele, o kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar, îşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akü sahipleri de onlardır.[114]
Peygamberler mutlak hakikatler konusunda insanları bilgilendirmişler ve bu hakikatlerin uygulamaya aktarıhş biçimlerini de göstermişlerdir. Fakat bunu yaparken insanlardan kendi şahıslarıyla ilgili herhangi bir beklenti içerisinde olmamışlardır. Yaptıkları ağır işin karşılığını, karşılaştıkları zorlukların ücretini sadece Allah’tan beklemişlerdir. Bu son derece önemlidir; yoksa insanların zihninde yerine getirilen görevin amacına ilişkin yanlış kanaatler oluşurdu. Bu ise hakikatin kavranışmı ve uygulamasını aksatır; yanlışlara sevk ederdi. Zaten bazıları bunu anlayamadıkları içindir ki, peygamberin, yerine getirdiği işler karşılığında bazı beklentilerin içerisinde olduğunu zannetmişlerdi. Firavun ve adamlarının, Hz. Musa’nın iktidar savaşı verdiğini zannetmeleri, bu yanlış anlayışın bir gereğinden başkası değildi. Firavun ve adamları şöyle demişlerdi: ‘Bunlar (Musa ve Harun) iki büyücü, başka bir şey değil. İstiyorlar ki, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsınlar ve sizin örnek (güzel) yolunuzu (hayat tarzınızı, dininizi) yok etsinler. Fakat her peygamber müşrik zihniyetinin anlayamadığı gerçeği şöyle açıklamıştır: ‘Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.[115] Ey kavmim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.[116] Ayrıca, hem peygamberi kontrol etmek ve hem de insanları bilgilendirmek için, davetin birçok aşamasında şu ilâhî uyarı yapılmıştır: ‘Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?.[117] (Ey insanlar!) Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir.[118]
İlahî iradenin sesi olan Kur’an, her peygamberin inanç ve hayat tarzı için gerekli olan hakikatleri insanlara ileten bir elçi olduğunu bildirmesinin yanı sıra, bu elçiliğin sadece bilgiyi bir taraftan diğer tarafa aktaran araç biçiminde olmadığım; her peygamberin aynı zamanda kendisine vahyolunan ve insanlara bildirdiği ilâhî hakikatin bedenleşmiş boyutunu temsil ettiğini de açıklanmıştır. Buna göre, hiçbir peygamber, şahsen, ilâhî görevi insanlara bildirdiklerinden ve istediklerinden müstağni olmamıştır. Her peygamber, herkesten önce, kendisine vahyolunan ve insanlara bildirdiklerine uymakla, onların gereklerini yerine getirmekle sorumlu kılınmıştır. Bu zorunludur, çünkü her peygamber bir kuldur ve her kul gibi o da kulluğunun gerekleriyle sorumludur. Ayrıca her peygamber bir hakikat önderidir ve önderliği model oluşunu gerektirmektedir. Bu nedenle de her peygamber, ilâhî hakikatin yaşayan bedeni, uygulamadaki en mükemmel modeli olmuştur. İnsanlar, peygamber ile, hem ilâhî hakikate bilgi düzeyinde sahip olmuşlar, hem de hakikat bilgisinin yaşantıdaki olması gereken biçim ve muhtevasını peygamberin modelliğinde görmüşlerdir.
İtiraz
Bir peygamberin görevi, insanların sahip oldukları herhangi bir görev gibi değildir. Farklılıklardan en önemlisi, peygamberliğin bir boyutuyla ilâhî, diğer tarafıyla da beşeri olmasıdır. Her peygamber bir insan olarak, diğer insanlarla tüm beşerî hâl ve durumları paylaşır; onlardan birisi olarak yaşar, ancak aynı zamanda da ilâhî hakikatin elçisi olarak yüce yaratanla, eşi ve benzeri olmayan yüce kudret ile irtibatlıdır; O’nun insanlar arasından seçtiği ve kendisine ilâhî hakikatleri bildirdiği elçisidir. Kabul etmek gerekir ki, bir peygamber, insanlara bildirip, uyulmasını istediği ilke ve şartları bir filozof, bir devlet adamı, bir kral kimliğiyle bildirmeliydi; onun bildirdiklerini kabul etmeyenler onunla tartışırlar, belki onun söylediklerine karşı çıkarlar ama bu durum hiçbir zaman müşriklerin bir peygambere verdiği tepkiler gibi olmazdı. Gerçekleşen sadece düşünceler çatışması olur ve bu çatışma sırasında düşünceler birbirlerini etkiler ve bir nokta da buluşurlardı.
Ancak peygamber ile muhaliflerinin çatışması böyle şekillenmemiştir ve Resulüllah’ın şahsında da böyle şekillenmiyordu. Peygamberi filozof veya kraldan ayıran temel farklılıklardan birisi, peygamber ve muhatapları arasında yaşananlar bir düşünceler buluşması/çatışması değildir; onların şahsında iki beşerî düşünce çalışmamıştır. İlâhî bilgi ile beşerî zanlar çatışmıştır. Daha doğrusu beşerî zanlar ilâhî bilgiye karşı doğruluk iddiasında bulunmuş ve doğruluklarını ise kaba kuvvete, hile ve aldatmalara dayanarak ispatlamaya çalışmışlardır. Şiddet beşerî bilginin, zannın, ilâhî bilgi karşısındaki en önemli dayanağı, meşruluk aracı olmuştur. Bir diğer farklılık ise ikisinin de birbirlerini etkileyerek bir noktada buluşmalarının söz konusu olmamasıdır. İlâhî bilgi veya bir diğer ifadeyle ilim, zanlara karşı tavizsizdir. Gerçek, hiçbir şekilde yalana iltifat etmez. Olması gereken yalanın, gerçeğe uyması; zannın, ilme tabi olmasıdır. Ancak zanda, yalanda, hilede çıkarı olanlar buna yanaşmazlar ve yanaşmamışlardır. İşte bu durumda zarının”, yalanın, hilenin taraftarları, hakikat karşısında şiddeti, iftirayı, hileyi takip edebilecekleri tek yöntem olarak benimsemişler ve Resulüllah’ın zamanında da böyle yapmışlardır.
Zannın, yalanın, hilenin taraftan olan Mekke müşrikleri ve özellikle de eşraf, iftira, karalama kampanyalarının öncelikli konusu olarak Resulüllah’ın ilâhî kimliğini seçtiler. Hz. Muhammed’in beşerî kimliğinin ötesinde bir ilâhî kimliğe sahip olmadığım iddia ettiler. Bu iddialarını ise, günlük hayatlarından bildikleri, yaşanan, görülen bir durumla açıklamaya çalıştılar; ‘Onlar şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber, bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!.[119] Onlar, peygamberliğin yüce bir görev, ilâhî boyuta sahip bir görev olduğunun farkındaydılar. Muhtemeldir ki ticarî faaliyetleri sırasında görüşüp konuştukları Yahudi ve Hıristiyanlardan peygamberlik hakkında bir şeyler işitmişlerdi. Bu işi ttikl eriyle de zihinlerinde bir peygamber tasavvuru oluşturmuşlardı, ama bu tasavvurları Hz. Muhammed’e hiç uymuyordu.
Onlar Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bir peygamberin Allah’la soy bağına sahip kişiler olduğunu, ‘Allah’ın oğlu [120] olduğunu duymuşlardı. Elbette ki Allah ile soy bağına sahip olmak, aynen Yahudi ve Hıristiyanların peygamber tasavvurunda olduğu gibi ilâhî tasarrufta bulunmayı, beşerî özelliklerden uzak olmayı gerektirirdi. Fakat, Mekkeliler doğduğu günden beri yakından tanıdıkları Hz. Muhammed’in kendileri gibi bir insan olduğunu: acıkan, susayan, hastalanan, geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olan, evlenen, yaşadığı olumsuz durumlar karşısında üzülen, morali bozulan, öfkelenen… birisi olduğunu biliyorlardı. O, aynen kendileri gibi ihtiyaçlarını karşılamak için çarşı ve pazarlarda gezmen birisiydi. Mekke liderlerinin tasavvurlarına, zan-larma göre bir peygamber böyle olmamalıydı: bir dilim ekmeğe, bir bardak suya ihtiyaç duymamalı, bunları temin için çalışıp çabalamamalıydı: ‘Onlar şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber; bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! … Kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyip ihtiyaçlarım karşılayacağı bir bahçesi olmalıydı.[121] Bunu, bizzat Resulüllah’ın yüzüne söyledikleri gibi, kendi aralarındaki sohbetlerinde, dertleşip konuşmalarında da dile getiriyor, böylelikle birbirlerini uyarıyorlardı: ‘Kalpleri geçici hoşnutluklar peşinde olup işi ciddiye almayanlar, yaratılış maksadına aykırı davrananlar, birbirleriyle gizlice konuştuklarında ‘Bu peygamber, ancak sizin gibi bir insan değil mi? O halde siz, göz görerek büyüye mi kapılacaksınız?’ dediler.[122] Onların düşüncelerinin bir kıyısında hep peygamberin gizli amaçlara sahip olduğu, asıl niyetini sakladığı, bu gizli amacının ise hükümranlığı ele geçirmek olduğu kanaati vardı. Bunu ise bazı za- manlar, irtibatlı oldukları müminlere söyleyerek akıllarınca onları uyarmış oluyorlardı: ‘O zalimler, müminlere ‘Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!’ dediler.[123]
Bu iddialarında da kendilerince haklıydılar; iddialarına samimi bir şekilde inanıyorlardı. Bir insanın, üstelik Muhammed gibi yetim, öksüz bir insanın peygamber olması mümkün olmayacağı konusunda emindiler. Hemşehrileri Muhammed’in peygamberliği, olsa olsa ya büyük bir yalandı, ya da bir aldanıştı: ‘Dediler ki: ‘Ey kendisine Kufan indirilen Muhammed! Sen mutlaka bir mecnunsun!.[124] Gerçi ‘Muhammed kesinlikle peygamber olamaz’ iddiasına sahip olmayanlar da vardı. Onlar, bir insan olması nedeniyle onun peygamber olmasını akıl ve mantığa aykırı bulmalarına rağmen, yanılma ihtimallerini de göz ardı etmiyorlardı. Fakat onlara göre de, Allah gerçekten bir insanı kendisine elçi olarak seçiyorsa, bunun ilâhî bir delili olmalıydı. Bu ilâhî delil de ancak gözleriyle görecekleri, elleriyle dokunacakları bir melek olabilirdi. Bir melek inmeli ve Muhammed’in peygamber olduğuna tanıklık etmeliydi. Bunu şöyle dile getiriyorlardı: ‘Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!.[125]
Diğer bazılarına gelince, onlar Hz. Peygamber’in peygamberliğini reddederlerken daha başka iddiaya sahiptiler. Hz. Peygamber’i yakından tanıyan ve ‘en güvenilir kişi1 oluşuna şahitlik eden bu bazıları, doğru inancın ve hayat tarzının örneği olarak O’na yönelmekten kaçındılar. Bunların bir kısmı yanlış gidişatının geçici kazançlarına kanarak onu reddederken; bazısı ise akılsızlığından, inadından, kötülük timsali karakterinden, kıskançlığından dolayı O’na uymayı reddetti. Onlar, bu tutum ve tavırlarının gerekçesi olarak da, O’nun insan oluşunu gösterdiler. Eğer yüce Allah kendilerine gerçekten bir örnek şahsiyet sunmuş olsaydı, bunun ancak bir melek olabileceğini iddia ettiler. Müşriklere göre ilâhî görevin elçisi de ilâhî olmalıydı. Yahudi ve Hıristiyanların söyledikleri ve inandıkları peygamberleri gibi Allah’la soy bağına sahip bir peygamber kendilerine gönderilmemişse bile, bir melek gönderilebilirdi. Onlar, bu meleğin beşer üstü özelliklerini görür ve ona iman etmekte zorlanmazlardı. Melek dahi olmayan bir peygamberi kabul etmek akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildi. Bu nokta da selefleriyle benzer iddialara sahiptiler: ‘Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri, zaman, ‘Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ demişlerdi.[126]
İftira ve İtirazların Cevapları
Kur’an, müşriklerin bütün bu iftira ve itirazlarının uygun şekilde cevaplandırdı. Her şeyden önce dikkatleri Resulüllah’ın kişiliğine çekti. O’nu doğduğu günden beri tanıdıklarını hatırlattı. O’nun hiçbir zaman kendisi için gizli, özel amaçlara sahip bir kişi olmadığına dair bilgi ve kanaatlerini harekete geçirdi: ‘De ki: ‘Eğer. Allah düeseydi Kur’an’ı size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan Önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akü erdiremiyor musunuz?.[127] Bu açıklamada özellikle dikkat çeken konu, peygamber oluşuyla ilgili olarak Hz. Muhammed’in bizzat kendisinin hiçbir etki veya katkıya sahip olmamasıyla, seçilmek gibi bir beklenti içerisinde değilken seçilmiş ve görevlendirilmiş olmasıyla ilgiliydi. Bu, bir başka ayette özellikle bildirildi: ‘De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yammdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum.[128]
Kur’an, insan oluşları nedeniyle peygamberlerin elçiliklerinin reddedilmesinin sadece Mekkelilere özgü olmadığını, Mekkelilerin bu konuda geçmişteki diğer müşriklerin tutumlarını sürdürdüklerini, ilâhî hakikatin elçisi karşısında aynı tepkileri verdiklerini bildirdi: ‘Herhangi bir ümmete bir peygamberler geldiğinde onlar bu peygamberi yalanladılar.[129] Bu, Peygambere itirazla ilgili yanlış tutumun gelenekselleşmiş karakterine dikkat çekme adına önemliydi, ancak daha da önemlisi bunu yapanların, elçiyi reddedenlerin kötü sonlarıydı; ‘Biz de onları birbiri ardından yok ettik ve onları ibret hikâyelerine dönüştürdük. Artık iman etmeyen kavmin canı cehenneme!.[130] Bu, Mekkeliler için önemli bir bilgi, anlamlı bir mesaj ve can alıcı bir uyarıydı. Onlara, peygamberi reddederken önceki toplumlardaki müşrikler gibi davrandıkları bildirilirken, bu benzerliğin akıbetinin aynı olacağı da bildirilmiş oluyordu. Ancak daha da önemlisi, bir beşer olduğu için reddettikleri peygamberin bu kötü sonu engellemek için kendilerine hiçbir katkı sağlayamayacak olmasıydı: ‘De ki: ‘Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim.[131]
Elçinin melek olması gerektiği iddialarına gelince; Allah onların bu iddialarının yanlışlığını, anlayabilecekleri bir dille anlattı: ‘Şunu söyle: ‘Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşanlar melek olsalardı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.[132] Getirilen açıklama son derece önemliydi; bu açıklamaya göre elçinin insan olması gerekiyordu; çünkü insanlara gönderiliyordu. Eğer bir elçi melek olacaksa, bu ancak melekler topluluğuna gönderilen bir elçi olabilirdi. Fakat anlamamakta ısrar edecek cahillere, inatçılara ek bir açıklamada daha bulunuldu: ‘Eğerpeygamberi birmelek küsaydık muhakkak ki onu insan suretine sokar, onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.[133]
Hz. Muhammed’i, peygamber olmadığı iddiasıyla veya bil” melek tarafından peygamberliğine tanıklık yapılmadığı gerekçeleriyle reddeden Mekkelilerin, bu günahlarıyla kalmayıp, peygamberi bir de ‘büyülenmiş’ diye suçlamaları, ayette karşılığını sert bir şekilde buldu. Bir ayette ‘Resulüm.’ Senin hakkında bak ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve hidayete hiçbir yol da bulamazlar [134] denilerek eleştirilip, açması sonları hatırlatıldı. Bu arada, durumlara anlamaları için, bu günahkârların selefleri hakkında ayrıntılı bilgiler verildi. Yaptıkları işin bir ilme dayanmadığı, hatta mevcut bilgi ve tecrübelerine de aykırı davrandıkları bildirildi. Mekkeliler, bir zamanlar Semud ve Ad kavminin yaşadığı yerleri görmüş kimselerdi. Semud ve Ad kavminin yaşadığı yerler, ticaret yollarının üzerindeydi. Ve bu iki kavmin helak oluş hikayelerinden de haberdardılar. Onlara gelen peygamberin ve onların peygambere karşı tepkilerinin neden oldu-&u kötü sonlarının hikayelerini birçok kez duymuşlardı. Bu nedenle ‘Daha önce inkâr edenlerin haberi size ulaşmadı mı? [135] diye soruldu. Halihazırdaki durumlarıyla geçmişteki seleflerinin yanlış tutumları kendilerine bir kez daha hatırlatıldı: ‘Kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, ‘Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demeleri engellemiştir. Geçmişin hikayeleri anlatılırken, hem Mekke’nin eşrafına sahip oldukları yanlışlığın geleneksel bir yanlışlık olduğunu bildirmek, hem de bu sürecin nasıl devam edeceğinin ve sonuçlanacağının bilgilerini vermek amaçlanmıştı. Böylelikle müşrikler kötü sonları nedeniyle uyarılıp korku tulurken; Resulüllah ise bilgilendirilip, gidişatını değiştirmemesi, görevinin gereklerini yapmaya devam etmesi konusunda destekleniyordu. Konuyla ilgili bir örnek insanlığın atası Adem oldu. Onun bir insan olduğu ve hatta daha da önemlisi Allah tarafından ‘çamurdan yaratıldığı [136] açıklandı; çamurdan yaratılmış bîr insan peygamber! Sonra diğer peygamberlerin risâlet görevleri dahilinde karşılaştıkları tepkilere, yaşadıkları sıkıntılara dikkat çekildi. Bu örnek şahsiyetlerden birisi Hz. Nuh idi. Kavminin eşrafı, Hz. Nuh’u ‘Sen de bizim gibi bir insansın [137] diyerek reddederken, Hz. Nuh’a iman etmiş müminleri de ‘ayaktakımı [138] olarak aşağılayıp, onları da kendilerince uyarmışlardı: ‘Nuh sisin gibi bir insandır.
Allah eğer bir elçi gönderecek olsaydı o ancak melek olurdu. Biz atalarımızdan böyle bir şey duymadık O cinnete uğramış bir kişiden başka bir şey değildir. İsterseniz onu bir müddet gözleyin de, görün bakalım.[139] Buna karşılık Hz. Nûh sadece gerçeği ifade etmişti: ‘Ben size: ‘Allah’ın hazineleri benim yammdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum, sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum.[140] Benzer durumları Hz. Hûd da yaşamıştı. Kavminin eşrafı, halkı ‘o sisin gibi bir insan, başka bir şey değil; yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor [141] diyerek uyarıp, ilâhî bilgiyi reddetmelerini istemişlerdi. Bunu yaparken de kendilerince son derece haklı bir gerekçeye dayanmışlardı: Hz. Hûd’un insan oluşuna. Çünkü onlar da bir peygamberin ancak bir melek olabileceğini düşünüyorlardı: ‘Eğer Rabbimiz isteseydi, melekler gönderirdi [142] diyorlardı. Ancak daha da önemlisi, Hz. Hûd’un davetini kabul etmiş müminlere söyledikleriydi. Kavmin eşrafı, müminlere ‘Eğer siz, sizin gibi bir insana” peygamber olduğu inancıyla itaat etmeye devam ederseniz, sonunda hüsrana uğrarsınız [143] demişlerdi. Bu bir tehdit değil, bir uyarıydı. Bu uyarılarında da o müminleri düşündüklerinin, onları yanlış gidişattan koruma çabasının havası seziliyordu. Bununla demiş oluyorlardı ki, ‘Sizler bir insana peygamber olduğu gerekçesiyle inandınız ve peşinden gidiyorsunuz.
Ancak o asıl niyetini açıklamıyor; fakat aslında sizin başınıza kral olmak, sizi kendisine kul, köle yapmak istiyor. Eğer bu gidişatınızı değiştirmezseniz sonunda başınıza büyük bir bela almış olursunuz. Aklınızı başınıza alın ve iş işten geçmeden durumunuzu gözden geçirip, Hud’un yolundan ayrılın’. Fakat bütün bu hilelere, inkârlara, inatlara ve hatta kavminin ileri gelenlerinin ‘Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz [144] demelerine karşılık, Hz. Hûd’un sözleri sadece gerçeği ifade etmek olmuştu: Ebedi gerçeği açıklamıştı: ‘Ey kavmim! dedi, ‘Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği hir elçiyim. Size Rabbimin vahy ettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine mi şaştınız? Düşünün ki O sizi, Nüh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.[145]
Benzer tepkileri Hz. Salih ile Şuayb da yaşamıştı, ‘insan [146] oldukları için reddedilmişler; ‘büyülenmiş olmakla [147] suçlanmışlardı. Aynı şeyleri Hz. Musa ve Harun da yaşamıştı. [148] Ve bütün bu yaşananlara iftira ve iddialara, o peygamberlerin verdikleri cevap ‘(Evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar [149] olmuştu. Böyle demişler ve bu dedikleriyle de yetinmişlerdi; çünkü hem gerçekten bir insandılar ve hem de Allah onlardan insan olduklarını söylemelerini özellikle istemişti: ‘De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerîm. (Şu var ki) bana, İlahınızın, sadece bir îlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.[150]
Hz. Muhammed de, önceki peygamberler gibi bir insandı. Bir insan olarak doğmuş, bir insan olarak yaşamış ve bir insan olarak seçilip, insanlara Allah’ın vahyini bildiren elçi olarak görevlendirilmişti, insan olduğu için evlenmiş, üzülmüş, korkmuş, tehdit ve şiddete maruz kalmış, yalanlanmıştı. Bir insan olduğu için, kötü gidişatlarının açması sonunu bildiği insanlar iman etmiyorlar, sapkın durumlarını sürdürmekte inat ediyorlar diye ‘üzülmüş [151] onlar hakikati inkâr ettikleri için ‘ruhu daralmıştı. [152] Yüce Allah, O’nun bu hassasiyeti karşısında O’nu yatıştırmış, üzüntüsünü gidermişti: ‘Onlara aldırma. Davete uymamalarından dolayı sen kınanacak değilsin.[153] Bu aşamada önemli olan, Resulüllah’m ne yapacağıydı. Gerçi ne yapacağı önceki peygamberlerin söz ve eylemleri anlatılırken örnek verilerek dolaylı olarak bildirilmişti. Ama buna rağmen yapması gerekenler açıkça da bildirildi: ‘Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.[154] ‘Peygamberlerin üzerine düşen sorumluluk, açık seçik tebliğden başkası değildir.[155] ‘O peygamberler ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.[156]
Bir Yanlıştan Diğerine
Peygamberlik konusunda bir yığın şüphelere sahip olan ve şüphelerini diğer insanlara da bulaştırmaya çalışan müşrik liderler, Kur’an’ın cevap ve açıklamalarıyla, sonunda bir elçinin insan olması gerektiğini kabullendiler. Bu konuda bir itirazları kalmadı. Ancak bu sefer, bir yanlışlarını terk ederlerken, bir başka yanlışa saptılar. Bir türlü doğruya meyletmediler. Hep yanlışlardan birisini tercih edip, kötü gidişlerini daha da kötü kıldılar. Peygamberin insan olacağını kabul ederken saptıkları yeni yanlışları peygamberin kimliğiyle ilgili oldu. Hz. Muhammed’in, ‘en güvenilir kişi’ diye isimlendirdikleri hemşehrilerinin peygamber oluşunu kabul etmek istemediler. Bu inat ve inkârlarının nedeni ise Hz. Muhammed’in bir ahlâkî zaafını, eksikliğini, kusurunu görmeleri veya bilmeleri değildi. Hz. Peygamberin ahlâkının kusursuz oluşuyla ilgili en küçük kuşkulan yoktu. Ancak buna rağmen onlara göre Hz. Muhammed peygamber olmamalıydı: çünkü o yetimdi, öksüzdü daha da önemlisi zengin değildi, eşraftan değildi: ‘Kendilerine hak gelince: ‘Bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz’, dediler. (Ancak gerçeği kabul etmek zorunda kalınca da) ‘Bu Kur’an iki şehirden hir büyük adama indirilse olmaz mıydı?’ dediler.[157] Resulüllah ile karşılaştıkları zaman da ‘Allah’ın peygamber olarak gönderdiği kişi bu mu?’ diyerek hep alay ettiler.[158] Onlar bu düşünce ve iddialarıyla seçkinci kişiliklerinin gereğine göre davranıyorlardı. Kanaatlerine göre, madem ki peygamber insan olacaktı, o halde kendileri gibi zengin tabakasından birisi olmalıydı. Bunu ise ismen bile belirlediler. Kanaatlerine göre bu işe layık olanlar Mekke’den Velid b. Muğire veya Taif ten Urve b. Mes’ud idi. Ancak bu konuda da aralarında fikir birliği yoktu; diğer bazıları ise peygamberliğe layık kişinin Mekke’den Utbe b. Rabia, Taiften Hubeyb b. Amr veya Kinâne b. Abd’i Yâleyl olduğunu söylüyordu. Hatta içlerinden bazıları bu işi daha da ileri götürerek, kendisine de vahiy inmedikçe Hz. Muhammed’in peygamberliğini onaylamayacağını söyledi. Onların bu anlamsız konuşma ve iddialarına ise Allah yine ayetiyle şu cevabı verdi: ‘Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık.[159]
[106] Furkan sûresi, 25:7
[107] Zuhruf sûresi, 43:32
[108] Taka, 20:134
[109] Enbiya, 21:25
[110] Fatiha, 1:5
[111] Fatır, 35:24
[112] Isra, 17:105
[113] îb-rahim, 14:5
[114] Zümer, 39:18,19
[115] Sad, 38:86
[116] Hud, 11:29
[117] Kalem, 68:46
[118] Yasin, 36:21
[119] Furkan, 25:7
[120] Tevbe, 9:30
[121] Furkan, 25:7
[122] Enbiya, 21:3
[123] Furkan, 25:8
[124] Uicr, 15:6
[125] Furkan, 25:7
[126] Fus-silat, 41:14
[127] Yunus, 10:16
[128] En’am, 6:50
[129] Müminun, 23:44
[130] Müminun, 23:44
[131] Yunus, 10:49
[132] îsra,17:95
[133] En’am, 6:9
[134] Vurkan, 25:9
[135] Teğabun, 101:5
[136] Sad, 38:71,72
[137] Hûd, 11:27
[138] Hüd, 11:27
[139] Mü’minun, 23:24,25
[140] Hud, 11:31
[141] Mü’minun, 23:33
[142] Secde,32:14
[143] Müminim, 23:34
[144] Araf, 7:66
[145] Araf 7:67-69
[146] Şuara sûresi, 26:154
[147] Şuara sûresi, 26:153
[148] Müminim sûresi, 23:47
[149] ibrahim, 14:11
[150] Kehf 18:110
[151] Müzzemmü sûresi, 73:10
[152] Hûd sûresi, 11:12
[153] Zariyat, 51:54
[154] Ahkaf 46:35
[155] Nahl, 16:35
[156] Ahzab, 33:39
[157] Zuhruf, 43:31
[158] Furkan, 25:41
[159] Zuhruf, 43:32
Onlar şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber; bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor.[106]
Kendilerine hak gelince: ‘Bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz’ dediler. (Ancak gerçeği kabul etmek zorunda kalınca da) ‘Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?’ dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. [107]
Peygamberin Görevi
Risâletin erken bir döneminde vahyolunan ayetlerin birisinde, Mekkelüerin şahsında, peygamberlerin insanlığa gönderiliş nedeni şöyle açıklandı: ‘Eğer biz, kendilerine peygamber göndermeden önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak şöyle diyeceklerdi: ‘Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılık ve kepaze duruma düşmeden önce âyetlerine uysaydık!.[108] Bu ayet, açık bir şekilde, eğer peygamber gönderilmemiş olsa, insanların cehenneme sürüklenmekten kurtulamayacaklarını bildiriyordu. Ayrıca, diğer bazı ayetlerde de peygamberlerin gönderiliş nedeni daha başka açılardan ayrıntılı olarak bildirildi. Bunların içerisinde en önemlisini, ubudiyet tevhidi olarak tanımlanabilecek olan sadece Allah’a kul olmayı hatırlatmak oluşturuyordu. Bu, daha önce birçok vesileyle ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, hayat tarzının genel gidişatını Allah’ın bildirdiği ilke ve şartlara göre oluşturmakla ilgili bir durumu ifade ediyordu. Allah’a rağmen, Allah’ın bildirdiği ilke ve şartlara rağmen başkalarına itaat etmemek, başkalarının ilke ve şartlarına boyun eğmemek anlamına geliyordu. Bu durum, bir ayette, bizzat Resulüllah’m şahsında, şöyle açıklandı: ‘Senden önce gönderdiğimiz her peygambere ‘Benden başka İlâh yoktur; Bu nedenle sadece bana kulluk edin’ diye vahyettik.[109]
Sadece Allah’a kulluk etmek gerektiğinin bildirilmesi insanların yanlışa düşmemeleri için yeterli değildir. Önemli olan bu kulluğun gereğini de bildirmektir. Emredilen kulluğun bir gereği vardır ve insanların mevcut bilgi imkânlarıyla Allah’a kulluğun gereklerini kendiliklerinden bilebilmeleri, bulabilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle her peygamber ‘Sadece Allah’a kulluk [110] ilkesinin gerektirdiği uygulama ve şartları da bildirmekle görevli kılınmıştır. Her peygamber, ilâhî bilginin Allah ile insanlar arasındaki elçisi olmanın yanında, doğru yolu gösteren bir rehber, gerçekleri hatırlatan bir uyarıcı, iyi işlerin sonundaki esenliği müjdeleyen bir müjdeci, kötü işlerin sonundaki azabı düşündüren bir korkutan olma görevleriyle de sorumlu kılınmıştır. Şu ayetler bununla ilgilidir: ‘Biz seni müjdeleyici ve uyana olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.[111] ‘Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik; o da hakkı getirdi. Seni de ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.[112] Andolsun ki Musa’yı da, ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket günlerini hatırlat’ diye mucizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır.[113] ‘Tâğut’a kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır. Kullarımı müjdele, o kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar, îşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akü sahipleri de onlardır.[114]
Peygamberler mutlak hakikatler konusunda insanları bilgilendirmişler ve bu hakikatlerin uygulamaya aktarıhş biçimlerini de göstermişlerdir. Fakat bunu yaparken insanlardan kendi şahıslarıyla ilgili herhangi bir beklenti içerisinde olmamışlardır. Yaptıkları ağır işin karşılığını, karşılaştıkları zorlukların ücretini sadece Allah’tan beklemişlerdir. Bu son derece önemlidir; yoksa insanların zihninde yerine getirilen görevin amacına ilişkin yanlış kanaatler oluşurdu. Bu ise hakikatin kavranışmı ve uygulamasını aksatır; yanlışlara sevk ederdi. Zaten bazıları bunu anlayamadıkları içindir ki, peygamberin, yerine getirdiği işler karşılığında bazı beklentilerin içerisinde olduğunu zannetmişlerdi. Firavun ve adamlarının, Hz. Musa’nın iktidar savaşı verdiğini zannetmeleri, bu yanlış anlayışın bir gereğinden başkası değildi. Firavun ve adamları şöyle demişlerdi: ‘Bunlar (Musa ve Harun) iki büyücü, başka bir şey değil. İstiyorlar ki, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsınlar ve sizin örnek (güzel) yolunuzu (hayat tarzınızı, dininizi) yok etsinler. Fakat her peygamber müşrik zihniyetinin anlayamadığı gerçeği şöyle açıklamıştır: ‘Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.[115] Ey kavmim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.[116] Ayrıca, hem peygamberi kontrol etmek ve hem de insanları bilgilendirmek için, davetin birçok aşamasında şu ilâhî uyarı yapılmıştır: ‘Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?.[117] (Ey insanlar!) Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir.[118]
İlahî iradenin sesi olan Kur’an, her peygamberin inanç ve hayat tarzı için gerekli olan hakikatleri insanlara ileten bir elçi olduğunu bildirmesinin yanı sıra, bu elçiliğin sadece bilgiyi bir taraftan diğer tarafa aktaran araç biçiminde olmadığım; her peygamberin aynı zamanda kendisine vahyolunan ve insanlara bildirdiği ilâhî hakikatin bedenleşmiş boyutunu temsil ettiğini de açıklanmıştır. Buna göre, hiçbir peygamber, şahsen, ilâhî görevi insanlara bildirdiklerinden ve istediklerinden müstağni olmamıştır. Her peygamber, herkesten önce, kendisine vahyolunan ve insanlara bildirdiklerine uymakla, onların gereklerini yerine getirmekle sorumlu kılınmıştır. Bu zorunludur, çünkü her peygamber bir kuldur ve her kul gibi o da kulluğunun gerekleriyle sorumludur. Ayrıca her peygamber bir hakikat önderidir ve önderliği model oluşunu gerektirmektedir. Bu nedenle de her peygamber, ilâhî hakikatin yaşayan bedeni, uygulamadaki en mükemmel modeli olmuştur. İnsanlar, peygamber ile, hem ilâhî hakikate bilgi düzeyinde sahip olmuşlar, hem de hakikat bilgisinin yaşantıdaki olması gereken biçim ve muhtevasını peygamberin modelliğinde görmüşlerdir.
İtiraz
Bir peygamberin görevi, insanların sahip oldukları herhangi bir görev gibi değildir. Farklılıklardan en önemlisi, peygamberliğin bir boyutuyla ilâhî, diğer tarafıyla da beşeri olmasıdır. Her peygamber bir insan olarak, diğer insanlarla tüm beşerî hâl ve durumları paylaşır; onlardan birisi olarak yaşar, ancak aynı zamanda da ilâhî hakikatin elçisi olarak yüce yaratanla, eşi ve benzeri olmayan yüce kudret ile irtibatlıdır; O’nun insanlar arasından seçtiği ve kendisine ilâhî hakikatleri bildirdiği elçisidir. Kabul etmek gerekir ki, bir peygamber, insanlara bildirip, uyulmasını istediği ilke ve şartları bir filozof, bir devlet adamı, bir kral kimliğiyle bildirmeliydi; onun bildirdiklerini kabul etmeyenler onunla tartışırlar, belki onun söylediklerine karşı çıkarlar ama bu durum hiçbir zaman müşriklerin bir peygambere verdiği tepkiler gibi olmazdı. Gerçekleşen sadece düşünceler çatışması olur ve bu çatışma sırasında düşünceler birbirlerini etkiler ve bir nokta da buluşurlardı.
Ancak peygamber ile muhaliflerinin çatışması böyle şekillenmemiştir ve Resulüllah’ın şahsında da böyle şekillenmiyordu. Peygamberi filozof veya kraldan ayıran temel farklılıklardan birisi, peygamber ve muhatapları arasında yaşananlar bir düşünceler buluşması/çatışması değildir; onların şahsında iki beşerî düşünce çalışmamıştır. İlâhî bilgi ile beşerî zanlar çatışmıştır. Daha doğrusu beşerî zanlar ilâhî bilgiye karşı doğruluk iddiasında bulunmuş ve doğruluklarını ise kaba kuvvete, hile ve aldatmalara dayanarak ispatlamaya çalışmışlardır. Şiddet beşerî bilginin, zannın, ilâhî bilgi karşısındaki en önemli dayanağı, meşruluk aracı olmuştur. Bir diğer farklılık ise ikisinin de birbirlerini etkileyerek bir noktada buluşmalarının söz konusu olmamasıdır. İlâhî bilgi veya bir diğer ifadeyle ilim, zanlara karşı tavizsizdir. Gerçek, hiçbir şekilde yalana iltifat etmez. Olması gereken yalanın, gerçeğe uyması; zannın, ilme tabi olmasıdır. Ancak zanda, yalanda, hilede çıkarı olanlar buna yanaşmazlar ve yanaşmamışlardır. İşte bu durumda zarının”, yalanın, hilenin taraftarları, hakikat karşısında şiddeti, iftirayı, hileyi takip edebilecekleri tek yöntem olarak benimsemişler ve Resulüllah’ın zamanında da böyle yapmışlardır.
Zannın, yalanın, hilenin taraftan olan Mekke müşrikleri ve özellikle de eşraf, iftira, karalama kampanyalarının öncelikli konusu olarak Resulüllah’ın ilâhî kimliğini seçtiler. Hz. Muhammed’in beşerî kimliğinin ötesinde bir ilâhî kimliğe sahip olmadığım iddia ettiler. Bu iddialarını ise, günlük hayatlarından bildikleri, yaşanan, görülen bir durumla açıklamaya çalıştılar; ‘Onlar şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber, bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!.[119] Onlar, peygamberliğin yüce bir görev, ilâhî boyuta sahip bir görev olduğunun farkındaydılar. Muhtemeldir ki ticarî faaliyetleri sırasında görüşüp konuştukları Yahudi ve Hıristiyanlardan peygamberlik hakkında bir şeyler işitmişlerdi. Bu işi ttikl eriyle de zihinlerinde bir peygamber tasavvuru oluşturmuşlardı, ama bu tasavvurları Hz. Muhammed’e hiç uymuyordu.
Onlar Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bir peygamberin Allah’la soy bağına sahip kişiler olduğunu, ‘Allah’ın oğlu [120] olduğunu duymuşlardı. Elbette ki Allah ile soy bağına sahip olmak, aynen Yahudi ve Hıristiyanların peygamber tasavvurunda olduğu gibi ilâhî tasarrufta bulunmayı, beşerî özelliklerden uzak olmayı gerektirirdi. Fakat, Mekkeliler doğduğu günden beri yakından tanıdıkları Hz. Muhammed’in kendileri gibi bir insan olduğunu: acıkan, susayan, hastalanan, geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olan, evlenen, yaşadığı olumsuz durumlar karşısında üzülen, morali bozulan, öfkelenen… birisi olduğunu biliyorlardı. O, aynen kendileri gibi ihtiyaçlarını karşılamak için çarşı ve pazarlarda gezmen birisiydi. Mekke liderlerinin tasavvurlarına, zan-larma göre bir peygamber böyle olmamalıydı: bir dilim ekmeğe, bir bardak suya ihtiyaç duymamalı, bunları temin için çalışıp çabalamamalıydı: ‘Onlar şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber; bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! … Kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyip ihtiyaçlarım karşılayacağı bir bahçesi olmalıydı.[121] Bunu, bizzat Resulüllah’ın yüzüne söyledikleri gibi, kendi aralarındaki sohbetlerinde, dertleşip konuşmalarında da dile getiriyor, böylelikle birbirlerini uyarıyorlardı: ‘Kalpleri geçici hoşnutluklar peşinde olup işi ciddiye almayanlar, yaratılış maksadına aykırı davrananlar, birbirleriyle gizlice konuştuklarında ‘Bu peygamber, ancak sizin gibi bir insan değil mi? O halde siz, göz görerek büyüye mi kapılacaksınız?’ dediler.[122] Onların düşüncelerinin bir kıyısında hep peygamberin gizli amaçlara sahip olduğu, asıl niyetini sakladığı, bu gizli amacının ise hükümranlığı ele geçirmek olduğu kanaati vardı. Bunu ise bazı za- manlar, irtibatlı oldukları müminlere söyleyerek akıllarınca onları uyarmış oluyorlardı: ‘O zalimler, müminlere ‘Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!’ dediler.[123]
Bu iddialarında da kendilerince haklıydılar; iddialarına samimi bir şekilde inanıyorlardı. Bir insanın, üstelik Muhammed gibi yetim, öksüz bir insanın peygamber olması mümkün olmayacağı konusunda emindiler. Hemşehrileri Muhammed’in peygamberliği, olsa olsa ya büyük bir yalandı, ya da bir aldanıştı: ‘Dediler ki: ‘Ey kendisine Kufan indirilen Muhammed! Sen mutlaka bir mecnunsun!.[124] Gerçi ‘Muhammed kesinlikle peygamber olamaz’ iddiasına sahip olmayanlar da vardı. Onlar, bir insan olması nedeniyle onun peygamber olmasını akıl ve mantığa aykırı bulmalarına rağmen, yanılma ihtimallerini de göz ardı etmiyorlardı. Fakat onlara göre de, Allah gerçekten bir insanı kendisine elçi olarak seçiyorsa, bunun ilâhî bir delili olmalıydı. Bu ilâhî delil de ancak gözleriyle görecekleri, elleriyle dokunacakları bir melek olabilirdi. Bir melek inmeli ve Muhammed’in peygamber olduğuna tanıklık etmeliydi. Bunu şöyle dile getiriyorlardı: ‘Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!.[125]
Diğer bazılarına gelince, onlar Hz. Peygamber’in peygamberliğini reddederlerken daha başka iddiaya sahiptiler. Hz. Peygamber’i yakından tanıyan ve ‘en güvenilir kişi1 oluşuna şahitlik eden bu bazıları, doğru inancın ve hayat tarzının örneği olarak O’na yönelmekten kaçındılar. Bunların bir kısmı yanlış gidişatının geçici kazançlarına kanarak onu reddederken; bazısı ise akılsızlığından, inadından, kötülük timsali karakterinden, kıskançlığından dolayı O’na uymayı reddetti. Onlar, bu tutum ve tavırlarının gerekçesi olarak da, O’nun insan oluşunu gösterdiler. Eğer yüce Allah kendilerine gerçekten bir örnek şahsiyet sunmuş olsaydı, bunun ancak bir melek olabileceğini iddia ettiler. Müşriklere göre ilâhî görevin elçisi de ilâhî olmalıydı. Yahudi ve Hıristiyanların söyledikleri ve inandıkları peygamberleri gibi Allah’la soy bağına sahip bir peygamber kendilerine gönderilmemişse bile, bir melek gönderilebilirdi. Onlar, bu meleğin beşer üstü özelliklerini görür ve ona iman etmekte zorlanmazlardı. Melek dahi olmayan bir peygamberi kabul etmek akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildi. Bu nokta da selefleriyle benzer iddialara sahiptiler: ‘Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri, zaman, ‘Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ demişlerdi.[126]
İftira ve İtirazların Cevapları
Kur’an, müşriklerin bütün bu iftira ve itirazlarının uygun şekilde cevaplandırdı. Her şeyden önce dikkatleri Resulüllah’ın kişiliğine çekti. O’nu doğduğu günden beri tanıdıklarını hatırlattı. O’nun hiçbir zaman kendisi için gizli, özel amaçlara sahip bir kişi olmadığına dair bilgi ve kanaatlerini harekete geçirdi: ‘De ki: ‘Eğer. Allah düeseydi Kur’an’ı size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan Önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akü erdiremiyor musunuz?.[127] Bu açıklamada özellikle dikkat çeken konu, peygamber oluşuyla ilgili olarak Hz. Muhammed’in bizzat kendisinin hiçbir etki veya katkıya sahip olmamasıyla, seçilmek gibi bir beklenti içerisinde değilken seçilmiş ve görevlendirilmiş olmasıyla ilgiliydi. Bu, bir başka ayette özellikle bildirildi: ‘De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yammdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum.[128]
Kur’an, insan oluşları nedeniyle peygamberlerin elçiliklerinin reddedilmesinin sadece Mekkelilere özgü olmadığını, Mekkelilerin bu konuda geçmişteki diğer müşriklerin tutumlarını sürdürdüklerini, ilâhî hakikatin elçisi karşısında aynı tepkileri verdiklerini bildirdi: ‘Herhangi bir ümmete bir peygamberler geldiğinde onlar bu peygamberi yalanladılar.[129] Bu, Peygambere itirazla ilgili yanlış tutumun gelenekselleşmiş karakterine dikkat çekme adına önemliydi, ancak daha da önemlisi bunu yapanların, elçiyi reddedenlerin kötü sonlarıydı; ‘Biz de onları birbiri ardından yok ettik ve onları ibret hikâyelerine dönüştürdük. Artık iman etmeyen kavmin canı cehenneme!.[130] Bu, Mekkeliler için önemli bir bilgi, anlamlı bir mesaj ve can alıcı bir uyarıydı. Onlara, peygamberi reddederken önceki toplumlardaki müşrikler gibi davrandıkları bildirilirken, bu benzerliğin akıbetinin aynı olacağı da bildirilmiş oluyordu. Ancak daha da önemlisi, bir beşer olduğu için reddettikleri peygamberin bu kötü sonu engellemek için kendilerine hiçbir katkı sağlayamayacak olmasıydı: ‘De ki: ‘Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim.[131]
Elçinin melek olması gerektiği iddialarına gelince; Allah onların bu iddialarının yanlışlığını, anlayabilecekleri bir dille anlattı: ‘Şunu söyle: ‘Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşanlar melek olsalardı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.[132] Getirilen açıklama son derece önemliydi; bu açıklamaya göre elçinin insan olması gerekiyordu; çünkü insanlara gönderiliyordu. Eğer bir elçi melek olacaksa, bu ancak melekler topluluğuna gönderilen bir elçi olabilirdi. Fakat anlamamakta ısrar edecek cahillere, inatçılara ek bir açıklamada daha bulunuldu: ‘Eğerpeygamberi birmelek küsaydık muhakkak ki onu insan suretine sokar, onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.[133]
Hz. Muhammed’i, peygamber olmadığı iddiasıyla veya bil” melek tarafından peygamberliğine tanıklık yapılmadığı gerekçeleriyle reddeden Mekkelilerin, bu günahlarıyla kalmayıp, peygamberi bir de ‘büyülenmiş’ diye suçlamaları, ayette karşılığını sert bir şekilde buldu. Bir ayette ‘Resulüm.’ Senin hakkında bak ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve hidayete hiçbir yol da bulamazlar [134] denilerek eleştirilip, açması sonları hatırlatıldı. Bu arada, durumlara anlamaları için, bu günahkârların selefleri hakkında ayrıntılı bilgiler verildi. Yaptıkları işin bir ilme dayanmadığı, hatta mevcut bilgi ve tecrübelerine de aykırı davrandıkları bildirildi. Mekkeliler, bir zamanlar Semud ve Ad kavminin yaşadığı yerleri görmüş kimselerdi. Semud ve Ad kavminin yaşadığı yerler, ticaret yollarının üzerindeydi. Ve bu iki kavmin helak oluş hikayelerinden de haberdardılar. Onlara gelen peygamberin ve onların peygambere karşı tepkilerinin neden oldu-&u kötü sonlarının hikayelerini birçok kez duymuşlardı. Bu nedenle ‘Daha önce inkâr edenlerin haberi size ulaşmadı mı? [135] diye soruldu. Halihazırdaki durumlarıyla geçmişteki seleflerinin yanlış tutumları kendilerine bir kez daha hatırlatıldı: ‘Kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, ‘Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demeleri engellemiştir. Geçmişin hikayeleri anlatılırken, hem Mekke’nin eşrafına sahip oldukları yanlışlığın geleneksel bir yanlışlık olduğunu bildirmek, hem de bu sürecin nasıl devam edeceğinin ve sonuçlanacağının bilgilerini vermek amaçlanmıştı. Böylelikle müşrikler kötü sonları nedeniyle uyarılıp korku tulurken; Resulüllah ise bilgilendirilip, gidişatını değiştirmemesi, görevinin gereklerini yapmaya devam etmesi konusunda destekleniyordu. Konuyla ilgili bir örnek insanlığın atası Adem oldu. Onun bir insan olduğu ve hatta daha da önemlisi Allah tarafından ‘çamurdan yaratıldığı [136] açıklandı; çamurdan yaratılmış bîr insan peygamber! Sonra diğer peygamberlerin risâlet görevleri dahilinde karşılaştıkları tepkilere, yaşadıkları sıkıntılara dikkat çekildi. Bu örnek şahsiyetlerden birisi Hz. Nuh idi. Kavminin eşrafı, Hz. Nuh’u ‘Sen de bizim gibi bir insansın [137] diyerek reddederken, Hz. Nuh’a iman etmiş müminleri de ‘ayaktakımı [138] olarak aşağılayıp, onları da kendilerince uyarmışlardı: ‘Nuh sisin gibi bir insandır.
Allah eğer bir elçi gönderecek olsaydı o ancak melek olurdu. Biz atalarımızdan böyle bir şey duymadık O cinnete uğramış bir kişiden başka bir şey değildir. İsterseniz onu bir müddet gözleyin de, görün bakalım.[139] Buna karşılık Hz. Nûh sadece gerçeği ifade etmişti: ‘Ben size: ‘Allah’ın hazineleri benim yammdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum, sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum.[140] Benzer durumları Hz. Hûd da yaşamıştı. Kavminin eşrafı, halkı ‘o sisin gibi bir insan, başka bir şey değil; yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor [141] diyerek uyarıp, ilâhî bilgiyi reddetmelerini istemişlerdi. Bunu yaparken de kendilerince son derece haklı bir gerekçeye dayanmışlardı: Hz. Hûd’un insan oluşuna. Çünkü onlar da bir peygamberin ancak bir melek olabileceğini düşünüyorlardı: ‘Eğer Rabbimiz isteseydi, melekler gönderirdi [142] diyorlardı. Ancak daha da önemlisi, Hz. Hûd’un davetini kabul etmiş müminlere söyledikleriydi. Kavmin eşrafı, müminlere ‘Eğer siz, sizin gibi bir insana” peygamber olduğu inancıyla itaat etmeye devam ederseniz, sonunda hüsrana uğrarsınız [143] demişlerdi. Bu bir tehdit değil, bir uyarıydı. Bu uyarılarında da o müminleri düşündüklerinin, onları yanlış gidişattan koruma çabasının havası seziliyordu. Bununla demiş oluyorlardı ki, ‘Sizler bir insana peygamber olduğu gerekçesiyle inandınız ve peşinden gidiyorsunuz.
Ancak o asıl niyetini açıklamıyor; fakat aslında sizin başınıza kral olmak, sizi kendisine kul, köle yapmak istiyor. Eğer bu gidişatınızı değiştirmezseniz sonunda başınıza büyük bir bela almış olursunuz. Aklınızı başınıza alın ve iş işten geçmeden durumunuzu gözden geçirip, Hud’un yolundan ayrılın’. Fakat bütün bu hilelere, inkârlara, inatlara ve hatta kavminin ileri gelenlerinin ‘Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz [144] demelerine karşılık, Hz. Hûd’un sözleri sadece gerçeği ifade etmek olmuştu: Ebedi gerçeği açıklamıştı: ‘Ey kavmim! dedi, ‘Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği hir elçiyim. Size Rabbimin vahy ettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine mi şaştınız? Düşünün ki O sizi, Nüh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.[145]
Benzer tepkileri Hz. Salih ile Şuayb da yaşamıştı, ‘insan [146] oldukları için reddedilmişler; ‘büyülenmiş olmakla [147] suçlanmışlardı. Aynı şeyleri Hz. Musa ve Harun da yaşamıştı. [148] Ve bütün bu yaşananlara iftira ve iddialara, o peygamberlerin verdikleri cevap ‘(Evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar [149] olmuştu. Böyle demişler ve bu dedikleriyle de yetinmişlerdi; çünkü hem gerçekten bir insandılar ve hem de Allah onlardan insan olduklarını söylemelerini özellikle istemişti: ‘De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerîm. (Şu var ki) bana, İlahınızın, sadece bir îlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.[150]
Hz. Muhammed de, önceki peygamberler gibi bir insandı. Bir insan olarak doğmuş, bir insan olarak yaşamış ve bir insan olarak seçilip, insanlara Allah’ın vahyini bildiren elçi olarak görevlendirilmişti, insan olduğu için evlenmiş, üzülmüş, korkmuş, tehdit ve şiddete maruz kalmış, yalanlanmıştı. Bir insan olduğu için, kötü gidişatlarının açması sonunu bildiği insanlar iman etmiyorlar, sapkın durumlarını sürdürmekte inat ediyorlar diye ‘üzülmüş [151] onlar hakikati inkâr ettikleri için ‘ruhu daralmıştı. [152] Yüce Allah, O’nun bu hassasiyeti karşısında O’nu yatıştırmış, üzüntüsünü gidermişti: ‘Onlara aldırma. Davete uymamalarından dolayı sen kınanacak değilsin.[153] Bu aşamada önemli olan, Resulüllah’m ne yapacağıydı. Gerçi ne yapacağı önceki peygamberlerin söz ve eylemleri anlatılırken örnek verilerek dolaylı olarak bildirilmişti. Ama buna rağmen yapması gerekenler açıkça da bildirildi: ‘Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.[154] ‘Peygamberlerin üzerine düşen sorumluluk, açık seçik tebliğden başkası değildir.[155] ‘O peygamberler ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.[156]
Bir Yanlıştan Diğerine
Peygamberlik konusunda bir yığın şüphelere sahip olan ve şüphelerini diğer insanlara da bulaştırmaya çalışan müşrik liderler, Kur’an’ın cevap ve açıklamalarıyla, sonunda bir elçinin insan olması gerektiğini kabullendiler. Bu konuda bir itirazları kalmadı. Ancak bu sefer, bir yanlışlarını terk ederlerken, bir başka yanlışa saptılar. Bir türlü doğruya meyletmediler. Hep yanlışlardan birisini tercih edip, kötü gidişlerini daha da kötü kıldılar. Peygamberin insan olacağını kabul ederken saptıkları yeni yanlışları peygamberin kimliğiyle ilgili oldu. Hz. Muhammed’in, ‘en güvenilir kişi’ diye isimlendirdikleri hemşehrilerinin peygamber oluşunu kabul etmek istemediler. Bu inat ve inkârlarının nedeni ise Hz. Muhammed’in bir ahlâkî zaafını, eksikliğini, kusurunu görmeleri veya bilmeleri değildi. Hz. Peygamberin ahlâkının kusursuz oluşuyla ilgili en küçük kuşkulan yoktu. Ancak buna rağmen onlara göre Hz. Muhammed peygamber olmamalıydı: çünkü o yetimdi, öksüzdü daha da önemlisi zengin değildi, eşraftan değildi: ‘Kendilerine hak gelince: ‘Bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz’, dediler. (Ancak gerçeği kabul etmek zorunda kalınca da) ‘Bu Kur’an iki şehirden hir büyük adama indirilse olmaz mıydı?’ dediler.[157] Resulüllah ile karşılaştıkları zaman da ‘Allah’ın peygamber olarak gönderdiği kişi bu mu?’ diyerek hep alay ettiler.[158] Onlar bu düşünce ve iddialarıyla seçkinci kişiliklerinin gereğine göre davranıyorlardı. Kanaatlerine göre, madem ki peygamber insan olacaktı, o halde kendileri gibi zengin tabakasından birisi olmalıydı. Bunu ise ismen bile belirlediler. Kanaatlerine göre bu işe layık olanlar Mekke’den Velid b. Muğire veya Taif ten Urve b. Mes’ud idi. Ancak bu konuda da aralarında fikir birliği yoktu; diğer bazıları ise peygamberliğe layık kişinin Mekke’den Utbe b. Rabia, Taiften Hubeyb b. Amr veya Kinâne b. Abd’i Yâleyl olduğunu söylüyordu. Hatta içlerinden bazıları bu işi daha da ileri götürerek, kendisine de vahiy inmedikçe Hz. Muhammed’in peygamberliğini onaylamayacağını söyledi. Onların bu anlamsız konuşma ve iddialarına ise Allah yine ayetiyle şu cevabı verdi: ‘Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık.[159]
[106] Furkan sûresi, 25:7
[107] Zuhruf sûresi, 43:32
[108] Taka, 20:134
[109] Enbiya, 21:25
[110] Fatiha, 1:5
[111] Fatır, 35:24
[112] Isra, 17:105
[113] îb-rahim, 14:5
[114] Zümer, 39:18,19
[115] Sad, 38:86
[116] Hud, 11:29
[117] Kalem, 68:46
[118] Yasin, 36:21
[119] Furkan, 25:7
[120] Tevbe, 9:30
[121] Furkan, 25:7
[122] Enbiya, 21:3
[123] Furkan, 25:8
[124] Uicr, 15:6
[125] Furkan, 25:7
[126] Fus-silat, 41:14
[127] Yunus, 10:16
[128] En’am, 6:50
[129] Müminun, 23:44
[130] Müminun, 23:44
[131] Yunus, 10:49
[132] îsra,17:95
[133] En’am, 6:9
[134] Vurkan, 25:9
[135] Teğabun, 101:5
[136] Sad, 38:71,72
[137] Hûd, 11:27
[138] Hüd, 11:27
[139] Mü’minun, 23:24,25
[140] Hud, 11:31
[141] Mü’minun, 23:33
[142] Secde,32:14
[143] Müminim, 23:34
[144] Araf, 7:66
[145] Araf 7:67-69
[146] Şuara sûresi, 26:154
[147] Şuara sûresi, 26:153
[148] Müminim sûresi, 23:47
[149] ibrahim, 14:11
[150] Kehf 18:110
[151] Müzzemmü sûresi, 73:10
[152] Hûd sûresi, 11:12
[153] Zariyat, 51:54
[154] Ahkaf 46:35
[155] Nahl, 16:35
[156] Ahzab, 33:39
[157] Zuhruf, 43:31
[158] Furkan, 25:41
[159] Zuhruf, 43:32