MURATS44
Özel Üye
X. yüzyıldan sonra Altay dağları bölgelerinde, artık büyük Türk devletleri kurulmaz olmuştu. Ama bu bölgelerdeki halk, bir Türk olarak binlerce yıl yaşamış, gelişmiş ve nihayet, soylu Türkler batıya gittikten sonra da dağlar ve vadiler arasında kaybolup, kalmış kimseler idiler. Bu sebeple eski Türk mitolojisinin, en ilksel izlerini, Altay dağları bölgesinde bulmak mümkündür. Fakat zamanla, onlara da dışarıdan birçok tesirler gelmiş ve yeni, yeni efsaneler meydana çıkmıştı. Biz Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken, bu tarihi gelişimi, hiçbir zaman gözden uzak tutmadık. Etnoğraflar, tarih ve tarih olaylarını bilmedikleri için, Altay dağlarındaki Türklerin efsanelerini sanki birden bire ortaya çıkmış gibi görürler. Bazıları da bunları, binlerce yıldan beri hiç değişmeden zamanımıza kadar gelmiş, eserler olarak kabul ederler. Biz ise, “Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken bütün çabamızı, eski Türklerden kalan motifler ile, bu bölgelere sonradan girmiş yabancı tesirleri, birbirinden ayırmağa verdik”.
DÜNYAYI KAPLAYAN İLK “OKYANUS”
Altay dağlarında söylenen yaratılış ve türeyiş destanları, değil yalnız Türklerin; bütün Ortaasya ile Sibirya’nın bile, en gelişmiş ve üzerinde ilgi ile durulan mitoloji verileridir. En eski Türklerin ne düşündüklerini bilmiyoruz. Fakat sonradan, Ortaasya’dan toplanan bütün yaratılış destanlarına göre, yeryüzü başlangıçta, büyük bir okyanus ile kaplı idi. Bir Altay efsanesi, bunun için şöyle diyordu:
Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı,
Ne gök, ne ay, ne güneş, ne de bir dünya vardı.
Tanrı uçar dururdu, insan oğluysa tekti,
O’da uçar, uçardı, sanki Tanrıyla eşti.
Uçar, hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı,
Tanrı idiler çünkü, ondan yorulmazlardı.
Yoktu Tanrının hiçbir, başında düşüncesi,
İnsan oğlunun ise, durmadı hiç hilesi.
Altay Türklerinin bu efsanede adı geçen Tanrıları “Bay-Ülgen” , yaratıcı bir Tanrı idi. Kendisi yerle gök arasında, yüce Tanrının bir elçisi olarak bulunuyordu. Bu sebeple dünyayı yaratmadan önce, Büyük Tanrının kutsal bir ilhamı, “Bay-Ülgen” in bütün varlığını sarmıştı. Çünkü o, dünyayı yaratmak için, Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilmişti. Bu durumu, başka bir Altay yaratılış efsanesi, daha güzel anlatıyordu:
Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,
Uçsuz bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer.
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor, arıyordu, bir katı yer, bir bucak.
Kutsal bir ilham ile nasılsa gönlü doldu,
Kayıptan gelen bir ses, ona bir çare buldu.
Bu iki efsane, birbirlerini tamamlıyorlardı. Bu sırada dünya, büyük bir okyanusla kaplı idi. Öyle anlaşılıyor ki bu okyanusun üzeri de, ruhlar âlemi ile doluydu. Tıpkı tasavvuftaki “Vücûd-u mutlak” gibi. Altay efsanesindeki bu hali, bir Bektaşi şairi şu nefesinde, ne kadar güzel anlatmıştır:
“Ârif sundu, aldı Cihânı biçti,
“Cebrail çok vakit deryada uçtu,
“Hak bir avuç toprak deryaya saçtı,
“Derya süzülüp de, yer olmadı mı?”
Bu Bektaşi nefeslerinin çoğu, konularını peygamberlerin tarihlerinden almışlardır. Bununla beraber, İslâmiyetle uyuşmayan pekçok Bektaşi şiirlerine de, rastlamıyor değiliz. Tasavvuf edebiyatında “Vahdet”, bir okyanusa benzetilmişti. Seyyit Nesimi ise, bu vahdet okyanusuna, “Mûhit” adını veriyordu. Zaten muhit de tasavvuf da, okyanus anlamına geliyordu. Seyyit Nesimi’ye göre önceleri bu okyanus çok durgun ve sakin idi. Fakat yaratılış, yani “tecelli” sırasında okyanus coşmuş, kendi deyimi ile, “cûşâ ve hurûşa” gelmişti. Varlık âleminin meydana gelişi de, yine bu coşkunluk ve dalgalanma sırasında oluyordu.
İNSAN “BALÇIK”TAN YARATILMIŞTI
Eski Altay efsanelerinde, büyük bir okyanusun ve suyun esas olmasına rağmen, onlara göre insanoğlu, sudan yaratılmamıştı: “İnsanoğlu aslı yine topraktı”. Altay efsanelerinde bu olay, şöyle anlatılıyordu:
Yine günlerden birgün, Tanrı Ülgen denize,
Bakarak duruyordu, şaşırdı birdenbire.
Bir toprak parçacığı, sularda yüzüyordu,
Toprağın üzerinde, bir kil görünüyordu
Toprak üzerinde, bir kil görünüyordu.
İnsaoğlu bu olsun, insana olsun baba”.
Görünmeye başladı, insan gibi bir şekil,
Birden insan olmuştu, toprak üstündeki kil.
“İnsanoğlu bu olsun, insana olsun baba”.
Bu iki insanın ise, adı olmuştu Erlik.
Bu Altay yaratılış efsanesinde de açık olarak görülüyor ki insanoğlunun aslı, su değil; toprak idi. Bununla beraber tasavvuf edebiyatında, kendilerini sudan getiren şairler de yok değildi. Özellikle İslâmiyetin henüz daha çok iyi anlaşılmadığı çağlarda Bektaşi şairleri, kendilerinin sudan geldiklerini ileri sürüyorlardı.
“Kim bilür bizi, nice soydanız,
“Ne zerrece oddan, ne de sudanuz,
“Bize meftun olan marifet söyler,
“Biz Horasan ellerinde, baydanuz!
“Bizim zahmumuza merhem bulunmaz!
“Biz kudret okından, gizlü yaydanuz!..”
En eski Bektaşi şairlerinden birisi sayılan Abdal Musa’nın söylediği bu nefesi, Altay yaratılış destanları ile bir ilgisi vardır diye, buraya almadık. Böyle bir iddiada bulunmak, elbette ki büyük bir ihtiyatsızlık olur. Ama ne yapalım ki, her iki inanışın temellerinde yatan düşünce düzenleri arasında, büyük benzerlikler bulunuyordu. İran mitolojisinde de ilk insan, “kil” dediğimiz yapışkan topraktan yapılmıştı. Onun için İran’lılar ilk insana “Kil Şah” adını veriyorlardı. Türkler ise daha çok, “balçık” üzerinde durmuşlardı. Bektaşi şairi Dehlûl Danâ şöyle diyordu:
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın!
“Yapıp da neylersin, bundan sana ne?
“Halkettin insanı, saldın Cihana!
“Salıp da neylersin, bundan sana ne?..”
Şüphesiz ki, Bektaşi şairinin söylediği bu şiirde, İran mitolojisinin de tesirleri vardı. Artık Şah İsmail devrinde, balçıktan çok, toprağa önem veriliyor ve topraktan geldiğimiz söyleniyordu:
“Hataî ümidüm kesmezem Hak’tan,
“Bizi var eyledi, o demde yoktan,
“Balçığımız yuğurmuştu topraktan,
“Türâbiyem, yerden bittüm ezelden!..”
Öyle anlaşılıyor ki, “toprak ve balçıktan türeme” inancı, Türkler arasında çok yayılmıştı. Mısırdaki Türklerin yazdıkları eski Türk efsanelerinde de, bu anlayış ve düşünce, zaman zaman kendi kendini gösteriyordu. Mısırdaki Türkler, İran ve eski Samî mitolojilerinden de bir çok şeyler almışlar ve kendilerine göre, yeni bir efsane yaratmışlardı:
Yılları sayılmaz, çok çok eski bir çağmış,
Gökler delinmiş gibi pekçok yağmur yağmış.
Dünya sele boğulmuş, bu şiddetli yağmurla.
Yeryüzü hep kaplanmış, sürüklenen çamurla.
Sellerin önündeki, çamurlar bir yol bulmuş,
Kara-Dağcı dağında, bir mağaraya dolmuş.
Mağaranın içinde, kayalar yarılmışmış,
Yarıkların bazısı, insanı andırırmış.
Kayaların yarığı, insan kalıbı olmuş,
Kalıpların içine, killer, çamurlar dolmuş.
Aradan zaman geçmiş, yıllar asırlar dolmuş,
Bu yarıklarda toprak, sular ile hâlolmuş.
Bütün bu efsanelerin tam metinleri, “Türk mitolojisi” adlı büyük eserimizde toplanmıştır. Bu eserde, metinler en orijinal kaynaklardan tercüme edildikten sonra birer birer açıklanmış ve bir aydınlığa kavuşturulmak istenmiştir. Biz burada yalnızca kısa örnekler ile, okuyucularımıza bir fikir vermek istiyoruz.
İran ve Sami mitolojilerindeki, “Dört unsur” nazariyesi de Türkler arasına girmiş ve benimsenmişti. Ama zamanla İrandaki eski dört unsur nazariyesi, Türkler arasında orijinal şeklini kaybetmiş ve âdeta Türkleşmişti. Karahanlılar çağında yazılan ünlü “Kutadgu-Bilig” adlı eserde bu dört unsur şöyle sayılıyordu:
“Üçü ateş, üçü su, üçü oldu yel,
“Üçü oldu toprak, dünya oldu il”.
Türklerde dört unsur, üçerden 12 bölüm meydana getiriyordu. Bu 12 bölüm de, “bir takvim ve zaman birimi ” ‘nden başka bir şey değildi.