ANKEBÛT SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ
ANKEBÛT Sûresi hakında
Ankebut Suresi (Arapça: سورة العنکبوت), "Ankebut" örümcek anlamına gelmektedir. Bu surenin 41. ayetinde inkarcıların işleri örümcek ağına benzetildiği için, sure bu ismi almıştır. Sure 69 ayettir. Mekke'de ve Rum Suresi'nden sonra inmiştir. Mushaf’ta 29 ve iniş sırasına göre ise, 85. suredir.
Ankebut Suresi
Örümcek ağı surede temsili olarak verildiği (41. Ayet) için bu adla anılmıştır. Kur’an’da iki defa bu surede olmak üzere, "Ankebut" kelimesi iki kez geçmiştir. Bu sure Mukatta harflerle (elif-lam-mim) başlayan on beşinci suredir. Mushaf sırasına göre yirmi dokuz ve iniş sırasına göre ise, seksen beşinci suredir.
Sure Mekke’de nazil olmuş ve ayet sayısı ittifakla 69’dur. Sure, 983 kelime ve 4.321 harften oluşmaktadır. Hacim açısından mesani ve orta boyutlu surelerdendir. Bir hizipten (bir cüzün dörtte biri) birazcık büyüktür.
Konuları
Sure, kafirlerin ve inkarcıların akıbetini ele almakta ve kendilerine Allah’tan başka dost edinenlerin durumunu örümcek ağına benzetmektedir. Ancak Allah’tan başkasını dost edinenler, en çürük evin örümcek ağıyla örülmüş evler olduğunu bilmemektedirler.
Bu sure "Allah'ın birliği", "peygamberlik", "öldükten sonra dirilme" ve "hesap" gibi temel inanç konularını işlemektedir. Dolayısıyla bu surenin ağırlık noktasını iman, imtihan ve sabır konuları oluşturmaktadır. Ayrıca Hz. Nuh, Lut, Şuayb, Salih ve Hud'un (a.s) kıssalarını, Karun, Haman ve Firavun'un akıbetini ve son olarak da Allah'ın iyilerle beraber olduğunu ve hak yolunda mücadele edenlerin Allah'ın özel yollarına hidayet olacaklarını müjdelemektedir.
Meşhur Ayetler
- Ankebut Suresi 41. ayet-i kerime
Ağ kuran örümceğe benzerler ve evlerin en çürüğü (Ankebut Suresi / 41)
Surenin en meşhur ayetlerinden birisi de 41. ayet-i kerimedir. Surenin ismi de zaten bu ayet-i kerimede geçen ‘‘Örümcek’’ kelimesinden alınmıştır. Yüce Allah bu ayet-i kerimede, Rabbu’l-Aleminden başkasına bel bağlayan putperestleri örümceğe benzetiyor. Zira örümceğin bel bağladığı şey dayanıksız ve gevşek torlarıdır.
- Ankebut Suresi 57. Ayet-i kerime
Herkes tadacak ölümü, sonra da dönüp kapımıza geleceksiniz. (Ankebut Suresi / 57)
Allah-u Teâlâ bu ayet-i kerimede açık ve net olarak, tüm canlı varlıkların ölümü tadacağını ve herkesin dönüşünün Allah'a doğru olacağını vaat ediyor.
Fazilet ve Özellikleri
Ankebut Suresi'nin fazileti hakkında Allah Resulü’nden (s.a.a) şöyle bir hadis-i şerif nakledilmiştir: Her kim Ankebut Suresi'ni okursa, ona tüm müminlerin ve tüm münafıkların sayısınca 10 hasane ve iyilik verilir. [4] Sevabu’l-Amal kitabında İmam Sadık’tan (a.s) şöyle bir rivayet nakledilmiştir: Her kim Ankebut ve Rum surelerini Ramazan ayının 23. Gecesi okursa, Allah’a yemin olsun ki cennet ehlinden oluverir. Hiç kimseyi bu konu da istisna etmiyorum; bu kat'i ve kesin yeminimden dolayı, Allah'ın bana günah yazmasından da korkmuyorum. Hiç kuşkusuz bu iki sure Allah katında çok büyük bir değere sahiptir.
El-Burhan tefsirinde, İmam Sadık’tan (a.s) şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Eğer bu sureyi bir kağıda yazarlar ve sonra onu yıkar ve ondan elde edilen suyu içerlerse, ateş, cinsel soğukluk ve ağrılar onlardan bertaraf olur. Hiçbir çaresi olmayan ölümden başka hiçbir ağrı için kederlenmez ve yaşantılarında çok büyük bir mutluluğa ulaşıverirler". Yine aynı şekilde İmam Sadık’tan (a.s) şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Uyumadan önce bu sureyi okuyan herkes çok rahat ve huzurlu bir şekilde uyur".
Tarihi Rivayetler ve Öyküler
- Hz. Nuh’un (a.s) öyküsü: Hz. Nuh’un (a.s) kavmi arasında 950 yıl tebliğ etmesi, Nuh Tufanı, Hz. Nuh (a.s) ve destekçilerinin kurtuluşu, 14 ve 15. ayet-i kerimeler.
- Hz. İbrahim’in (a.s) Tevhid’e davet ederek putperestliği nefyetmesi, kavminin Hz. İbrahim’i (a.s) yakmaya çalışması, Hz. İbrahim’in (a.s) ateşten kurtulması, Hz. İbrahim’in (a.s) kıyamet günü hakkında uyarısı, Hz. Lut’un (a.s) imanı, Hz. İshak (a.s) ve Hz. Yakub’un (a.s) Hz. İbrahim'e (a.s) verilmesi ve Nübüvvetin ve peygamberliğin onun soyundan devam etmesi, 16-28. ayet-i kerimeler.
- Hz. Lut’un (a.s) öyküsü: Hz. Lut’un (a.s) Hz. İbrahim'e (a.s) iman etmesi, Hz. Lut’un (a.s) kavminin yapmış olduğu işin ne kadar kötü ve çirkin olduğu noktasında uyarı, Lut kavminin cevabı, Hz. Lut’un (a.s) kavmine beddua etmesi, meleklerin Hz. İbrahim'e (a.s) nazil olması ve Lut kavminin azaba duçar olacağını haber vermesi, Hz. İbrahim’in (a.s) Hz. Lut’un (a.s) zarar görmesinden korkması ve Hz. Lut (a.s) ve ailesinin melekler tarafından kurtuluşla müjdelenmesi, Hz. Lut’un (a.s) eşinin istisna edilmesi, meleklerin Hz. Lut’un (a.s) yanına gelmesi, kavminin azaba duçar olacağı haberi, 26-35. ayet-i kerimeler.
- Hz. Şuayb’ın (a.s) risaleti ve kavmini davet etmesi, kavmi tarafından yalanlanması, kavminin azaba duçar olması, 36 ve 37. ayet-i kerimeler.
- Ad ve Semud kavimlerinin azaba duçar olması, 38. ayet-i kerime.
- Hz. Musa (a.s) döneminde Firavun, Karun ve Haman’ın kibirlenmesi ve büyüklük taslaması, 39. ayet-i kerime.
- Günahkar kavimlerin çeşitli azaplara duçar olmaları, 40. ayet-i kerime.
ANKEBÛT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Elif. Lâm. Mîm.
2. İnsanlar, hiç imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
İmanı “dille ikrâr, kalple tasdîk ve azalarla amel” diye tarif edersek, dille “iman ettim” sözü, sadece kalpte yerleşen imanın varlığını haber veren ve kişinin mü’min olduğunu beyân eden bir ifadeden öteye geçmez. Demek ki iman, sırf dille söylenen bir sözden ibâret değil, kişiye bir takım sorumluluklar yükleyen; ateşin yakması, suyun ıslatması, elektriğin çarpması gibi ciddi bir takım tezâhürleri olan bir hakîkattir. Kendine has mesuliyetleri ve ağırlıkları bulunan, sabretmeyi ve katlanmayı gerektiren bir emanettir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak insanları “inandık” sözleriyle kendi hallerine bırakmayacak, o imanın gerçek olup olmadığını ortaya çıkarmak için insanları bir takım musibet ve belalarla imtihan edecektir. Aslında الفتنة (fitne) kelimesi, lügatte, “altının ateşte eritilerek saflaştırılması” mânasına gelir. Buna göre ateşin altını eriterek, karışımında bulunan diğer değersiz madenleri ayrıştırıp onu saf altın haline getirmesi gibi, gelen musibetler de kalpleri temizleyecek, ruhları arındırıp imanı kemâle erdirecektir. Çünkü belâ, musîbet ve mihnetler:
Nefisleri tembellik ve uyuşukluktan kurtarıp, en güzel şekilde amel etmeye yönlendirir.
Kalpleri, tevhidi gösteren delilleri kavramak suretiyle doğru düşünce ve gerçek ilme ulaştırır.
Ruhları mâsivâ muhabbetinden arındırarak, sebeplere takılmaktan kurtarır; gönlü yaratıklar yerine Yaratan’a bağlar.
Sırları temizleyerek Hakk’ın tecellilerini görecek hâle getirir.
Bu âyet-i kerîme indiği sıralarda Mekke’de hüküm süren şartlar çok ağırdı. İslâm’ı kabul eden herkes zulüm, hakaret ve işkence hedefi oluyordu. Eğer İslâm’ı kabul eden kimse fakir veya köle ise dövülüyor ve dayanılmaz işkencelere maruz bırakılıyor; eğer ticâret erbâbı ise ekonomik kısıtlamalara hedef oluyor ve neredeyse aç kalıyordu. Bu durum Mekke'de bir korku ve tedirginlik havası estiriyordu. Bu sebeple kalpleriyle peygamberin gerçek olduğunu kabul eden birçok kişi açıktan ona iman etmeye korkuyorlardı. İman eden bazıları da sonraları cesaretlerini yitiriyor ve çok ağır işkencelerle karşılaştıklarında kâfirlere boyun eğip taviz veriyorlardı.
İşkenceye mâruz kalan sahâbe-i kirâmdan biri olan Habbâb b. Eret’in şu rivayeti işin gerçek yüzünü tam olarak ortaya koymaktadır:
Bir gün Allah Resûlü, Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız için Allah’tan yardım dilemesini taleb ettik. O da bize şöyle buyurdu:
“Sizden önceki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden dönmeyen mü’minler olmuştur. Allah’a yemin olsun ki, O, bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır. O derecede ki, bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, San’a’dan Hadramut’a kadar emniyet içinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 29; Ebû Dâvûd, Cihâd 97/2649)
Bu mânada mü’minleri ikaz eden, imanın bedelini ödeyip cennete girebilmek için bir kısım zorluklara katlanmanın gerekli olduğunu bildiren bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yoksa ey mü’minler! Sizden önceki mü’minlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle kımıldatmayan sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber ve yanındaki mü’minler: «Allah’ın yardımı ne zaman?» diyecek hale geldiler. Şunu bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara 2/214)
Müslümanların çok zorluk çektikleri ve âdeta top yekün bir yok oluşla yüz yüze kaldıkları Uhud savaşı sonrası inen şu âyet de dikkat çekicidir:
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân 3/142)
Allah Teâlâ’nın mü’minleri imtihana tâbi tutması ümmet-i Muhammed’e özgü bir durum değildir:
3. Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak, yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.
Önceki peygamberler ve ümmetler de çeşitli sıkıntı ve zorluklarla karşılaşmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan peygamber kıssalarında bunun pek çok misali vardır. Hz. İbrâhim’in ateşe atılması, Ashâb-ı Uhdûd’un hendeklere atılarak yakılması, Habîb-i Neccâr’ın taşlanarak öldürülmesi, Mûsâ (a.s.) karşısında ilâhî hakîkatle buluşan sihirbazların Firavun tarafından kol ve bacaklarının çaprazlama kesilerek hurma dallarına asılması bunun sadece birkaç misalidir. İşte böyle imtihanlarla imanında sadık olanlarla yalancı olanlar birbirinden ayrılmaktadır. Bir grup var ki bunlar belâ ve darlık hâlinde sabreder, nimet ve bolluk hâlinde şükrederler. Bunlar sâdıklardır. Bir grup var ki, belâ hâlinde sabretmez, nimet halinde şükretmezler. Bunlar yalancılardır. Bir grup da var ki nimet ve bolluk hâlinde îsârda bulunur, o nimetlerden kendileri çok az istifade eder, belâdan da çekinmezler. Hatta darlığın ve şiddetin verdiği acıdan ayrı bir haz duyarlar. Bunlar rütbesi en yüksek olanlardır.
Cenâb-ı Hak, bir taraftan mü’minleri musibetlere ve eziyetlere sabra teşvik ederken, diğer taraftan da başta küfür ve isyan olmak üzere kötülük işleyenleri, özellikle mü’minlere eziyet edenleri ikaz buyurur. Çünkü mü’minin imanını denemek, doğrularla yalancıları birbirinden ayırmak maksadıyla yapılan imtihan nasıl bir “sünnetullâh”[1] ise, mü’minleri dinlerinden döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapanları suçüstü yakalayıp cezalandırmak da bir “sünnetullâh”tır. Bu ilâhî kanun, hiçbir şekilde değiştirilemez, yürürlükten kaldırılamaz ve herhangi bir zaman, zemin veya toplumla sınırlandırılamaz. Buna göre küfür ve dinsizlik yolunu tutanlar; bir dünya menfaati, şehvet ve hırs sebebiyle mü’minlere düşmanlık, zulüm ve eziyet eden kimseler, Allah Teâlâ’nın ilmi ve murakabesi altında olduklarından, O’nun cezalandırmasından kurtulmaları mümkün değildir. Eğer böyle bir hükme varmışlarsa, bu pek kötü ve çok yanlış bir hükümdür. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)
Şimdi de Allah’a kavuşmayı umanlara güven aşılamayı ve kalplerini her türlü şüpheden uzak bir şekilde sıkı sıkıya Allah’a bağlamayı hedefleyen şu âyetler gelmektedir:
Sünetullah: Allah Teâlâ’nın işlerini yaparken takip ettiği yol, uyguladığı kanun, adet.
4. Yoksa günahları pervasızca işleyenler, elimizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar? Ne de fenâ hükmediyorlar!
Önceki peygamberler ve ümmetler de çeşitli sıkıntı ve zorluklarla karşılaşmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan peygamber kıssalarında bunun pek çok misali vardır. Hz. İbrâhim’in ateşe atılması, Ashâb-ı Uhdûd’un hendeklere atılarak yakılması, Habîb-i Neccâr’ın taşlanarak öldürülmesi, Mûsâ (a.s.) karşısında ilâhî hakîkatle buluşan sihirbazların Firavun tarafından kol ve bacaklarının çaprazlama kesilerek hurma dallarına asılması bunun sadece birkaç misalidir. İşte böyle imtihanlarla imanında sadık olanlarla yalancı olanlar birbirinden ayrılmaktadır. Bir grup var ki bunlar belâ ve darlık hâlinde sabreder, nimet ve bolluk hâlinde şükrederler. Bunlar sâdıklardır. Bir grup var ki, belâ hâlinde sabretmez, nimet halinde şükretmezler. Bunlar yalancılardır. Bir grup da var ki nimet ve bolluk hâlinde îsârda bulunur, o nimetlerden kendileri çok az istifade eder, belâdan da çekinmezler. Hatta darlığın ve şiddetin verdiği acıdan ayrı bir haz duyarlar. Bunlar rütbesi en yüksek olanlardır.
Cenâb-ı Hak, bir taraftan mü’minleri musibetlere ve eziyetlere sabra teşvik ederken, diğer taraftan da başta küfür ve isyan olmak üzere kötülük işleyenleri, özellikle mü’minlere eziyet edenleri ikaz buyurur. Çünkü mü’minin imanını denemek, doğrularla yalancıları birbirinden ayırmak maksadıyla yapılan imtihan nasıl bir “sünnetullâh” ise, mü’minleri dinlerinden döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapanları suçüstü yakalayıp cezalandırmak da bir “sünnetullâh”tır. Bu ilâhî kanun, hiçbir şekilde değiştirilemez, yürürlükten kaldırılamaz ve herhangi bir zaman, zemin veya toplumla sınırlandırılamaz. Buna göre küfür ve dinsizlik yolunu tutanlar; bir dünya menfaati, şehvet ve hırs sebebiyle mü’minlere düşmanlık, zulüm ve eziyet eden kimseler, Allah Teâlâ’nın ilmi ve murakabesi altında olduklarından, O’nun cezalandırmasından kurtulmaları mümkün değildir. Eğer böyle bir hükme varmışlarsa, bu pek kötü ve çok yanlış bir hükümdür. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)
Şimdi de Allah’a kavuşmayı umanlara güven aşılamayı ve kalplerini her türlü şüpheden uzak bir şekilde sıkı sıkıya Allah’a bağlamayı hedefleyen şu âyetler gelmektedir:
Sünetullah: Allah Teâlâ’nın işlerini yaparken takip ettiği yol, uyguladığı kanun, adet.
5. Kim Allah’a kavuşmayı umuyor ve bu beklentiyle yaşıyorsa güzel işler yapmaya devam etsin. Çünkü Allah’ın belirlediği ecel mutlaka gelecektir. O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.
6. Kim cihâd ederse, ancak kendi iyiliği için cihâd etmiş olur. Çünkü Allah, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir.
“Allah’a kavuşacağını umanlar”, âhirete iman edenlerdir. Mahşer günü Allah’ın huzuruna çıkıp hayatının hesabını O’na vereceğine inanan, bunun korku ve ümidini kalbinde taşıyanlardır. Bunlar için ölüm de yakın, mahşer de yakındır. Çünkü Allah’ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir. Dünya hayatı, yaz yağmuru ve bahar bulutu gibi geçen birkaç günlük bir fasıldır. Bu sebeple onlar, âhiret saadetlerini sağlayacak ve artıracak hangi amel varsa hepsini aşk ve iştiyakla yaparlar. Tâyin edilen o vakit gelinceye kadar sabredip, o ilâhî vuslata liyâkat kesbetmek için karşılaştıkları imtihanları başarıyla geçmek ve güzellikleri kazanmak için çalışır çabalarlar. Onların tüm çabaları, Allah yolunda gösterdikleri tüm gayretleri; İslâm’ı öğrenip öğretmek ve yaşayıp yaşatmak hususundaki bütün cihadları kendi menfaatlerinedir. O halde daha çok gayret göstermeli, sıkıntılara daha fazla sabretmelidirler. Çünkü Allah Teâlâ’nın kimsenin ne iyiliğine ne ibâdetine ne de cihadına ihtiyacı vardır. O’nun hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O çok zengindir. Her şeyin hazinesi O’nun yanındadır.
Buraya kadarki âyetlerde bahsi geçen hususlarda ihmali ve kusuru olup bunları telafi etme niyetinde olanlara bir çıkış yolu göstermek ve gönüllere bir ümit ışığı aşılamak üzere buyruluyor ki:
7. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, biz onların günahlarını örteceğiz ve onları yaptıkları işlerin en güzelini dikkate alarak mükâfatlandıracağız.
İnsan, hayatının belli bir döneminde gaflet eseri olarak hata yapmış, günah işlemiş olabilir. Bu, her şeyin sonu anlamına gelmez. Onun her an hatasından dönüp sâlih insan olma imkânı vardır. Bunun da yolu imanını tazeleyip günahlardan vazgeçerek vaktini sâlih ameller; hayırlı ve faydalı işlerle doldurmaktır. Böyle yaptığı takdirde Allah Teâlâ ona iki şey va‘detmektedir:
Önceki yaptığı günahları ve kötülükleri silinecektir.
Onları, işledikleri amellerin en güzellerini esas alarak mükâfatlandıracaktır. Yahut yaptıklarına karşılık ona hak ettiğinden daha güzel bir mükâfatla karşılık verecektir.
Bu mükâfatlandırma hem uhrevî hem dünyevî olabilir. Çünkü âyetteki “sâlih ameller” ifadesi, kulun Rabbi ile kendisi arasındaki ibâdetlerle birlikte her türlü hayırlı, verimli gayretleri; gerek ferdin gerekse toplumun maddî ve manevî gelişmesine, kalkınmasına katkıda bulunan faydalı işleri ve buna mâni olacak menfî hareketlerin engellemesini de içine alır. Bunların âhiretteki mükâfatlarının kat kat olacağında şüphe yoktur. Dünyevî olarak da Allah, onları eskiden yaptıkları kötü işlerin zararlı neticelerinden halâs eyler. Bundan böyle yapacakları hayırlı ve güzel işlerin neticelerinin daha da güzel olmasını sağlar. Onların hem ferdî hem de içtimâî planda gelişmelerini, güçlenmelerini, mutlu ve huzurlu olmalarını temin eder. Bunu sağlamanın önemli şartlarından biri ise, ana-babanın haklarını yerine getirmek ve onlara en güzel şekilde davranmaktır:
8. Biz insana ana-babasına iyi davranmasını emrettik. Fakat, eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşmaya zorlayacak olurlarsa, onlara sakın itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yapmakta olduğunuz şeyleri size bir bir haber vereceğim.
9. İman edip sâlih ameller işleyenleri mutlaka sâlihler zümresi içine katıp cennete koyacağız.
Ana babaya iyilik, Rabbimizin önde gelen emirlerinden biridir. Hatta İsrâ sûresinde yalnız kendine kulluk edilmesini emirden hemen sonra ana babaya iyiliği saymıştır. (İsrâ 17/23) Fakat onlara iyilik başka, doğru veya yanlış olduğuna bakılmaksızın her emirlerine itaat etmek başkadır. Burada, evlâdına Allah’a şirk koşmayı emreden ana babaya itaat edilmemesi istenmektedir. “Allah’a isyan sayılan hiçbir hususta itaatten söz edilemez. İtaat ancak doğru olan hususlardadır” (Müslim, İmâre 39) hadis-i şerifinden hareketle, sadece en büyük günah olan şirk konusunda değil, Allah’ın rızâsına aykırı hiçbir emre itaat edilmez.
Rivayete göre bu âyet-i kerîme Sa‘d ibn Ebî Vakkâs hakkında nâzil olmuştur. Sa‘d hâdiseyi şöyle anlatıyor:
“Annem Ümmü Sa‘d:
«- Allah, ana-babaya itaati emretmiyor mu? Madem öyle sen girmiş olduğun Muhammed’in dinini inkâr edip eski dinine dönmedikçe yemek yemeyeceğim, bir şey içmeyeceğim, tâ ki öleyim de sana anasının kâtili desinler» dedi. Yemekten içmekten kesildi. Sonunda ağzını zorla sopayla açıp ağzına bir şeyler akıtmaya başladılar. Hz. Sa‘d bu duruma çok üzülmüştü. Gelip olanları Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlattı. Bunun üzerine bu ayet nâzil oldu. (Tirmizî, Tefsir 29/1; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 352)
Mekke’nin ilk dönemlerinde İslâm’ı kabul eden diğer gençler de herhalde buna benzer durumlarla karşı karşıya kalıyorlardı. Bu sebeple aynı husus Lokmân Suresi 15. ayette de daha sert bir şekilde yer almaktadır.
Müslüman gençlerin ve evlatların her zaman bu tür baskılarla karşılaşmaları mümkündür. Çocuklarının dindarlığından rahatsız olan ve onlar üzerinde baskı kurmaya çalışan aileler her dönemde var olagelmiştir. Rabbimiz bu hususta bize yol göstertmekte ve bu imtihanı dengeli bir şekilde nasıl geçebileceğimizi öğretmektedir.
Hâsılı insan inanıp sâlih ameller işlemeye devam ettikçe salâhı artacak, Allah’ın sâlih kullarının hâliyle hallenecek ve onlarla birlikte cennette girecektir. Sâlih kullar, peygamberler ve Allah dostlarıdır. Allah’ın sevip râzı olduğu ve hususi in’âmlarda bulunduğu kimselerdir. Onların arasına katılabilmek en büyük bahtiyarlıktır. Peygamberler bile, ümmetlerine örnek olması açısından “sâlihlerle beraber olabilmek için” Allah’a dua etmişlerdir. (bk. Yûsuf 12/101; Neml 27/19) Bu hedefe erişebilmek için burada “iman ve sâlih amel” şartı getirilmektedir. Şu âyet-i kerîmede ise aynı şartın değişik bir ifadesi olan “Allah ve Rasûlü’ne itaat” şart koşulmaktadır:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4/69)
Şunu belirtmek lazımdır ki, imanın kişiye fayda verebilmesi ve onu ateşten koruyabilmesi için kalpte kökleşmesi ve sarsılmayacak bir şekilde kuvvetlenmesi lâzımdır. Değilse:
10. İnsanlardan bir kısmı, “Allah’a inandık” derler. Fakat Allah yolunda bir eziyete maruz kaldıklarında insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabıyla bir tutarlar. Rabbinden sana bir zafer geldiğinde ise: “Doğrusu biz de sizinle beraberdik” derler. Yoksa Allah, insanların göğüslerinin derinliklerinde nelerin yattığını çok daha iyi bilmekte değil midir?
11. Hiç şüphesiz Allah, iman edenleri de ortaya çıkaracak, münafıkları da ortaya çıkaracaktır.
İstenilen şekilde kalpte kökleşmeyen iman, fırtına önünde sönmeye mahkum mum ışığı gibi, bir kısım eziyetler karşısında sallanmaya başlar. İşte bu âyetlerde böyle zayıf imana sahip kişilerin, rahat ve sıkıntılı ortamlarda sergiledikleri ruh halleri gözler önüne serilir. Bu yapıdaki insanlar tehlikesiz ortamlarda yükünün hafif olacağını, kolay taşınacağını, dille söylemekten başka bir mesuliyet gerektirmediğini zannederek iman sözünü açıkça söylerler. Fakat Allah yolunda işkenceye uğratılıp, ikrar ettikleri iman sözünden dolayı baskı görünce insanların işkencesini Allah’ın azabı ile bir tutarlar. Paniğe kapılır, kalplerindeki değerler sıralaması altüst olur ve gönüllerindeki akîde sarsılır. Allah’ın azabı da dâhil, bu gördüklerinden daha ağır bir azabın, daha tesirli bir eziyetin olamayacağını düşünür ve ondan kurtulmak için küfrü tercih ederler. Fakat tehlike geçip kendilerini güvende hissedince rahat konuşmaya; savaştan ödleri patlayan bu korkaklar bu durumda böbürlenerek kahramanlık taslamaya; baskılar karşısında bozguna uğramış zayıf karakterli bu kimseler birden aslan kesilip: “Biz sizinle beraberiz” demeye başlarlar. Halbuki Allah bu karakterdeki insanların göğüslerinde bulunan iman veya imansızlığı, sabır ya da paniği çok iyi bilmektedir. Bunların kimseyi aldatma imkânları ve kimsenin gözünü boyama ihtimalleri yoktur. Zira Allah, kimlerin iman ettiklerini iyi bildiği gibi, kimlerin münafık olduklarını da iyi bilmektedir.
Gerçek imana sahip müslümanlar ise, yapılan eziyet ve işkencelerin insanın dayanma gücünü aştığı anlarda bile geçici dünya ile sonsuz âlemi birbirine karıştırmazlar. Hiçbir baskı onları Allah’a imandan geri çeviremez. Bunun en güzel misalini, Hz. Mûsâ karşısında müsabakaya çıkan sihirbazların, iman nuru gönüllerini aydınlatınca, Firavun’un tehditlerine meydan okumalarında görmekteyiz. Kendilerini öldürmek, kol ve bacaklarını çapraz keserek hurma dallarına asmak ile tehdit eden Firavun’a şöyle demişlerdi:
“İmkânı yok, bize gelen apaçık mûcizeleri ve bizi yaratanı bırakıp da seni kesinlikle tercih edecek değiliz. Hakkımızda istediğin kararı ver, yapmak istediğini yap. Şunu unutma ki, senin hükmün ancak dünya hayatında geçer. Şüphesiz biz, Rabbimize iman ettik. O’nun hatalarımızı ve bu arada bize zorla yaptırdığın sihir günahını bağışlayacağını umuyoruz. Allah’ın vereceği mükâfat seninkinden daha hayırlı, cezası da seninkinden daha devamlıdır.” (Tâhâ 20/72-73)
Ancak Firavun gibi âhireti inkar edip dünyayı putlaştıran:
12. Kâfirler mü’minlere: “Bizim yolumuza uyun, günahlarınızı biz yüklenelim” derler. Halbuki kâfirler, bunların günahlarından hiçbir şey yüklenemezler. Onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler.
13. Gerçek şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi günahlarıyla beraber saptırdıkları insanlara ait nice günahları da yükleneceklerdir. Kıyâmet günü, uydurup durdukları yalanlar ve attıkları iftirâlardan dolayı mutlaka sorguya çekileceklerdir.
Müşrikler, bir taraftan dinlerinden döndürmek için mü’minlere baskı uygularken, bir taraftan da yine aynı maksatla: “Siz o dini bırakın, bizim dinimize uyun, vebâliniz bizim boynumuza olsun” diyerek onlarla alay ediyorlardı. Onların bu sözleri ciddiyetten uzak, tamâmen yalandan ibaretti. Çünkü mahşer günü, hiçbir kişinin bir başkasının günahını yüklenmesi mümkün değildir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez ve onunla yargılanmaz. Ağır bir günah yükü altında ezilen kimse, yükünü taşımak için başkasını yardıma çağırsa, bu çağırdığı kimse akrabası bile olsa, onun günahından en küçük bir şey yüklenemez…” (Fâtır 35/18)
Orada herkes kendi günahını yüklenecektir. Fakat bunun içinde hem bizzat kendisinin işlediği günah bulunacak, hem de günah işlemelerine sebep olduğu kimselerin günahları olacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur.
“Onlara: «Rabbiniz size ne indiriyor?» diye sorulduğu zaman, «Öncekilerin masallarını!» diye karşılık verirler. Neticede onlar kıyâmet gününde kendi günahlarını tamamen yüklendikleri gibi, bilgisizce saptırdıkları kimselerin bazı günahlarını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, sırtlarına ne kötü bir yük alıyorlar!” (Nahl 16/24-25)
Bu hususta Peygamberimiz (s.a.s.) de şu izahı yapar:
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz” (Müslim, Zekât 69)
Sûrenin 3 ve 4. âyetlerinde Allah Teâlâ, önceki ümmetleri de imtihâna tâbi tuttuğunu ve kötülük yapanların Allah’ın azabından kaçıp kurtulmalarının mümkün olmadığını beyân buyurmuştu. Buradan itibaren bir kısım peygamberlerin hayatlarından aktarılan kesitlerle bahsedilen imtihân ve sonucuna dair misaller verilir. İlk misal Nûh (a.s.)’dan:
14. Yemin olsun ki, biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. Nûh onların arasında dokuz yüz elli sene kaldı. Neticede, Nûh kavmi zulüm ve haksızlıklarına devam ederlerken o meşhûr tûfan kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi.
15. Fakat biz Nûh’u ve gemide bulunanları kurtardık. O gemiyi de, o hâdiseyi de arkadan gelecek bütün insanlar için bir ibret kıldık.
Hz. Nûh kavmi arasında 950 sene kalmış, bıkmadan usanmadan Allah’ın dinini tebliğ etmişti. Fakat kavmi ona inanmadılar. Zulmettiler. Neticede o zulüm bataklığı içinde debelenirken tûfanla helak edildiler. Cenâb-ı Hak onları helak ederken Nûh’u ve onunla birlikte gemiye binenleri kurtardı. (bk. Hûd 12/25-49) Bu hâdise, ibret ve ders almak isteyenler için büyük bir mûcizedir. Peygamber ve mü’minler için bir teselli, inanmayıp onlara düşman olanlar için de ciddi bir ikazdır. Bir yandan Resûlullah (s.a.s.)’e, 950 sene gibi uzun bir süre tebliğe devam eden Hz. Nûh’un hâlini düşünerek tebliğine canla başla devam etmesi ve ümitsizliğe düşmemesi öğütlenip, sonunda Nûh’u kurtardığı gibi onu da kurtaracağı müjdelenmekte; diğer yandan da kâfirler helak ile tehdit edilmektedir.
Hz. İbrâhim’in durumu da örnek alınmaya değer: