Bazen bir şarkıdır takılır dilime, en sonunda sözlerini de içinde bulunduğum hâlet-i rûhiyeye göre değiştirir mırıldanır dururum. Geçen gün bir hâdise yaşadım, o zamana kadar ki tecrübelerimin de üstüne tuz biber oldu. Bu olaydan sonra bir şarkıyı daha tahrif ettim. Şimdilerde diyorum ki: “Artık görmeyeceğim, bütün kabahat benim…” Bundan sonra size de görmemenizi tavsiye edeceğim ama, daha iyi anlayıp bana hak verebilmeniz için yaşadığım hadiseyi anlatmam gerektiğini düşünüyorum. Çok sevdiğim bir kardeşimin ayağı kırılınca evlerine ziyarete gittim. Birkaç arkadaş beraber gidecektik aslına; fakat tek başıma kalmama rağmen vazgeçmedim: “Beş dakika oturur, çıkarım canım n’olcak!” deyip bastım zile… Havadan sudan muhabbet edip beş dakikanın dolmasını beklerken, yukarı ki daireden - ki onlar da hastamızın akrabası olurlar – bir davet geldi: - Bu akşam bize buyurun hoş sohbet edelim. Yusuf’un misafir abisi de gelsin! Kadir gecesi olmasa da Bayram’ın ikinci gecesi doğmuşum ya, nasibim gür, benim kabahatim yok: “Zaten davet de yabancı yerden değil, hadi çıkıvereyim.” dedim. Çıktık, bir de baktık ki, akşam namazı vaziyeti alınıyor biz de uyduk hâzır olan imama, durduk dîvâna… Hayda… Olmadı şimdi! Önümdeki iki eleman namaz kılmayı bilmiyor! Kıyamdayız, ellerin göbekte bağlı olması gerekir değil mi? Ama yok, önümdeki iki kişi ellerini yana salmış, ayakta duruyorlar. Siz diyeceksiniz ki; Koçum görmesene, sen namazda önündekine mi bakarsın? Doğru ama ne yapayım takıldım bir kere… Keşke sadece görmekle kalsaydık. Şeytanla başladık namazda muhabbete: Cık cık cık… Şunlara bak namaz kılmayı bilmiyorlar… VALLAHi haklısın… Yaşı kaç gösteriyor bir baksana Harun… En aşağı yirmi… Sen yirmi yaşına gel! Kıyamda nasıl durulur bilme! Bunların işi yaş. Aman neyse ben namazdayım. Onlarla meşgul olmamalıyım… Çok doğru dedin Harun. Hem günahlarını almayalım. Belki yeni Müslüman olmuşlardır… Aaaa… Bak ben hiç böyle düşünmemiştim. Olabilir. İyi de madem bilmiyorsun, bari yanındaki nasıl kılıyorsa sen de onun gibi yap değil mi? Öyle tabii! Yaşın gelmiş yirmiye, bunu da mı akıl edemiyorsun! Adam sen de… Harun! İkinci rekatın secdesindesin bak ona göre… Sübhâne rabbiye’l-a’lâ, Sübhâne rabbiye’l-a’lâ. Hasbünallaaah. Namazım gidiyor bunların yüzünden yahu! Ettehiyyâtü lillâhi vessalâvâtü.. Bak aklıma bir şey daha geldi. Bunlar dua biliyorlar mıdır sence? Cık! Hiç zannetmem! He hee! Ellerini bağlamayı bilmiyorlar görmüyor musun? Velhâsılı kelâm, böyle bir namaz kıldık. Namaz bitti, tesbihler çekildi… Yerlerimize oturuncaya kadar, bizim namaz kılmayı bilmeyen elemanları süzdüm durdum. Bir iki kişiyle birlikte vıdı vıdı İngilizce konuşuyorlardı… - Hıh! Sanki size kabirde “Can you speak English?” diye soracaklar. Kim bilir bu İngilizceyi öğrenmek için kaç ay kursa gittiler, diye homurdanıyordum, çünkü bunların yüzünde yeni Müslüman olmuş yabancı hâli de yoktu. Yüzleri gayet temiz… Hani bu da şaşılacak bir şey.. “Neyse sohbet başlayacak artık ben de bir yere geçeyim.” dedim. Bu arada sohbetten önce kısa bir Kur’ân-ı Kerîm okunur ya teberrüken… Kim okusun, kim okusun derlerken, bizim namaz kılmayı bilmeyip su gibi İngilizce konuşan artistleri takdim ettiler: Efendim bu üç misafir arkadaş İspanyol… Üçü de hâfız… ….! “MaşALLAH ne güzel. O zaman birisi Kur’ân okusun da dinleyelim.” buyuruldu… Elemanlardan biri hemen başladı kıraate… Ben ne halde miyim? Bildiğin şok! Şeytan damladı yine: “Hafız mıymış? Baltayı taşa mı vurduk şimdi ortak?” Yahu bir git… Görmüyor musun Kâbe’nin imâmı gibi okuyor kerata… Cık cık cık… Vay taklitçi vay… Hiç de sevmem taklit kıraati.. ALLAH aşkına bir sus ya… Bari Kur’ân’ı dinlememe müsaade et… Tabi tabi dinlemek lâzım. Ama helâl olsun vALLAHi. Mâlikî veya Hanbelî ayağına yatıp hiç çaktırmadı herifler. Resmen bizi kafalamışlar yaaw… Demek öyle de oluyormuş namaz… Hâfızların ki oldu mu olmadı mı bilemeyiz de, senin namaz sanki olmadı gibi… Bunu bana şeytan diyor, bakar mısınız? Siz tabi benim hâlime üzüldünüz! Yok yok, üzülmeyin, kendim ettim kendim buldum. Fakat keşke bu kadarla kalsaydı… Dahası var ki şeytanın bile gözlerinden yaş geldi. Ama gülmekten… Ben ellerim dizlerimde “Bâri anlatılanlardan istifade edeyim” diye sohbeti dinlerken, birden parmaklarımdan biri dikkatimi çekti: “Anaa, dedim, bu da ne!” Dikkatim dağıldı ya, şeytanımın aradığı fırsat doğdu: “N’oldu Harun, bir şey mi oldu?” Bak tırnağımın şurasından birazcık kan çıkmış, gördün mü? Hiii!! Namazdan önce mi olmuştur, sonra mı? Parmağımı kanatacak bir şey yapmadım ki şimdi! Garanti namazdan önce oldu. Tüh tüh tüh… Dağılmış deme sakın! Bir de sırıtıyor bak… Görmüyor musun dağılmış işte… Sen az önce abdestsiz namaz kıldın öyle mi?! ALLAH sayınızı artırsın ne diyeyim! Bak bak lafa bak. O niyeymiş o!! Bana yapacak iş bırakmazsınız da ondan he heee… Sen kendi işini kendin ifsâd ettikten sonra… He he hee.. Hadi bana müsaade, yapılacak çok iş var, dedi gitti şeytan… Bense hüsran içinde Ziyâ Paşa’nın şu beyitlerini mırıldanıyordum: Onlar ki verirler lâf ile dünyaya nizâmât Bin bir türlü teseyyüp bulunur hânelerinde Gökte yıldız arayıp nice turfa müneccim Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde Siz şimdi benim fikrime ister katılın isterse başımdan geçenlere gülmekten katılın, benim sözüm kendime. Yavrum Harun: “Bundan sonra yanlış bir şey görürsen, önce git abdest al! Bir de kendi hatalarınla meşgul ol, mümkünse başka bir şey görme! E mi canım benim!” Harun Kırkıl[