ceylannur
Yeni Üyemiz
Asıl Mongol Kim?
Dr. Murat BAŞ Geçenlerde daha önce birlikte çalıştığım bir arkadaşım aradı. Eşi dört buçuk aylık hamile ve anne karnındaki bebeğe ‘Down Sendromu’ tanısı konulmuş. Doktorlar (tanının %100 olduğunu söylemiş) çocuğu aldırmayı önermişler. Anne çocuğun aldırılmasından (kürtaj) yana, baba ise ne olursa olsun hayata getirilmesinden..
Bana ‘ne yapacağım, çaresizim, gittiğim hiçbir din âlimi sorunuma çözüm bulamadı’ Benden çare bulmamı istiyordu.
‘Down Sendromu’ ya da halkın diliyle ‘Mongol’ en sık rastlanan kromozom anormalliğidir.
Kalıtsal özelliklerimizi oluşturan vücudumuz hücrelerinin çekirdeğindeki 46 yerine fazladan bir kromozoma sahip olunmasıdır.
Aslında bu haliyle Down Sendromu, bir hastalık değil, ‘genetik bir farklılıktır’ Fiziksel görünümün faklılığının yanı sıra farklı hastalıklara da sahip olabiliyorlar. Genel Nüfus içerisinde 600–800 canlı doğumda bir olarak meydana gelmektedir. Görülme sıklığı anne yaşının ileri olmasıyla yakından ilişkilidir.
Örneğin 35 yaş altındaki bir annenin Down Sendromlu bir çocuk doğurma riski %1 iken, 45 yaş üzerindeki bir annenin 24’de bir oranında olduğu kabul edilir. Yine de canlı doğuran annelerin sadece yüzde onunda anormallik gözlenir. Ölü doğum fazla olurken, hasta çocuk nadiren dünyaya gelir.
Down Sendromlu bir çocuktaki fiziksel anormalliklerin sıklığı şöyledir;
Zekâ Geriliği (%99), Yassı yüz görünümü (%90) Gözlerin çekik olması (%80) Kısa kol ve bacaklar ile kısa boyun (%70) gibi devam eder.
Belki bir otobüs, market ya da yolda onlardan birisine rastlarsınız. Nezaketsizlik olmasın diye gözlerinizi kaçırıp, kaçamak bakışlar fırlatırsınız. Evet, onlar çok özel çocuklar. Özel ilgi ve eğitimle çok şeyi başarabilirler.
Çoğu, hayatını kendi başına sürdürebilecek zihni ve fiziksel gelişime ulaşabilirler. Görünümleri birbirine benzese de çok farklı kişiliklere sahiptirler. En belirgin özellikleri ise çok sevimli olmalarıdır. Bazı şeyleri biz normaller kadar kolay yapamazlar. Biraz daha yavaş öğrenirler, yakınlarının yardımına ihtiyaç duyarlar. Sevgisiz yaşamaları çok zor, ama sevmeyi de çok iyi bilirler. Hayatı, arkadaşlarını, yemeği, gezmeyi, oyuncaklarla oynamayı, annelerini, babalarını, kardeşlerini severler.
Doktorlar ise şimdilerde var gücüyle bu sevimlileri, renkleri, güzellikleri dünyadan temizlemek istiyorlar. Tüm tıp dünyası Down Sendromlu çocukları anne karnındayken teşhis etmek ve hayatlarını sonlandırmak üzere elbirliği etmiş. Dünyaya gelsin istemiyorlar.
Hitler’in arî ırk hayalini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Sakat bile olsa bir çocuğun dünyaya gelmemesi için her yolu deniyorlar. Artık anne adaylarına Down Sendromu testi rutin olarak yaptırılıyor. Risk taşıdığı tespit edilen annelere kestirmeden çocuğunun ‘Mongol’ olduğu söyleniyor ve aldırması telkin ediliyor.
‘Böyle bir çocuğu ne siz, ne de toplum taşıyabilir deniliyor. Nasıl olsa en fazla 30–40 yıl yaşayabilir, en iyisi şimdiden öldürelim gitsin’ deniliyor.
Bu gerekçelerle doktor eliyle vahşi katliamlar gerçekleştiriliyor.
Yeni TCK ise doktorları bu testi yaptırmaya mecbur ediyor. Öyle görülüyor ki bu gidişle 30–35 yıla kalmaz Türkiye, Down Sendromu sorununu kökten çözmüş olacak.
Doğmadan öldürülerek!
Yakalayıp, fişleyip, teşhis edip yok ederek!
Bu güzel çocukların güzellikleriyle etraflarında oluşturdukları sevgi yumağı da ortadan kalkmış olacak. Elçin Tapan’ın Yapı Kredi Yayınlarından çıkan ‘Ben mutlu bir Down Annesiyim’ adlı kitabında, bir anne için hayattaki en büyük güçlüklerden birisidir herhalde engelli bir çocuğunun olması. Anne olmanın en üst noktası işte Evlat sevgisini en yoğun yaşayanlar çocukları engelli olan annelermiş.
Bu yüzde yüz doğru bir tespit. Bir anne ancak böylesi bir sevgiyle bu büyük imtihanı başarıyla verebilir. Down Sendromlu oğlum benim için büyük bir mutluluk kaynağı oldu. Sevgi ile her türlü zorluğu aşmayı başarmış iki kahramanız bizler.
Çare nedir?
Sorusu karşısında biçare kalmamak için konuyu biraz daha irdeleyelim. Down Sendromu teşhisi anne karnındayken ‘kesin değil’ hangi annelerin yüksek risk grubunda olduğu tespit edilebiliyor. ‘Üçlü test’ adı verilen yöntemle risk yüksek çıkarsa (ki bu oran 1/200) maalesef annelere bilgi verilmeden gebeliğin sonlandırılması öneriliyor.
Çoğu kez anneler, bebeğin çevreye, insanlara zarar verecek bir insan olabileceğinden ve yaşamında onunla baş edilemeyeceğinden ızdırap dolu bir hayata mahkûm olacağına inandırılmaktadır. Oysa bunun aslı astarı yoktur.
Şu anki tıbbi yaklaşım maalesef olabildiğince erken yakalayıp, yok etmektir.
DS’lu bir bebek sahibi olmak dünyada başına gelebilecek en büyük felaketmiş gibi algılanıyor. Aslında tüm bunların temelinde Modern-seküler ve pragmatik bir hayat yaklaşımı yatmaktadır.
Maliyet-yarar hesabı yapılarak DS’lu bir bebeğin aile, toplum ve sağlık sistemine getireceği çok fazla yük var diye kabul edilerek bu bebeklerin dünyaya gelmemesi gerektiği savunuluyor.
Tabi modern tıbbın bu yaklaşımı, yakın gelecekte daha hafif ve tali sakatlıkları taşıma riski olan bebeklere de uygulanacaktır.
Kısacası tüm testler bir ihtimali belirtir, kesin sonucu ifade etmezler.
Örneğin; N.K. adlı bir anne; ‘Doktorları dinleseydim, yavrumun katili olacaktım’ demektedir. Beş aylık hamileyken gittiği hastanede adını ve hangi sebeple yapıldığını bilmediği bir test için kan veriyor. 20 gün sonra doktorunu aradığında ‘Bebeğiniz mongol, en mantıklısı hayatını sonlandırmak’ Test sonuçlarını alarak doktor doktor dolaşan N.K’a önce riskin 1/146, sonra 1/100 denilerek, neredeyse doktorların tamamı –en mantıklı davranış bebeği aldırmaktır- telkininde bulunmuş. DS’lu bir çocuğun hayatımızı çok zorlaştıracağını, psikolojimizi bozacağını, toplumun böyle çocukları kaldıramadığını söylemişler. Ben ise ne olursa olsun çocuğumu doğurmaya karar vermiştim. Sonra doktora hiç gitmedik, eşim ve ben hiç kimseye bu ihtimalden söz etmedik. Kendimizi, bebeğimizin DS’lu doğacağına alıştırdık. Sonra fark ettik ki mahallemizde 2 DS’lu çocuk varmış meğer. DS ile ilgili ne bulursak okuyorduk. Doğuma gittiğimde bu beklentiler içerisindeydim. Bebeğim doğdu, bir süre inanamadım. Her şey normaldi. Allah’a şükrettim, doktorların tavsiyesini dinleseydim şimdi yavrumun katili olacaktım.
Evet, gördüğünüz gibi biz doktorlar, dünyanın en büyük teröristleriyiz. Kesinliği olmayan (tetkik ve testlerle) yargılarımızla hastalarımızı terörize ediyor ve onları birer canlı bomba haline getiriyoruz.
Asıl ‘Mongol’ lar bu hükümleri pervasızca verenler değimlidir.
Tıbbi anlamıyla ‘kazımak’ demek olan kürtaj ile ‘istenmeyen’ çocukları kazımak, cahiliye dönemindeki kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten farklı bir şey midir?
Kürtaj ile, kürtaj sonrası sendrom adı verilen bir sürü psikolojik bozukluk meydana gelmekte, uykusuzluk, madde bağımlılığı, gelişebilmektedir.
Kürtaj, ölü, parçalanmış bir çocuk ve yaralı bir anne bırakır geriye.
Oysa araştırmalar, kürtaj yaptırmak için gelen kadınların bebeğinin kalp sesini duyduktan sonra en az 2/3’ünün kürtajdan vazgeçtiklerini göstermektedir. O halde, bunun canlı olduğunu kabul edip, tüm insanlık haklarını ona vermeliyiz. Asıl neden bebeğin ‘istenmemesi’ ne odaklanmamalıdır.
Sormak gerekir;
Hangi anne baba evdeki sakat veya istenmeyen çocuğunu öldürmeyi düşünebilir.
Biz çevremizde istemediğimiz kişileri öldürebilir miyiz?
Bir başka gerekçe de istenmeyen çocukları, dünyaya geldikten sonra ‘kötü muamele’ gördükleridir.
Oysa durum hiç de öyle değildir.
Kaliforniya Üniversitesinden Prof. Dr. Lenonski, anne babaları tarafından kötü muameleye tabi tutulan çocuklar üzerinde yaptıkları araştırmada, bu çocukların yüzde doksandan fazlasının planlanmış ve istenen gebelikler sonucu dünyaya geldiklerini tespit etmiştir.
Yani istenen çocuklar, dünyaya geldikten sonra ‘istenmeyen çocuklar’ oluvermişlerdir.
Satırlarıma kaynağını-yazarını bilemediğim “Haydi Çocuklar Kürtaja” isimli şiirle son veriyorum;
Dr. Murat BAŞ Geçenlerde daha önce birlikte çalıştığım bir arkadaşım aradı. Eşi dört buçuk aylık hamile ve anne karnındaki bebeğe ‘Down Sendromu’ tanısı konulmuş. Doktorlar (tanının %100 olduğunu söylemiş) çocuğu aldırmayı önermişler. Anne çocuğun aldırılmasından (kürtaj) yana, baba ise ne olursa olsun hayata getirilmesinden..
Bana ‘ne yapacağım, çaresizim, gittiğim hiçbir din âlimi sorunuma çözüm bulamadı’ Benden çare bulmamı istiyordu.
‘Down Sendromu’ ya da halkın diliyle ‘Mongol’ en sık rastlanan kromozom anormalliğidir.
Kalıtsal özelliklerimizi oluşturan vücudumuz hücrelerinin çekirdeğindeki 46 yerine fazladan bir kromozoma sahip olunmasıdır.
Aslında bu haliyle Down Sendromu, bir hastalık değil, ‘genetik bir farklılıktır’ Fiziksel görünümün faklılığının yanı sıra farklı hastalıklara da sahip olabiliyorlar. Genel Nüfus içerisinde 600–800 canlı doğumda bir olarak meydana gelmektedir. Görülme sıklığı anne yaşının ileri olmasıyla yakından ilişkilidir.
Örneğin 35 yaş altındaki bir annenin Down Sendromlu bir çocuk doğurma riski %1 iken, 45 yaş üzerindeki bir annenin 24’de bir oranında olduğu kabul edilir. Yine de canlı doğuran annelerin sadece yüzde onunda anormallik gözlenir. Ölü doğum fazla olurken, hasta çocuk nadiren dünyaya gelir.
Down Sendromlu bir çocuktaki fiziksel anormalliklerin sıklığı şöyledir;
Zekâ Geriliği (%99), Yassı yüz görünümü (%90) Gözlerin çekik olması (%80) Kısa kol ve bacaklar ile kısa boyun (%70) gibi devam eder.
Belki bir otobüs, market ya da yolda onlardan birisine rastlarsınız. Nezaketsizlik olmasın diye gözlerinizi kaçırıp, kaçamak bakışlar fırlatırsınız. Evet, onlar çok özel çocuklar. Özel ilgi ve eğitimle çok şeyi başarabilirler.
Çoğu, hayatını kendi başına sürdürebilecek zihni ve fiziksel gelişime ulaşabilirler. Görünümleri birbirine benzese de çok farklı kişiliklere sahiptirler. En belirgin özellikleri ise çok sevimli olmalarıdır. Bazı şeyleri biz normaller kadar kolay yapamazlar. Biraz daha yavaş öğrenirler, yakınlarının yardımına ihtiyaç duyarlar. Sevgisiz yaşamaları çok zor, ama sevmeyi de çok iyi bilirler. Hayatı, arkadaşlarını, yemeği, gezmeyi, oyuncaklarla oynamayı, annelerini, babalarını, kardeşlerini severler.
Doktorlar ise şimdilerde var gücüyle bu sevimlileri, renkleri, güzellikleri dünyadan temizlemek istiyorlar. Tüm tıp dünyası Down Sendromlu çocukları anne karnındayken teşhis etmek ve hayatlarını sonlandırmak üzere elbirliği etmiş. Dünyaya gelsin istemiyorlar.
Hitler’in arî ırk hayalini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Sakat bile olsa bir çocuğun dünyaya gelmemesi için her yolu deniyorlar. Artık anne adaylarına Down Sendromu testi rutin olarak yaptırılıyor. Risk taşıdığı tespit edilen annelere kestirmeden çocuğunun ‘Mongol’ olduğu söyleniyor ve aldırması telkin ediliyor.
‘Böyle bir çocuğu ne siz, ne de toplum taşıyabilir deniliyor. Nasıl olsa en fazla 30–40 yıl yaşayabilir, en iyisi şimdiden öldürelim gitsin’ deniliyor.
Bu gerekçelerle doktor eliyle vahşi katliamlar gerçekleştiriliyor.
Yeni TCK ise doktorları bu testi yaptırmaya mecbur ediyor. Öyle görülüyor ki bu gidişle 30–35 yıla kalmaz Türkiye, Down Sendromu sorununu kökten çözmüş olacak.
Doğmadan öldürülerek!
Yakalayıp, fişleyip, teşhis edip yok ederek!
Bu güzel çocukların güzellikleriyle etraflarında oluşturdukları sevgi yumağı da ortadan kalkmış olacak. Elçin Tapan’ın Yapı Kredi Yayınlarından çıkan ‘Ben mutlu bir Down Annesiyim’ adlı kitabında, bir anne için hayattaki en büyük güçlüklerden birisidir herhalde engelli bir çocuğunun olması. Anne olmanın en üst noktası işte Evlat sevgisini en yoğun yaşayanlar çocukları engelli olan annelermiş.
Bu yüzde yüz doğru bir tespit. Bir anne ancak böylesi bir sevgiyle bu büyük imtihanı başarıyla verebilir. Down Sendromlu oğlum benim için büyük bir mutluluk kaynağı oldu. Sevgi ile her türlü zorluğu aşmayı başarmış iki kahramanız bizler.
Çare nedir?
Sorusu karşısında biçare kalmamak için konuyu biraz daha irdeleyelim. Down Sendromu teşhisi anne karnındayken ‘kesin değil’ hangi annelerin yüksek risk grubunda olduğu tespit edilebiliyor. ‘Üçlü test’ adı verilen yöntemle risk yüksek çıkarsa (ki bu oran 1/200) maalesef annelere bilgi verilmeden gebeliğin sonlandırılması öneriliyor.
Çoğu kez anneler, bebeğin çevreye, insanlara zarar verecek bir insan olabileceğinden ve yaşamında onunla baş edilemeyeceğinden ızdırap dolu bir hayata mahkûm olacağına inandırılmaktadır. Oysa bunun aslı astarı yoktur.
Şu anki tıbbi yaklaşım maalesef olabildiğince erken yakalayıp, yok etmektir.
DS’lu bir bebek sahibi olmak dünyada başına gelebilecek en büyük felaketmiş gibi algılanıyor. Aslında tüm bunların temelinde Modern-seküler ve pragmatik bir hayat yaklaşımı yatmaktadır.
Maliyet-yarar hesabı yapılarak DS’lu bir bebeğin aile, toplum ve sağlık sistemine getireceği çok fazla yük var diye kabul edilerek bu bebeklerin dünyaya gelmemesi gerektiği savunuluyor.
Tabi modern tıbbın bu yaklaşımı, yakın gelecekte daha hafif ve tali sakatlıkları taşıma riski olan bebeklere de uygulanacaktır.
Kısacası tüm testler bir ihtimali belirtir, kesin sonucu ifade etmezler.
Örneğin; N.K. adlı bir anne; ‘Doktorları dinleseydim, yavrumun katili olacaktım’ demektedir. Beş aylık hamileyken gittiği hastanede adını ve hangi sebeple yapıldığını bilmediği bir test için kan veriyor. 20 gün sonra doktorunu aradığında ‘Bebeğiniz mongol, en mantıklısı hayatını sonlandırmak’ Test sonuçlarını alarak doktor doktor dolaşan N.K’a önce riskin 1/146, sonra 1/100 denilerek, neredeyse doktorların tamamı –en mantıklı davranış bebeği aldırmaktır- telkininde bulunmuş. DS’lu bir çocuğun hayatımızı çok zorlaştıracağını, psikolojimizi bozacağını, toplumun böyle çocukları kaldıramadığını söylemişler. Ben ise ne olursa olsun çocuğumu doğurmaya karar vermiştim. Sonra doktora hiç gitmedik, eşim ve ben hiç kimseye bu ihtimalden söz etmedik. Kendimizi, bebeğimizin DS’lu doğacağına alıştırdık. Sonra fark ettik ki mahallemizde 2 DS’lu çocuk varmış meğer. DS ile ilgili ne bulursak okuyorduk. Doğuma gittiğimde bu beklentiler içerisindeydim. Bebeğim doğdu, bir süre inanamadım. Her şey normaldi. Allah’a şükrettim, doktorların tavsiyesini dinleseydim şimdi yavrumun katili olacaktım.
Evet, gördüğünüz gibi biz doktorlar, dünyanın en büyük teröristleriyiz. Kesinliği olmayan (tetkik ve testlerle) yargılarımızla hastalarımızı terörize ediyor ve onları birer canlı bomba haline getiriyoruz.
Asıl ‘Mongol’ lar bu hükümleri pervasızca verenler değimlidir.
Tıbbi anlamıyla ‘kazımak’ demek olan kürtaj ile ‘istenmeyen’ çocukları kazımak, cahiliye dönemindeki kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten farklı bir şey midir?
Kürtaj ile, kürtaj sonrası sendrom adı verilen bir sürü psikolojik bozukluk meydana gelmekte, uykusuzluk, madde bağımlılığı, gelişebilmektedir.
Kürtaj, ölü, parçalanmış bir çocuk ve yaralı bir anne bırakır geriye.
Oysa araştırmalar, kürtaj yaptırmak için gelen kadınların bebeğinin kalp sesini duyduktan sonra en az 2/3’ünün kürtajdan vazgeçtiklerini göstermektedir. O halde, bunun canlı olduğunu kabul edip, tüm insanlık haklarını ona vermeliyiz. Asıl neden bebeğin ‘istenmemesi’ ne odaklanmamalıdır.
Sormak gerekir;
Hangi anne baba evdeki sakat veya istenmeyen çocuğunu öldürmeyi düşünebilir.
Biz çevremizde istemediğimiz kişileri öldürebilir miyiz?
Bir başka gerekçe de istenmeyen çocukları, dünyaya geldikten sonra ‘kötü muamele’ gördükleridir.
Oysa durum hiç de öyle değildir.
Kaliforniya Üniversitesinden Prof. Dr. Lenonski, anne babaları tarafından kötü muameleye tabi tutulan çocuklar üzerinde yaptıkları araştırmada, bu çocukların yüzde doksandan fazlasının planlanmış ve istenen gebelikler sonucu dünyaya geldiklerini tespit etmiştir.
Yani istenen çocuklar, dünyaya geldikten sonra ‘istenmeyen çocuklar’ oluvermişlerdir.
Satırlarıma kaynağını-yazarını bilemediğim “Haydi Çocuklar Kürtaja” isimli şiirle son veriyorum;
Ölüm nedir anne?
Ben doğmaya gidiyorum, senin içinde
İnsanlar ölmeye mi açılıyor dünyada?
Anlat anneciğim;
Leylekler mi getirir gökyüzünden çocukları?
Ve yine leylekler mi götürür havaya?
Kara bulutlara mı karışır çocuklar?
Yağmur olup, kar olup tekrar
Yeryüzüne dönerler mi?
Anneleri onları istemeyince
Neden “tahliye etmek” diyorlar?
Çocuk aldırmaya
Hükümlü gibi
Ne suç işlediyse çocuklar?
İstemeyince anneleri çocukları
Suçlu mu olurlar?
Açılınca rahmin kapısı
Tahliye edilir bir gonca çocuk
Oysa mahpus değildi
Rahmetti ona ana rahmi
Cümle çocuklar uykuda
Ya sen yok çocuk,
Ninni size bütün ‘diyet çocuklar’
Avutulmaz, nazlatılmaz, öldürülmüş, çocuklar
Ninni size
Diyet çocuklar..