ceylannur
Yeni Üyemiz
Aşkı Resmedebilmek
Kanuni çağında yaşamış bir şair vardır; Balıkesirli Satılmış Efendi. Şiir tarihleri onu Zati mahlasıyla anar ve Bayezit Camii yakınındaki küçük dükkânında toplanan şairlerden orada kurulan şiir meclislerinden uzun uzun bahsederler. İşte o meclislerden şiir meydanına taşmış bir beyit:
Şekl-i aşkı gönlümün levhinde tahrir eyledim
Yanar odı bir akar su üzre tasvir eyledim
Aşkın resmini gönül sayfama yazdım. Yani ki yanar bir ateşle akar su üzerine resim çizdim.
Beyit çok yalın ve düz mantık ile söylenmiş; insan ancak üzerinde düşündükçe derinliğin farkına varıyor. Gönlünü sayfaya benzeten şair aşkının resmini de o sayfanın üzerine yapmaya yelteniyor. Ne çare ki aşkı bir yanar ateş; gönlü de bir akar su. Ne su üzerine yazı yazılıp şekil çizilebilir; ne de yanar ateşe hükmedilip resim gibi dondurulabilir. Üstelik her iki unsur da birbirinin zıddı olup birinin olduğu yerde diğeri yaşayamaz. Buna rağmen şair "tasvir eyledim" ifadesiyle bize bu işi başardığını akar su üzerine ateş yalımlarıyla "aşk" yazısını yazdığını veya kendisinin aşk uğruna çektiği ıstırabı resmettiğini söylüyor. Benzetme unsuru olarak da kalbin içinde su gibi akışkan bir kan olduğunu ve kanın da ateş kırmızısı rengini gündemde tutuyor. Çünkü onun bize asıl söylemek istediği de zaten bağrına kan oturduğudur. Eğer bu beyitte yalnızca "Aşkı anlatmak akar su üzerine ateşle yazı yazmaya benzer" deseydi kendisine inanır aşkın anlatılamazlığına açıklanamazlığına tarif edilemezliğine vakıf olduğunu söylerdik; ama o bu işi başardığından yazıyı yazdığından (veya resmi tamamladığından) bahsediyor. Yani ateşe güç yetirdiğini hatta ona hükmettiğini ve aşk kelimesini (veya aşka dair bir resmi) yazabilecek bir forma soktuğunu üstelik de bunu tuval yerine bir akarsu üzerine (gönlüne) nakşettiğini söylüyor. Deseydi ki "Aşk su üzerine ateşle yazı yazmaktır!" belki yine inanırdık ama o "Benim gönlüme bakanlar oradan aşkı tanırlar okurlar görürler seyrederler; çünkü sevgilinin hasretiyle su gibi eriyip akan gönlümde bulunan yanar bir ateş vardır ve bu da aşkın tanımı resmi anlatımıdır.!" diyerek hemen hemen bir mucizeyi işaret etmektedir.
Aşka tahammül onun gerçeğini bilmek ancak Allah'ın inayetiyle mümkündür. Yoksa âşık kendiliğinden ona tahammül gösteremez veya yarı yoldan döner (çileyi kırmak) veya sahte görüntüleri aşk zanneder. Koca Yunus'un erik dalına çıkıp da üzüm yediğini zannetmesi işte böyle bir vetirenin sonucudur. Hani ne diyordu:
Çıktım erik dalına
Onda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı
Der ne yersin kozumu
Erik yemek üzere erik dalına çıktım; ama bir de baktım üzüm yemekteyim. Şaşkınlığımdan hayrete düştüğüm sırada bir ses duydum: Bahçenin sahibi kızgın kızgın bana bağırmaktaydı: "- Bre sen ne hakla benim cevizlerimi yiyorsun?'' İmdi Zati Efendi'nin yukarıdaki beyti söyleyebilmesi için öncelikle yanan bir su hayalini üretecek zeminde bulunması lazımdır. Gerçi Zati zamanında İstanbul iki defa büyük yangın geçirmiştir ama bunlardan hiçbiri denize taşmamıştır. Deniz savaşlarında ateşe verilen gemiler sureta denizin yandığı vehmini bırakırlarsa da şair burada bir akar sudan bahsetmektedir. O halde ya bir ırmakta veya Boğaziçi'nde tutuşan gemi(ler) görmüş olmalıdır. Maalesef tarih kitaplarında buna dair bir ipucu bulamadık. Ama şairin su üzerinde bir yangından bahsettiği kesindir; çünkü deniz araçları (sandal kalyon çektiri vb.) önden bakıldığında şekil itibarıyla gönül resmine benzerler ve şairler de sık sık gönlü bir sandala veya gemiye benzetirler. Şairin gönlünü su ile izah etmesinin sebebi onun daima sevgiliden yana aktığını ifade etmeye çalışmaktan ibarettir. Böylece o gönlün içindeki nakışlar birer ateş paresi olacaktır ki İlahi aşk böyle bir zeminde neşv ü nema bulur. Belki de bu yüzden su üzerine resim yapmakla alakalı ebru sanatında da ustalar teknelerine kalp çizecekleri vakit bunu bilerek veya gayriihtiyari ateş renginde kırmızı boya ile çizerler. ÇOK YAŞAYAN YÜZE KADAR YAŞIYOR Yahya Kemal'in güzel bir beyti vardı; hani geçenlerde sizlerle paylaşmış idim: Meyve-i memnu'dan tadmak günahından beri Karban-ı aşk bitmez bir beyabandan geçer "Adem'in Havva elinden yasak meyveyi yiyip de ilk günahın işlendiği günden bu yana aşk kervanının hiç sonu gelmez uçsuz bucaksız bir aşk çölünde yürür gider..." Üstadın aşkı cennette başlatan ezel fikrine uygun bu ifadeye ünlü saz şairi Ruhsati'nin (ö. 1911) dizeleri arasında da rastladık. Sivas'ın bir köyünden dünyaya yayılan o gür sesiyle şöyle diyordu: Daha senden gayrı âşık mı yoktur Nedir bu telaşın vay deli gönül Hele düşün devr-i âdemden beri Neler geldi geçti say deli gönül Dünyadan kendini vazgeçilmez sanan nice insanlar gelip geçti. Hepsi "Ben olmasam bu dünyanın hali nic'olur?!" diye düşünen insanlardı onlar. Kendileri bilmeseler de gittikleri vakit dünya yine dönmeye devam etti güneş dağların ardından yine doğdu. Ve bu tiplerden ülkemizde yığınla herif var. Ruhsati şiirinin diğer kıtasında onlara sesleniyor: Gördüm iki kişi mezar kazıyor Gam kasavet gelmiş boydan aşıyor Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor Gel de bu rüyayı yor deli gönül...
Kanuni çağında yaşamış bir şair vardır; Balıkesirli Satılmış Efendi. Şiir tarihleri onu Zati mahlasıyla anar ve Bayezit Camii yakınındaki küçük dükkânında toplanan şairlerden orada kurulan şiir meclislerinden uzun uzun bahsederler. İşte o meclislerden şiir meydanına taşmış bir beyit:
Şekl-i aşkı gönlümün levhinde tahrir eyledim
Yanar odı bir akar su üzre tasvir eyledim
Aşkın resmini gönül sayfama yazdım. Yani ki yanar bir ateşle akar su üzerine resim çizdim.
Beyit çok yalın ve düz mantık ile söylenmiş; insan ancak üzerinde düşündükçe derinliğin farkına varıyor. Gönlünü sayfaya benzeten şair aşkının resmini de o sayfanın üzerine yapmaya yelteniyor. Ne çare ki aşkı bir yanar ateş; gönlü de bir akar su. Ne su üzerine yazı yazılıp şekil çizilebilir; ne de yanar ateşe hükmedilip resim gibi dondurulabilir. Üstelik her iki unsur da birbirinin zıddı olup birinin olduğu yerde diğeri yaşayamaz. Buna rağmen şair "tasvir eyledim" ifadesiyle bize bu işi başardığını akar su üzerine ateş yalımlarıyla "aşk" yazısını yazdığını veya kendisinin aşk uğruna çektiği ıstırabı resmettiğini söylüyor. Benzetme unsuru olarak da kalbin içinde su gibi akışkan bir kan olduğunu ve kanın da ateş kırmızısı rengini gündemde tutuyor. Çünkü onun bize asıl söylemek istediği de zaten bağrına kan oturduğudur. Eğer bu beyitte yalnızca "Aşkı anlatmak akar su üzerine ateşle yazı yazmaya benzer" deseydi kendisine inanır aşkın anlatılamazlığına açıklanamazlığına tarif edilemezliğine vakıf olduğunu söylerdik; ama o bu işi başardığından yazıyı yazdığından (veya resmi tamamladığından) bahsediyor. Yani ateşe güç yetirdiğini hatta ona hükmettiğini ve aşk kelimesini (veya aşka dair bir resmi) yazabilecek bir forma soktuğunu üstelik de bunu tuval yerine bir akarsu üzerine (gönlüne) nakşettiğini söylüyor. Deseydi ki "Aşk su üzerine ateşle yazı yazmaktır!" belki yine inanırdık ama o "Benim gönlüme bakanlar oradan aşkı tanırlar okurlar görürler seyrederler; çünkü sevgilinin hasretiyle su gibi eriyip akan gönlümde bulunan yanar bir ateş vardır ve bu da aşkın tanımı resmi anlatımıdır.!" diyerek hemen hemen bir mucizeyi işaret etmektedir.
Aşka tahammül onun gerçeğini bilmek ancak Allah'ın inayetiyle mümkündür. Yoksa âşık kendiliğinden ona tahammül gösteremez veya yarı yoldan döner (çileyi kırmak) veya sahte görüntüleri aşk zanneder. Koca Yunus'un erik dalına çıkıp da üzüm yediğini zannetmesi işte böyle bir vetirenin sonucudur. Hani ne diyordu:
Çıktım erik dalına
Onda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı
Der ne yersin kozumu
Erik yemek üzere erik dalına çıktım; ama bir de baktım üzüm yemekteyim. Şaşkınlığımdan hayrete düştüğüm sırada bir ses duydum: Bahçenin sahibi kızgın kızgın bana bağırmaktaydı: "- Bre sen ne hakla benim cevizlerimi yiyorsun?'' İmdi Zati Efendi'nin yukarıdaki beyti söyleyebilmesi için öncelikle yanan bir su hayalini üretecek zeminde bulunması lazımdır. Gerçi Zati zamanında İstanbul iki defa büyük yangın geçirmiştir ama bunlardan hiçbiri denize taşmamıştır. Deniz savaşlarında ateşe verilen gemiler sureta denizin yandığı vehmini bırakırlarsa da şair burada bir akar sudan bahsetmektedir. O halde ya bir ırmakta veya Boğaziçi'nde tutuşan gemi(ler) görmüş olmalıdır. Maalesef tarih kitaplarında buna dair bir ipucu bulamadık. Ama şairin su üzerinde bir yangından bahsettiği kesindir; çünkü deniz araçları (sandal kalyon çektiri vb.) önden bakıldığında şekil itibarıyla gönül resmine benzerler ve şairler de sık sık gönlü bir sandala veya gemiye benzetirler. Şairin gönlünü su ile izah etmesinin sebebi onun daima sevgiliden yana aktığını ifade etmeye çalışmaktan ibarettir. Böylece o gönlün içindeki nakışlar birer ateş paresi olacaktır ki İlahi aşk böyle bir zeminde neşv ü nema bulur. Belki de bu yüzden su üzerine resim yapmakla alakalı ebru sanatında da ustalar teknelerine kalp çizecekleri vakit bunu bilerek veya gayriihtiyari ateş renginde kırmızı boya ile çizerler. ÇOK YAŞAYAN YÜZE KADAR YAŞIYOR Yahya Kemal'in güzel bir beyti vardı; hani geçenlerde sizlerle paylaşmış idim: Meyve-i memnu'dan tadmak günahından beri Karban-ı aşk bitmez bir beyabandan geçer "Adem'in Havva elinden yasak meyveyi yiyip de ilk günahın işlendiği günden bu yana aşk kervanının hiç sonu gelmez uçsuz bucaksız bir aşk çölünde yürür gider..." Üstadın aşkı cennette başlatan ezel fikrine uygun bu ifadeye ünlü saz şairi Ruhsati'nin (ö. 1911) dizeleri arasında da rastladık. Sivas'ın bir köyünden dünyaya yayılan o gür sesiyle şöyle diyordu: Daha senden gayrı âşık mı yoktur Nedir bu telaşın vay deli gönül Hele düşün devr-i âdemden beri Neler geldi geçti say deli gönül Dünyadan kendini vazgeçilmez sanan nice insanlar gelip geçti. Hepsi "Ben olmasam bu dünyanın hali nic'olur?!" diye düşünen insanlardı onlar. Kendileri bilmeseler de gittikleri vakit dünya yine dönmeye devam etti güneş dağların ardından yine doğdu. Ve bu tiplerden ülkemizde yığınla herif var. Ruhsati şiirinin diğer kıtasında onlara sesleniyor: Gördüm iki kişi mezar kazıyor Gam kasavet gelmiş boydan aşıyor Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor Gel de bu rüyayı yor deli gönül...