MURATS44
Özel Üye
Avrupa İslâm dünyasında astronomi çalışmaları önemini yitirmeye başladığı sıralarda Orta Avrupa, Rönesansla beraber bilim merkezi olma yolundaydı. islâm dünyasından alınıp tekrar Latince’ye çevrilen kitaplardan astronomi öğreniliyor ve üniversitelerde okutuluyordu. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, denizcilerin yön ve konum saptama ihtiyaçları; ikincisi de “Paskalya” gibi dini günlerin belirlenmesi ve daha genel anlamda takvimde yeni gözlemlerle desteklenen bir reform yapılması ihtiyacıydı.
Bu dönemde astronomide asıl gelişme gözlemsel değil fakat kuramsal olmuştur. Gözlem yapamamaktan yakınan Nicholas Copernicus (Kopernik) (1473- 1543), matematiksel ve mantıkî düşünceyle Aristarchus modelinin Güneş sistemi gözlemlerini Ptolemy modeline göre daha basit bir şekilde açıkladığından daha doğru olması gerektiğini savunmuştur (bkz. Şekil 2.6). Kopemik, Aristarchus gibi, Yer ve diğer gezegenlerin Güneş etrafında düzgün dairesel hareket yaptıklarını, ayrıca gök cisimlerinin günlük görünür haraketlerinin Yer’in dönmesinden kaynaklandığını düşünmüştür. Düzgün dairesel hareketin gözlemleri tam olarak sağlamadığını görmüş ve bu nedenle bazı gezegenler için ikincil yörüngeler öngörmüş ve Güneşin de tam merkezde olmadığı yargısına varmıştır. Ölünceye kadar yayınlamaktan çekindiği “De Revolutionibus” kitabına göre Kopernik modeli Ptolemy modelinden daha karmaşıktı; gezegenlerin 7 eliptik yörüngesini açıklayabilmek için toplam 48 tane birincil ve ikincil çember yörünge kullanılmıştı. Oysa aynı yıllarda Ptolemik model, aynı amaç için 40 çember yörünge kullanıyordu.
(1546- 1601) yılları arasında yaşayan büyük astronom Tycho Brahe, iki Güneş sistemi modeli arasında doğruyu bulmanın sadece çok duyarlı gözlemlerle mümkün olduğunu belirtmiştir. Kendi kurduğu modelde (Şekil 2.10) Ay ve Güneş’in Yer etrafında, diğer gezegenlerinse Güneş etrafında düzgün dairesel haraket yaptıklarını kabul etmişti. Tycho Brahe, yaptığı duyarlı gözlemleri değerlendiremeden ölmüştür. Öğrencisi Johann Kepler (1571-1630) bu gözlemleri kullanarak önce Mars gezegeninin gözlemlerini değerlendirmiş ve Mars yörüngesinin odaklarından birinde Güneş bulunan bir elips olduğunu göstermiştir. Sonradan aynı şekilde diğer gezegen yörüngelerinin de birer elips olduğunu gösterilmiştir (bkz. Kepler kanunları). Kepler kanunlarıyla Güneş merkezli gezegenler teorisi yer merkezli Ptolemy modeline göre hem akla daha uygun geliyor hem de gözlemleri daha iyi açıklıyordu. Kepler de yıldızların Satürn yörüngesinin ötesinde dar bir bölgede yer aldıklarına inanıyordu. Bu dönemde Giordano Bruna (1548-1600) ise yıldızların sonsuz evrene dağıldıklarını düşünmüştü. Bu düşünce aslında islâm rasathanelerinde geliştirilmiştir.
Kepler ve Galile’den sonra astronomiye en büyük katkı Isac Newton (1642- 1727) tarafından yapılmıştır. Kepler gezegenler kuramında, gezegenleri yörüngelerinde tutan kuvvetin Güneş’ten kaynaklandığını ve manyetik bir kuvvet olduğunu kabul etmişti. Newton, Kepler kanunlarını kullanarak bu kuvvetin her zaman gezegen- Güneş uzaklığının karesiyle ters orantılı olduğunu göstermiştir. Newton, ayrıca, bu kuvvetin Yer üzerinde bırakılan taşın yere düşmesini sağlayan gelgit olayına neden olan kuvvetle Lagrange (1736- 1813). Laplace (1749- 1827), Gauss (1777- 1855) gibi çok meşhur bilim adamları gök mekaniği alanında çalışmışlardır. Gözlemsel alanda ise Güneş merkezli Güneş sistemi modelinde yıldızların var olması gereken paralaktik hareketleri (bkz. bölüm 4.3) tüm çabalara karşın gözlenemiyordu. 18. yüzyılda bu amaçla yapılan yoğun çalışmalar başka buluşlara yolaçmıştı. Ancak konum gözlemlerindeki aberasyon (ışınım sapıncı), presesyon, nütasyon ve kırınım etkileri anlaşılıp pratik yöntemlerle giderilerek gözlem duyarlığı oldukça arttırıldıktan sonra yıldızların paralaktik hareketleri ölçülebilir duruma gelmişti, ilk kez Bessel (1784- 1846), 1838′de 61 Cyg yıldızının ve daha sonra aynı yıl içinde Struve (1793- 1864) ve Henderson (1798- 1844) α Lyr (Vega) ve a Cen yıldızlarının ıraklık açılarını ölçmeyi başarmıştır. Ölçümler sonunda görülmüştür ki yıldızların ıraklık açıları ve paralaktik kaymaları beklenene göre çok çok küçük, dolayısı ile yıldızlararası uzaklıklar çok çok büyüktür. Bize en yakın yıldız olan “Proxima Centauri” yıldızının bile ıraklık açısı 0.76 açı saniyesi ve buna karşılık gelen uzaklığı ise 4.3 ışık yılıdır.
İslam Astronomisi Henüz Müslümanlık ortaya çıkmadan önce Araplar, Yunan kültürünü koruyan Romalılarla temas içindeydiler. Daha o zaman var olan astronomi ilgisiyle Araplar, Roma İmparatorluğu’nun koruduğu Yunan eserlerini Lâtince’den Arapça’ya çevirmişlerdi. Müslümanlığın ilk yıllarından itibaren dini günlerin namaz ve oruç saatlerinin belirlenmesine yarayacak astronomi bilgisi islâm ülkelerinde daha da önem kazanmıştı. Kıble doğrultusunun belirlenmesi de bir bakıma astronomi bilgisi gerektiriyordu. O zaman üzerinde çalışılan astronomi konuları şunlardı: (1) Coğrafî astronomi (2) Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların görünür hareketlerini inceleyen konum astronomisi (Hm- ül- eflak), (3) astroloji (ilm- i ahkam- ı nücum) ve (4) zaman hesapları (im- ül- rukat). Doğal olarak zaman hesapları ve coğrafi astronomi en önemliydi. Zaman hesaplarıyla uğraşanlara “Muvakkit” denirdi. Büyük camilerin çoğunda “Muvakkitl”er vardı. “Muvakkitler medreselerde yetiştiriliyordu. Geniş anlamıyla astronomi, islâmiyette dinî çevrelerce pek rağbet görmezdi. Çünkü astronomi, aklî ilim olarak islâmi ilimler gibi önemli değildi. Diğer taraftan insan düşüncesi mahsulü oldukları için aklî ilimlerin hatalı ve hatta zararlı olabileceğine inanılıyordu. Bu nedenle islâmiyette fıkıh medresesi, kelam medresesi, hadis medresesi ve sayıları az da olsa tıp medresesi gibi bazı özel konuların öğretildiği medreseler vardı. Fakat astronomi gibi aklî ilim dedikleri özel dallarda öğretim yapan medreseler yoktu. Astronomi bilgisinin yayılması ve nesilden nesile geçmesi daha çok diğer aklî ilimlerde olduğu gibi özel ders ve kişisel çalışmalarla oluyordu. Böylece astronomlar özel ders vererek çıraklık usulüyle yeni astronomlar yetiştiriyorlardı. Genelde değer verilmeyen astronomi çalışmalarına islâmiyette takınılan tavır her zaman ve her yerde aynı olmamıştır. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in istanbul’da açtığı medreselerde, matematiğin yanında astronominin de okutulduğu bilinmektedir.
islâm dünyasının astronomiye en önemli katkısı, ilk kez modern anlamda gözlem evlerinin kurulmuş olmasıdır. Batı dünyasında hiç sözü edilmeyen bu gelişme aslında çok önemlidir. Eski Yunanlılar, astronomik bilgiyi yeni gözlemlere gereksinme duymadan filozofik yollarla geliştirmeye çalışırken, islâm ülkelerinde gözlem yapmanın önemi kavranmış, bu amaçla büyük gözlem evleri kurulmuştur. Bu gözlem evlerinde yeni âletler geliştirilmiş, çok sayıda astronom yetiştirilmiştir, ilk kez İslâm ülkelerinde 8. yüzyılda kurulmaya başlayan gözlem evlerinin önemi ve dünya üzerindeki sayısı o günden bu yana gittikçe artmaktadır. Bağdat’ta 5. Abbasi halifesi Harun el- Reşid (763- 809) zamanında gelişmeye başlayan gözlemsel astronomi 7. halife El- Mamun (813- 833) zamanında daha da fazla destek görmüştür. Dönemin büyük astronomu El- Battani (858- 929) 20 yaşından başlayarak çok duyarlı gözlemler yapmıştır. Bu gözlemlerle Güneş’in görünür hareketindeki düzensizlikleri incelemiş, düğümler noktasının yılda 54″ 5 kaydığını göstermiş ve ekliptiğin ekvator düzlemiyle 23°35′ ‘lık bir açı yaptığını ölçmüştür. 880- 881 ılımına (ekinoksuna) göre bir yıldız katalogu hazırlamış ve “Yıldızlar Bilimi” adlı bir de kitap yayınlamıştır. Bu kitap sonradan 12. yüzyılda Latince ve ispanyol’caya çevrilmiştir. 10. ve 11. yüzyılda meşhur olan diğer iki islâm astronomundan El- Sufi Şiraz’da, El- Biruni ise Mezopotamya’da yaşamıştır. Aynı dönemlerde İbn- Yunus, Mısır’da astronomi gözlemleri sürdürmüştür.
Buhari gibi birçok önemli astronom bulunuyordu. Semerkand gözlem evinde ise Kadı Zade ve Ali Kuşçu, Uluğ Bey ile birlikte çalışmışlardır. Bu gözlem evi Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra on yıl kadar oğlu tarafından yönetilmiştir. Tebriz gözlem evinin ancak birkaç yıl çalıştırılıp Gazan Han’ın 1304 yılında ölmesinden sonra bir nedenle yıkıldığı sanılmaktadır. Burada bir önemli nokta da İslâmda büyük gözlem evlerinin hükümdarlar tarafndan kurulmuş ve desteklenmiş olmasıdır. Yalnız bütün bu gözlem evlerinin ömürleri fazla uzun olmamıştır. Bunun da nedeni islâmiyette gözlem evine varlığının devamlı olması gerekli bir çalışma yeri olarak bakılmamış olmasıdır.
Teleskopun 1610′da icadından önce astronomik gözlemlerin sürdürüldüğü son islâm gözlem evi III. Murat’ın emriyle Takiyyüddin tarafından istanbul Tophane’de 1577 yılında kurulan istanbul gözlem evidir. Bu gözlem evi 2 yıllık bir çalışma döneminden sonra yine III. Murat’ın emriyle topa tutularak yıkılmıştır.
İlk Medeniyetlerde Astronomi İlk medeniyetler daha çok ılıman bölgelerde su kenarlarında kurulmuştu. O zaman yerleşim merkezlerinin ışıklandırması bugünkü gibi fazla olmadığı için gecelen gök yüzü daha ihtişamlı ve daha güzel görünmüş olmalı. Zamanlarının büyük kısmını geceleri açık havada geçiren insanlar gök yüzündeki değişik gök cisimlerinin farkına varmışlar, kiminin fazla göz kırparken kiminin göz kırpmadığını ve bu göz kırpmayanların öbürlerinden farklı hareket ettiklerini görmüşler ve onlara gezegen demişler. Zaman zaman dikkatlerini yıldız yağmurları, kuyruklu yıldızlar, nova patlamaları ve kutup ışıması gibi olaylar ve cisimler çekmiş olmalı. Ayın ve Güneş’in gök yüzünde görünür hareketlen, zaman zaman tutulmalar göstermeleri, Ayın evreler oluşturması ve olayların hep dönemli görünmesi dikkatlerini çekmiş olmalı. Bir süre sonra gözledikleri gök yüzünden yararlanmayı düşünmüş olmalılar. Yıldızların konumlarını yön bulmada, Ay ve Güneş’in konumlarını ise zamanı belirlemede kullanmışlardır. işlerini plânlayabilmek için Ay ve Güneş’in görünür hareketlerine dayalı takvimler oluşturmuşlardır, ilk medeniyetlerde astronominin gelişimini insanların merakları yanında yön bulma ve zamanı ölçme gibi iki temel gereksinmelerine borçluyuz. O zamanlar gök yüzünün düzeni gözlenmesinde bir başka neden de yıldızların tanrılarla ilgili olduğu ve yıldız hareketlerimi tanrı isteklerine birer belirteç olduğu inancıdır. Bu inanç astrolojinin doğmasına neden olmuştur. Bugünkü anlamıyla astroloji Güneş, Ay, gezegenler ve on iki burcun konumlarına bakarak insanların karakterleri, davranışları, geçmişten ve gelecekleri hakkında bilgi verme sanatıdır. Hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı için astroloji bilim değildir, ve bu nedenle de hiçbir gerçeklik payı yoktur. Kitabın sonunda verilen bu konudaki okuma parçasını okuyunuz.
Bugün Fırat ile Dicle nehirleri arasında Irak’ın bulunduğu topraklarda ilk medeniyetlerden birini kuran Babilliler tarımla uğraşma yanında uzak doğu ile Avrupa ve Mısır arasında ticaret yapıyorlar ve bu yolla ticaret yaptıkları toplumlar arasında kültür alış verişini gerçekleştiriyorlardı. Kayıtlara göre M.Ö. 2000 yıllarında çok sayıda yıldızın konum gözlemlerini yapmışlar ve bunları kaydetmişlerdir. Sistemli gözlemler için gök yüzünü bölgelere ayırmışlar, her bölgeye yıldızların oluşturdukları hayvan veya eşya isimlerini vermişlerdir. Bu gün kullandığımız takım yıldızların yarısından fazlasını onlar oluşturmuştur. Kitabın sonundaki takımyıldızlar listesine ve gök haritasındaki yerlerine bakınız. Babilliler Merkür ve Venüs gezegenlerini çok gözlemişler. Güneşlen olan uzanım açılarının küçük olmasından giderek onların Güneş etrafında hareket ettikleri yargısına varmışlardır Dahası Babilliler kayıtlarında Venüs gezegenini çift hilâl sembolüyie göstermişlerdir Buna göre Babilliler büyük olasılıkla Venüs’ün evreler gösterdiğini biliyorlardı. Venüs’ün evreleri bugün aletsiz gozlenememektedir. Venüs’ün evreler gösterdiği kayıtlara göre ilk kez Galile tarafından M.S. 1610 yılında teleskopla gözlenmiştir. Bir olasılıkta Babilliler, Venüs’ün evreler gösterdiğini mercek benzeri âletlerle Galile den 3000 yıl kadar önce gözlemişler, bunun Güneş ışığının yansımasıyla ilgili olduğunu ve Venüs’ün Güneş etrafında yörünge hareketi yaptığını anlamışlardı. Babilliler’e ilişkin gözlem kayıtlarının çoğu astrolojik amaçlıdır. Çok sayıda yıldız, Ay, Güneş, Merkür ve Venüs gezegenleri yanında o zaman bilinen Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerinin hareketleriyle ilgili konum gözlemleri de yapılmıştır. Bu gözlemlerle gezegenlerin gök yüzünde zaman zaman oluşturdukları geri hareketleri ve kavuşum dönemleri bulunmuştur. M.Ö. 5. ve 6. yüzyıllarda Babilliler’de astronomi en üst düzeye ulaşmıştır. Uzun süre sistematik olarak gözledikleri Ay ve Güneş tutulmalarının dönemli olduğunu ve Saros dönemi olarak bilinen bu dönemin 18 yıl 10 gün olduğunu saptamışlardır.
Mısırlılar
Eski Yunanlılardan önce, eski Mısırlılarda astronomi pek fazla ileri değildi. Kayıtlara göre eski Mısırlılar, Ay ve Güneş tutulmalarını bile düzenli gözleyip kaydetmemişlerdi ve öyle sanılıyorki Ay ve gezegenlerin karmaşık hareketlerinden pek haberleri yoktu. Eski Mısırlı astronomlar da Babilli astronomlar gibi dine bağlı kimselerdi. Eski Mısırlı astronomların en önemli ilgileri ve belki de görevleri takvim yapmaktı. Takvim yapmadaki amaç ise tarımın düzenli yürümesi isteği, özellikle Nil nehrinin taşma zamanının önceden tahmin edilebilmesiydi. O zamanlar Nil nehrinin taşma zamanı gök yüzünün en parlak yıldızı olan Ak yıldız (Sirius)’ın doğu yönünde görünme zamanına rastlıyordu. Bu nedenle Mısırlılar takvimlerini bir dönem için Ak yıldızın görünür hareketine göre düzenlemişlerdir.
Çin’de M.Ö.2300 tarihlerinde yapılmış; Ay, Güneş tutulmaları ve kuyruklu yıldız gözlemlerinin kayıtlarına rastlanmaktadır. M.Ö. 8. yüzyıldan sonra yapılan astronomik gözlemlerin bilimsel değeri oldukça fazladır, Öyle anlaşılmaktadır ki eski Çinliler, tutulma, kuyruklu yıldız, meteor ve Güneş lekeleri gibi özel astronomik olayların gözlemlerinde oldukça beceri kazanmışlardı. Özellikle güneş lekeleri gözlemlerini nasıl yaptıkları hâlâ anlaşılmış değildir. Çünkü normal olarak güneş lekeleri bugün aletsiz gözlenememektedir. Çinliler, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren Güneş lekelerini düzenli olarak gözlemişler ve bu gözlemleri kaydetmişlerdir.
Mayalar
Orta Amerika’da medeniyet kuran Mayaların çok eski zamanlardan beri astronomik olayları gözledikleri sanılmaktadır. Örneğin, M.Ö. 3379 da oluşan bir tam Ay tutulmasının Mayalar tarafından yapılan gözlem kaydı bulunmaktadır. Birçok Maya yapıtlarında rastlanan astronomik olaylara ilişkin kayıtlar onların gelişmiş bir takvim kullandıklarını göstermektedir. Yalnız, bu kayıtların gösterdiği tarihlerle arkeolojik kayıtlardan çıkartılan tarihler uyuşmamaktadır. Henüz çözülemeyen bu çelişkide astronomik kayıtlar Maya medeniyeti için daha geri tarihler vermektedir.
Babilliler tarafından yapılan duyarlı ve uzun zaman aralıklarını kapsayan astronomik gözlemler eski Yunan astronomisinin temelini oluşturmuştur. Eski Yunanlılar, astronomik olaylardan çok onların nedenleri üzerinde durmuşlar ve ilk evren modellerini oluşturmuşlardır. Bu modellerde yıldızların tanrılara ilişkin mükemmel cisimler olduğu ve mükemmel hareketler yaptıkları kabul edilmişti. Eski Yunanlıların bu mükemmel hareket dedikleri düzgün dairesel hareket var sayımıdır. Kepler zamanına kadar astronomik düşüncenin vaz geçilmeyen bir var sayımı olarak kalmıştır.
M.Ö. 467 yılında Yunanistan’a düşen demirli gök taşının Güneşten geldiğini düşünen Anaxagoras (Anaksagoras) (M.O. 500- 428) Güneş’in yakın ve Yunanistan’ın bir parçası kadar küçük olduğunu, maddesinin de erimiş demir olduğunu düşündü; Anaxagoros’a göre Yer, düzdü; Ay’ın büyüklüğü Güneş’inki kadardı ve Ay, Güneş ışığını yansıtıyordu. Anaxagoras bu görüşleriyle cezalandırılmak istenmiş, Perikles tarafından ölümden kurtarılarak sürgüne gönderilmiştir.
Daha sonraki dönemin önemli bir okulu Plato (Eflatun)’nun (M.Ö. 427- 347) adını taşır. Plato kendisi Pitagor okulundan etkilenmiş ve o okulun görüşlerini geliştirmiştir. Evrende geometrik bir düzenin varlığına inanmış ve yedi gök cismi için inandığı göreli uzaklıkları (Ay- 1, Güneş- 2, Venüs- 3, Merkür- 4, Mars- 8, Jüpiter- 9, Satürn- 27); 1, 2, 4, 8 ve 1, 3, 9, 27 şeklindeki iki geometrik seriyle göstermiştir. Plato, Pitagor okulunun inandığı gök cisimlerini taşıyan ve görünmeyen müzikli kristal küreler kavramına da inanmış ve onu geliştirmiştir. Anlaşıldığına göre Plato, gök cisimlerinin günlük görünür hareketlerinin Yer’in dönmesinden kaynaklandığına inanmıştır.
Yaygın olan Plato (Eflatun) okulunun görüşü, Yer’in diğer bütün gök cisimlerinden farklı olduğunu ve onun evrenin merkezinde olması gerektiğini öngörüyordu. Yer merkezli evren modelini eski Yunan’da ilk kez Eudoxus (Eudoksus) (M.ö. 408- 355)’un ileri sürdüğünü görüyoruz. Eudoxus’a göre Ay, Güneş ve bilinen 5 gezegen sabit olan Yer etrafında aynı merkezli çemberlerde dolanırlar, ikincil küre (epicycle) kavramını da gezegenler kuramına sokan Eudoxus’tur. Eudoxus, geliştirdiği modelin gözlemleri tam sağlamadığını görünce, Philolaos (Filolaus)’un var saydığı görünmeyen küreler üzerinde daha küçük ve görünmeyen başka kürelerin var olabileceğini düşündü. Ona göre gezegenler bu ikincil küreler üzerinde bulunuyorlardı. Eudoxus’un evren modelinde görünmeyen toplam küre sayısı 27 dir. Daha sonradan desteklenip Galluppus, Aristo, Hipparchus (Hiparkos) ve Ptolemy (Arap dünyasında Batlamyus olarak bilinir) tarafından geliştirilen bu Yer merkezli modelde gezegenlerin karmaşık görünür hareketleri kolayca açıklanabiliyordu fakat gözlemlerin duyarlılığı arttıkça modelden olan sapmaları açıklayabilmek için ikicil küre sayısını arttırmak gerekiyordu. Endoxus’a inanan Aristo, (MÖ. 384- 322) sadece filozofik nedenlerle ikincil küre sayısını 55′e çıkarmıştı. Aristo o günün bilgisine uygun kanıtlarla Eudoxus modelini inandırıcı bir şekilde savunmuştur. Yer’in yörünge hareketi yapmış olması hâlinde yıldızların paralaktik hareket yapması gerektiğini, böyle bir hareket gözlenmediği için de Yer’in merkezde durağan olması gerektiğini savunmuştur. Söz konusu paralaktik hareketin gözlenememesinin nedenini daha sonra Aristarchus (M.Ö. 310- 230) açıklamıştır.
Aristo, Yer’in çok büyük bir küre olduğunu iki önemli kanıtla göstermiştir. Ay tutulması sırasında Yer’in Ay üzerindeki gölge sınırının geniş bir yay olması ve Yer üzerinde güneye gidildikçe yeni yıldızların görünür olması. Aristo, kutup ışıması, akan yıldız ve kuyruklu yıldızların Yer’in üst atmosferindeki olaylar olduğunu ileri sürmüştür. Aristo döneminde yaşayan Heraklit (M.Ö. 388-315) küresel Yerin bir eksen etrafında döndüğünü, evrenin sonsuz olduğunu Merkür ve Venüs’ün Güneş etrafında döndüğünü ileri sürmesine karşın Aristo’nun inandırıcı kanıtlarla süslediği filozofik görüşleri tutunmuş, yaygınlaşmış ve etkilerini Avrupa’ da rönesans dönemine kadar sürdürmüştür. Aristo zamanlarında bilinen 5 gezegen (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn), Ay ve Güneş sihirli 7 sayısını oluşturuyordu. Yer, o zaman gezegen sayılmıyor ve ona her bakımdan büyük bir ayrıcalık tanınıyordu. Yer’in etrafında 7 gök cismine ilişkin 7 görünmeyen kristal küre evreni 7 katmana ayırıyordu. Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında sık sık sözü edilen “7 kat gök” kavramı buradan gelmektedir. Haftanın 7 gün olması da aynı kaynaklıdır. Hatta müzik notalarının kaynağı da 7 katlı evren modeliyle ilgilidir. O zamanki inanışa göre 7 gök cismini taşıyan 7 büyük görünmez küre kristalden yapılmış olmalıydı ve dönerlerken çıkardıkları ses günahlarından arınmış kişilerce duyulabilmekteydi. Eski Yunan’da bu tür kişilerin duydukları sesleri taklit etmeleriyle yedi kristal kürenin çıkardığı ses olarak yedi temel müzik notası ve ikincil kürelerin sesleriyle de bemoller, diyezler ortaya çıkmış oldu.
Aristo’dan yüzyıl kadar sonra Samos’lu Aristarchus (M.O. 312- 230), ilk kez Güneş merkezli bir evren modeli ileri sürmüştü. Aslında Aristo da Güneş merkezli modeli tartışmış fakat yıldızların beklenen paralaktik kayması gözienemediği için modelin doğru olmadığına karar vermiştir. Aristarchus’a göre paralaktik kayma gözlenemiyordu; çünkü yıldızları taşıyan küre o kadar büyüktü ki Yerin yörüngesi onun yanında çok küçük kalıyordu. Aristarchus tam ilk dördün evrdesinde Ay’ın uzanım açısını 87° ölçerek Ay- Yer ve Güneş’in oluşturduğu dik üçgenden Güneş uzaklığını, Ay uzaklığının 20 katı bulmuştur. Diğer taraftan Ay ve Güneş’in görünür çaplarının eşit olduğunu dikkate alarak Güneş’in Ay dan 20 kat daha büyük olması gerektiğini düşünmüştür. Burada izlenen yol doğru olduğu hâlde, açı ölçümündeki hatalar nedeniyle sonuçlar yanlıştır. Aristarchus,tutulma gözlemlerinin geometrisinden Ay ile Yer’in yarıçaplarını da karşılaştırmış ve bulmuştur. Aristarchus Güneş’i, büyüklüğü nedeniyle, evrenin merkezine koyup Güneş merkezli modeli savunmuş olabilir.
Ayrıca bu dönemde ilk kez Eratosthenes (M.O. 273- 192) tarafından küre biçimli kabul edilen Yer’in yarıçapı ilginç bir yöntemle doğruya çok yakın olarak bulunmuştu. 22 Haziran günü Güneş Syene kentinin başucu noktasında bulunduğu anda, iskenderiye kentinde Güneş’in başucu uzaklığı 7.2 açı derecesi ölçülmüş, ve bu açının Syene- iskenderiye arasındaki uzaklığı gören merkez açıya eşit olduğu dikkate alınarak (bkz Şekil 2.7 ),
S = q(rad) x R
genel bağıntısında 7.2 derecelik merkez açı (q) nın radyan değeri ve bu açının gördüğü Syene- iskenderiye uzaklığı (S) yerine konarak Yer’in yarıçapı R=6405.26 km bulunmuştur. Bu, bugünkü ortalama gerçek değer 6370 km ye çok yakındır. Bu bulguyla birlikte tutulmaların geometrisinden yararlanılarak Ay ve Güneş’in uzaklıkları ve büyüklükleri tahmin edilmiştir. Güneş’in görünür hareketindeki düzensizlikler farkedilmiş, Ay’ın yörüngesiyle ekliptik çemberi arasındaki 5 açı derecesi olan açı ölçülmüştür.
Hipparchus (M.Ö. 190- 125) zamanında gezegen parlaklıklarının yıl boyunca değiştiği biliniyordu. Hipparchus buradan gezegen- Yer uzaklığının yıl boyunca değişmesi gerektiğini düşünerek Yer merkezli modelde Yer’in görünmeyen kürelerin tam merkezinde olmaması gerektiğini savunmuştur. Hipparchus, hazırladığı yıldız kataloğundaki yıldız konumlarıyla aynı yıldızların daha önceden kaydedilen konumlarını karşılaştırarak konumlarda sürekli fakat çok yavaş olan bir değişimi farketmiştir Hipparchus’un astronomiye asıl katkısı, bugün kullanılan yıldız parlaklıklarının ölçüm sistemini geliştirmiş olmasıdır.