romeo
Yeni Üyemiz
Ayasofya’nın ilk banisi İmparator Constantinus binanın yüksekliği, kubbenin büyüklüğü ve azameti karşısında heyecana kapılarak kollarını semaya kaldırdığı ve Hazreti Süleyman mabedine atıfla:
“Ey koca Süleyman, artık ben Constantinus senden daha üstünüm”
diye bağırdığı rivayet edilir.
Istanbul’un fethinden sonra ise Sultan Fatih’in Ayasofya’nın kubbesine çıkarak rüyalar, efsaneler ve idealler şehri Konstantiniye’ye bakıp dehşete ve hüzne kapılmış, ardından şu beyti terennüm etmiştir:
Bûm nevbet mizened der tarem-i Afrasyâb
Perdedârî mikuned der kasr-ı Kayser ankebût
Geçenlerde bir sanat tarihçisi dostumun elinde “tepesinde çan, minareleri ise yer ile yeksan” bir Ayasofya fotoğrafı gösterdi. Densizin biri sözüm ona bunu “Ayasofya’nın orijinal hali” olarak takdim etmekteymiş.
Hırsıza yol öğretmek gibi olmasın ama minareleri söküp tepeye çan asmakla yada kubbeye “salip” kondurmakla Ayasofya’daki Osmanlı izlerini “silindi” saymak zır cehalettir. Her ne kadar Ayasofya, Bizans yapısı olsa da Osmanlılar bu mabede gösterdikleri büyük alakayla onu adeta “evlat” edinmişlerdir.
Her şeyden evvel devasa kubbesinin ağırlığı altında pek çok defa çöken ve yeniden inşa edilen binanın Osmanlılar elinde de ciddi tamiratlar gördüğü unutulmamalıdır.
Bunların en başında Mimar Sinan’ın eklediği payandaları sayabiliriz. Sinan bu “dış istinat duvarlarıyla” yapıyı desteklemiş, yer yer ördüğü kemerler ile de minareler ve ana bina arasında bir terazi kurmuştur. Böylelikle piramit vaziyeti alan yapının kubbe ağırlığını zemine aktarılır.
“Çağımızın füze, Ayasofya’nın da müze çağı” olduğu devirin başlarında Osmanlıların Ayasofya müştemilatına inşa ettikleri “Ayasofya Medresesi” ki Türklerin İstanbul’da kurduğu ilk yükseköğrenim kurumudur veya ona bitişik “Ayasofa Kütüphanesi” yıktırılmış olsa da tarihi binanın bahçesindeki 3 koca Padişah Türbesi hala dimdik ayaktadır.
Osmanlı sanatının en iyi örneklerini yansıtan, yıllarca kilitli ve viran kaldıktan sonra 2008’de restore edilip ziyaretçiye açılan bu türbeleri Osmanlıların Ayasofya’daki bir başka parmak izi olarak görebiliriz. II. Selim, III. Murad, III. Mehmed’in ve pek çok hanedan mensubunun Ayasofya’ya bitişik bu ebedi istiratgahlarına ek olarak Ayasofya’nın içinde zamanında vaftizhane olarak yapılmış bölümde Sultan I. Mustafa ve İbrahim’in mezarları yer almaktadır.
Dolayısıyla Ayasofya’nın Osmanlıların eli ve himayesi altında kadim zamanlardan modern çağa taşındığı unutmamalıdır. Dikkatli bakılınca ise eklenen payandalar, inşa edilen türbeler, ek yapılar ve hatta şadırvanla bu tarihi binanın “koca kubbeden ibaret dik bir yapı” hüviyetinden “kubbeler ve külahlar ahengi” vaziyetine sokulduğu görülür.
Bu açıdan Ayasofya’yı Bizans’tan çok artık bir Osmanlı eseri addetmek daha yerinde olacaktır.Ayasofya’yı Osmanlı’dan arındırma hevesinde olan zevatın “tepeye bir haç” dikmek ile bütün bu “Osmanlı parmak izlerini” temizlemesinin mümkün olamayacağını anlaması için ise şöyle 4 fersah öteden “binaya nâzır bir derim temaşa etmeleri” herhalde yeterde artar bile.
“Ey koca Süleyman, artık ben Constantinus senden daha üstünüm”
diye bağırdığı rivayet edilir.
Istanbul’un fethinden sonra ise Sultan Fatih’in Ayasofya’nın kubbesine çıkarak rüyalar, efsaneler ve idealler şehri Konstantiniye’ye bakıp dehşete ve hüzne kapılmış, ardından şu beyti terennüm etmiştir:
Bûm nevbet mizened der tarem-i Afrasyâb
Perdedârî mikuned der kasr-ı Kayser ankebût
Geçenlerde bir sanat tarihçisi dostumun elinde “tepesinde çan, minareleri ise yer ile yeksan” bir Ayasofya fotoğrafı gösterdi. Densizin biri sözüm ona bunu “Ayasofya’nın orijinal hali” olarak takdim etmekteymiş.
Hırsıza yol öğretmek gibi olmasın ama minareleri söküp tepeye çan asmakla yada kubbeye “salip” kondurmakla Ayasofya’daki Osmanlı izlerini “silindi” saymak zır cehalettir. Her ne kadar Ayasofya, Bizans yapısı olsa da Osmanlılar bu mabede gösterdikleri büyük alakayla onu adeta “evlat” edinmişlerdir.
Her şeyden evvel devasa kubbesinin ağırlığı altında pek çok defa çöken ve yeniden inşa edilen binanın Osmanlılar elinde de ciddi tamiratlar gördüğü unutulmamalıdır.
Bunların en başında Mimar Sinan’ın eklediği payandaları sayabiliriz. Sinan bu “dış istinat duvarlarıyla” yapıyı desteklemiş, yer yer ördüğü kemerler ile de minareler ve ana bina arasında bir terazi kurmuştur. Böylelikle piramit vaziyeti alan yapının kubbe ağırlığını zemine aktarılır.
“Çağımızın füze, Ayasofya’nın da müze çağı” olduğu devirin başlarında Osmanlıların Ayasofya müştemilatına inşa ettikleri “Ayasofya Medresesi” ki Türklerin İstanbul’da kurduğu ilk yükseköğrenim kurumudur veya ona bitişik “Ayasofa Kütüphanesi” yıktırılmış olsa da tarihi binanın bahçesindeki 3 koca Padişah Türbesi hala dimdik ayaktadır.
Osmanlı sanatının en iyi örneklerini yansıtan, yıllarca kilitli ve viran kaldıktan sonra 2008’de restore edilip ziyaretçiye açılan bu türbeleri Osmanlıların Ayasofya’daki bir başka parmak izi olarak görebiliriz. II. Selim, III. Murad, III. Mehmed’in ve pek çok hanedan mensubunun Ayasofya’ya bitişik bu ebedi istiratgahlarına ek olarak Ayasofya’nın içinde zamanında vaftizhane olarak yapılmış bölümde Sultan I. Mustafa ve İbrahim’in mezarları yer almaktadır.
Dolayısıyla Ayasofya’nın Osmanlıların eli ve himayesi altında kadim zamanlardan modern çağa taşındığı unutmamalıdır. Dikkatli bakılınca ise eklenen payandalar, inşa edilen türbeler, ek yapılar ve hatta şadırvanla bu tarihi binanın “koca kubbeden ibaret dik bir yapı” hüviyetinden “kubbeler ve külahlar ahengi” vaziyetine sokulduğu görülür.
Bu açıdan Ayasofya’yı Bizans’tan çok artık bir Osmanlı eseri addetmek daha yerinde olacaktır.Ayasofya’yı Osmanlı’dan arındırma hevesinde olan zevatın “tepeye bir haç” dikmek ile bütün bu “Osmanlı parmak izlerini” temizlemesinin mümkün olamayacağını anlaması için ise şöyle 4 fersah öteden “binaya nâzır bir derim temaşa etmeleri” herhalde yeterde artar bile.