Bir deden varsa git kıymetini bil!
Bir evde dede, yaşlı bir insandan daha ötedir, temeldir, canımızdır.
Şimdi ‘eski toprak’ desem birileri kızacak ya, yine de toprağın eskisinin şimdiki dediğim birilerince fark edilmiş olmasından son derece hoşnutum. Nasıl olduğu yeterince belli olmamakla birlikte suçu bütün bütün ecele yükleyerek işin içinden çıkmanın pek kolay olduğu tarihlerde, hastalıkların adını bile yeni duyan bizler, bünyemizi fazlasıyla zorlayan gerçekler karşısında sadece ‘kader’ deyip defteri kapatıveriyoruz. Oysa kapattığımız defterin türü konusundaki endişelerimiz öyle farfara tedirginlik bahşedecek seyir izlememiş belli ki. Baksanıza, daha fabrika çağının sonuna varmadan, üstübü tutan ellerin tespih yüzüne hasret dar-ı bekaya havale edilmeleri karşısında ancak hatırlayabildik asıl vatanın ‘Alamanya’ olmadığını. Kimbilir kaç kuşağın acısını sığıştırmıştır da yine de bilge sofralarının toplayıcısı olduğunu unutturmamıştır yarenlerine. Nasılsa artık dedelik çağının koyusiyah mevsimlerinden ayarttığı uykusu ile emeklilik mandalına basmaya alıştıracaktır bedenini.
Dedeyi alzaymırla mı hatırlamalı!
Hepimiz yaşadığımız toplumun birer dedesi olmaya ayarlı o hiç gelmeyeceğini düşündüğümüz birer baston, işitme cihazı, gözlük ve parkinsondan sonra ‘alzaymır’ın pençesinde kıvranan unutulmuşlukla yaralıyız. Hiç düşünmediğimiz o bambaşka ve hep başkalarının başını yakan yaşlılık, özünde sevinebileceğimiz tek teselli, belki de ‘dede’ rüyasının bizlere yaren kıldığı oğullar ve kızların hiç ayırt edilmeden aynı cümleden dualarla evden uğurlanması bunun için olmalı. Eskiler kızın, kızanın ve de kısrağın ehil olmasını, bütün huylarını geçmişin sağrısında bırakarak yeni mekânına alışması için dağdan topladıkları peryavşan, şebellah ve aşotu içirirlermiş. Eskinin bilinen meşhur reçetelerini yazan köyün ve mahallenin diplomasız doktoru ya da ‘kocakarı’ları için açamadıkları tek kapı tıpkı yeni mekânına alıştırmaya çalıştıkları gibi artık bir ayağı çukura doğru, bir gözü pek seğiren ihtiyar taifesinin şunca yıllık marazını devalayamamakmış. Hepi topu bir güz kunduzu gibi başını pencereden uzatacak, codar tutmuş ağzının kenarındaki tebessümü kış günlerinin sıcak sac sobalarına bağışlayacak minicik bir toruncuk, bu kadar…
Her dede bir değil tabi
Dedelerimizin ilk kahramanlar olduklarını öğrendiğimiz günden bu yana, faydası olmayan bütün yazılara şüphe ile baktık. Acaba sorusu, bütün yakın devir savaşlarından kalma merak güdüsünü kaşıyadursun, elimize tutuşturulan bir tesbihin, bir çakmağın, kuşağın, tabakanın, takma dişlerin anlamını çözmek için araladık eski defterleri. Çok can sıkıcı bir oturuşla okunması muhtemel bu satırların dede ile uzaktan yakından alakası olmayabilir. Böyle kaygıların dede ile aramızda neşv-ü nema bulan ünsiyet hattında gerçekleşiyor olması daha çok eski Mısır’ın tarihiyle müsemma bir hakikati dile getirmesi bakımından nazara değer. Sözde Mikerinos, babasının babasını Nil’in kan taşan, yüzünü çekirge ölüsü kaplayan bir zamanda itivermiştir nehre. Yazılanları yeniden hatırlayacak olursak, levrek ölüsünü andıran yüzü ve iç buran pek nefasetli sesiyle İfesis, torununun elinden tutmaya yeltenmiş ancak bütün çabası şu bir tek kelimede sönüp gitmiştir: ‘Salta Riba!’ (Ölü Yaşa!) Bugün Mısır’ın yaşayan üç büyük ölüsü arasında İfesis’in torununa ettiği bedduayı nasıl anlamalı peki? Bir dede olarak torununu örselemeyi göze almışsa insan, artık kapasitemizin üstünde yaşadığımızı gizlememize hiç mi hiç gerek yoktur.
Başka bir alemin yolcuları
Çocuk dünyamızın babamızdan (belki) sonra baş aktörlüğe layık gördüğü ‘eski toprak’ların serencamı oldukça hazin hikâyeler albümüdür çoğu zaman. O erken devir ömrümüzde, kibarlık budalalığına hiç kapılmadan ve yeteneklerimizi, adâb-ı muaşerete ait ilk bilgilerimizi hiçbir yüksünme belirtisi göstermeden detaylandıran bu, yüzleri toprağa seğirten insanları kronolojik tarihimizin her döneminde zikretme hoşgörüsünü gösterme taraftarı olduğumu hiç gizlemedim. Efendim, bir tarafında kalın bir tülle örttüğümüz gizli tarih, şurası muhakkak ki bencil tabiatımızın çirkin yüzüne nispetle kaleme alınmaktadır. Öyle ki, evlerimizde artık alabildiğine iğreti sürdürdükleri ömürleriyle, sayısız ölüm hayallerinin utanç dolu sayfalarını binbir günah duygusu ve pişmanlığı ile gizlemektedirler, ah!.. Daha çok, sömürgeci dünyanın eski sayfalarını karıştıranlar göreceklerdir ki en nefret edilen ucube tipler(!) yaşlılardır. Mümkünse el çabukluğu, zihin kıvraklığı ile tez zamanda ölüm bahsine isimlerinin yazılması için akıl almaz ölçüsüzlükte yollara tevessül edilmeli ve bu yapılanlar tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almalıdır, tıpkı daha öncekiler gibi. Aslında ‘ancak’ bağlacının öyle sanıldığı gibi boyama, yenileme görevi ifa ettiğini bilmiyor değilim ya, yine de ancak Doğu düşüncesinin pek fevkaladelikler sergilediği alanlardan biri daha karşımızda duruyor işte; asırların imbiğinden geçerek süzülen ‘ata’lık, babalık ocağının tütmesi için babayı, dedeyi sözde ‘huzurevi’ne sürmekten ziyade, pek bir alelusul incinmiş ruhlarını tamire dahi musikî tercihini hizmete şayan görüyor. Farkındasınız değil mi, çocukluk mevsiminden dedelik katına yükselirken Cahit Sıtkı, “Affan dedeye çocukluğunu satması için verdiği paranın” hesabını soramadığı gibi, cümlemiz çocuklukta tuttuğumuz her bir gün oruç karşılığı cebe indiriverdiğimiz çil çil kuruşların vebalini kaldıramayacağız!..
Anlatılanlara inanacak olur isek, artık zamanımızın ve evlerimizin en eski ‘eşyası’(!) olarak görülen dedelere dair işittiklerimiz ziyadesiyle mide bulandırıcı. Her evin ağzının tadı, sofrasının tuzu biberi pir-i faniler için reva görülen sözde ‘huzurevi’, batı düşüncesiyle dirsek temasından beridir beynimizi bir kurt gibi kemirdiği gibi sade ‘huzursuzluk’ haline kapı aralamakta maalesef. Belki bu son maalesef kelimesinin pratikte bir karşılığı yok ve fakat dünyanın dibinde oturan her asrın son temsilcilerine varasıya icat ettiğimiz bu insanlık ayıbı, kibirli ruhumuzda beliren dedelik etiketiyle birlikte alnımızın çatına vurulan lekeyi silmeye yetmeyecek. Çünkü hiçbir söz zaman içinde baki değil ve hiçbir suret zamanın dışına çıkmayacak. Nerede yaşadığımızı soranlara ya da yaşarken ‘nerede’ sorusuna vereceğimiz cevap, bizi bütün huzursuzlukların dışına çıkaracaksa eğer fettan bir manâ katabiliriz ancak.
Dedeleri çoktan unuttuk
Şimdi ağzı var dili yok, evlerin çoğu zaman insan sıcağından uzak köşelerinde ‘iki iyilikten birini’ bekleyen ve geçmiş günlerin gözlerinde yansıyan ipiltisiyle iç geçirip, sağır yastıklara gözyaşı döken, biçare yüzlerinde birikmiş yılların derin ağrısını büyük bir saygıyı hak edecek denli sırtlayan dedelerimiz, var mıydı gerçekten? Sandığımızdan öte, bugün hepimizin aile albümlerinde artık sararmaya, bir ucundan eprimeye yüztutmuş fotoğrafların yabansı duruşlarıyla dedelere münhasır işaretlerini çoktan unuttuk. Yaşadığımız zamanların en güzide anılarında kalmış o kutlu tembihler, öğretiler, efsaneler, ilh… hiç yaşanmamış birer rüya tortusu kalplerimizin en derin köşesinde. Bütün bunları bilerek seviyoruz ‘dede egemen’ toplumun feodal ilişkilerini. İlişki dediysem, tarzını inanç ekseninde bütün sulbüyle yaşatan kıvrak dokuyu, önce babadan sonra oğuldan öğrenen/öğreten bir iç dinamizmi imlediğim anlaşılmıştır sanırım.
Çanakkale’de bir dede
Bir gazete haberinin önce duvarları süsleyen gizem ve inilti dolu fotoğrafından sonra, günlerce bizleri sarsalayan henüz çocuk denilecek iki görüntünün aklımıza attığı çentiği bir ‘dede’ seslenişiyle sahiplenen torunlara gıpta ile baktığımı hatırlıyorum. Çanakkale savaşlarının yıllar sonra tesadüf sonucu günışığına çıkarılan iki kahramanı, bildiğimiz ‘dede’lik makamının en rütbelisini yaşadıkça, ruhlarından yansıyan umut torunlarını ziyadesiyle gönendirecektir. Gazetelerde, dergi ve internette çıkan haberleri anlatılmaz bir heyecanla okuduklarını söyleyen bu bahtı akpak torunlar, fotoğrafları gördükleri andan itibaren çarpıldıklarını, titrediklerini büyülü bir masalın en gizem dökücü kahramanları gibi gördükleri fotoğraftaki ‘genç’lerden birinin babalarına tıpatıp benzediğini büyük bir vecd halinde anlatıyorlar. “Dedemiz” diye de ekleyerek devam ediyorlar; “Çanakkale savaşlarına gittikten sonra hiçbir şekilde izine rastlayamadıklarını, ancak birkaç yıl sonra arşivlerin açılmasıyla birlikte bir davet üzerine Çanakkale’ye gittiklerini, gördükleri manzara, yaşadıkları duygu seli karşısında dedelerinin mezarının yine şehit olduğu topraklarda kalmasının daha uygun olacağını düşündükleri için tekrar memleketlerine döndüklerini söylüyorlar…
Kimsenin dedesi olamayacak kadar bencil birinin, baba-oğul-torun üçgeni açısından hesaplayamadığı çok ince ayrıntılardan biri de, bayrak yarışında sonsuza uzanabilmenin ama tercihen sıla-i rahime hürmetle yapılan bu yarışın sonsuz olduğunu bilmenin ayrıntılarını detaylandırabilmekte hüner. Yani dedemizin babamız kadar torunumuz gibi hak edilmiş bir sevginin halesi içinde bulunduğunu unutmamak en iyisi. Nerede bulunduğumuz hiç önemli değil, yeter ki dedenin soframızdaki yerini, albümümüzdeki hatırasını nesiller boyu aktarabilmekle gerçekleşiyor çoğu zaman görmeyi bile hayal ettiğimiz rüyalar. Ben dedemin gölgesini pek az hissettim bedenimde. Çoğu aylar ilkyaza veya yaz sonuna ayarlı tatil aralarında, sıcağın kıraç düzlükleri yalayarak ker*** evlerin sekilerine misafir olduğu öğle vakitlerinde, duvara dayadığı bastonuna elini uzattığı anda anlardık ibrikte bekleyen suyun abdest için soğutulduğunu. Ya da tarlaların, yayık zamanı binbir çeşit meyve ve sebze ile seyrine doyum olmaz şenlikler, halaylar arasında gözünden sicim gibi akıttığı yaşlarla son halamın düğününde pek üzülmüştü.
Neyse… Bakın, dedeler için önemli isimlerin askeri olmak üstün bir bakış, buruşuk bir eziş hamlesi olabilir çoğu zaman. Yani trenlerin günlerce yol aldığı otuzlu, kırklı yıllarda askerlik yapan her dede, torununa veya aile efradına beliğ bir kahraman nasıl olurmuş görün işte edasıyla sofra başının, kış aylarının bitmek tükenmek bilmeyen tek konusudur. Belki onlarca, yüzlerce defa dinlemişsinizdir aynı hikâyeyi. Hep İsmet Paşa’nın, Karabekir Paşa’nın bazı bazı Refet Paşa’nın yakın askeri olmak vardır anlatılan hikâyelerde. Belirgin bir masal tadı vardır. Sonra aynı jest, mimik seremonisi, aynı güvenç dolu üslup, sizleri ansızın çeker çıkarır zamanın dışına. Şükür dersiniz içinizden, bana babamın babasını görmeyi nasip eyleyen Rahman’a çok şükür!.. Hani nasıldı o Kerkük türküsü; “Yetimem vurulmuşam / Ben cigerden yanmışam / Gözüm onunçün ağlar / Çünkü yetim kalmışam. / Dede dede can dede / Tespihi mercan dede / Yerim sal yastığım koy / O dı geldim men dede…”
Dedelerimizin bizlere açmaya çalıştıkları umut ikliminde, aynalarda beklettiğimiz genç kalabilen bütün rüyalar adına bütün dedelerin ruhları şâd olsun!..
Reşit Güngör Kalkan
Bir evde dede, yaşlı bir insandan daha ötedir, temeldir, canımızdır.
Şimdi ‘eski toprak’ desem birileri kızacak ya, yine de toprağın eskisinin şimdiki dediğim birilerince fark edilmiş olmasından son derece hoşnutum. Nasıl olduğu yeterince belli olmamakla birlikte suçu bütün bütün ecele yükleyerek işin içinden çıkmanın pek kolay olduğu tarihlerde, hastalıkların adını bile yeni duyan bizler, bünyemizi fazlasıyla zorlayan gerçekler karşısında sadece ‘kader’ deyip defteri kapatıveriyoruz. Oysa kapattığımız defterin türü konusundaki endişelerimiz öyle farfara tedirginlik bahşedecek seyir izlememiş belli ki. Baksanıza, daha fabrika çağının sonuna varmadan, üstübü tutan ellerin tespih yüzüne hasret dar-ı bekaya havale edilmeleri karşısında ancak hatırlayabildik asıl vatanın ‘Alamanya’ olmadığını. Kimbilir kaç kuşağın acısını sığıştırmıştır da yine de bilge sofralarının toplayıcısı olduğunu unutturmamıştır yarenlerine. Nasılsa artık dedelik çağının koyusiyah mevsimlerinden ayarttığı uykusu ile emeklilik mandalına basmaya alıştıracaktır bedenini.
Dedeyi alzaymırla mı hatırlamalı!
Hepimiz yaşadığımız toplumun birer dedesi olmaya ayarlı o hiç gelmeyeceğini düşündüğümüz birer baston, işitme cihazı, gözlük ve parkinsondan sonra ‘alzaymır’ın pençesinde kıvranan unutulmuşlukla yaralıyız. Hiç düşünmediğimiz o bambaşka ve hep başkalarının başını yakan yaşlılık, özünde sevinebileceğimiz tek teselli, belki de ‘dede’ rüyasının bizlere yaren kıldığı oğullar ve kızların hiç ayırt edilmeden aynı cümleden dualarla evden uğurlanması bunun için olmalı. Eskiler kızın, kızanın ve de kısrağın ehil olmasını, bütün huylarını geçmişin sağrısında bırakarak yeni mekânına alışması için dağdan topladıkları peryavşan, şebellah ve aşotu içirirlermiş. Eskinin bilinen meşhur reçetelerini yazan köyün ve mahallenin diplomasız doktoru ya da ‘kocakarı’ları için açamadıkları tek kapı tıpkı yeni mekânına alıştırmaya çalıştıkları gibi artık bir ayağı çukura doğru, bir gözü pek seğiren ihtiyar taifesinin şunca yıllık marazını devalayamamakmış. Hepi topu bir güz kunduzu gibi başını pencereden uzatacak, codar tutmuş ağzının kenarındaki tebessümü kış günlerinin sıcak sac sobalarına bağışlayacak minicik bir toruncuk, bu kadar…
Her dede bir değil tabi
Dedelerimizin ilk kahramanlar olduklarını öğrendiğimiz günden bu yana, faydası olmayan bütün yazılara şüphe ile baktık. Acaba sorusu, bütün yakın devir savaşlarından kalma merak güdüsünü kaşıyadursun, elimize tutuşturulan bir tesbihin, bir çakmağın, kuşağın, tabakanın, takma dişlerin anlamını çözmek için araladık eski defterleri. Çok can sıkıcı bir oturuşla okunması muhtemel bu satırların dede ile uzaktan yakından alakası olmayabilir. Böyle kaygıların dede ile aramızda neşv-ü nema bulan ünsiyet hattında gerçekleşiyor olması daha çok eski Mısır’ın tarihiyle müsemma bir hakikati dile getirmesi bakımından nazara değer. Sözde Mikerinos, babasının babasını Nil’in kan taşan, yüzünü çekirge ölüsü kaplayan bir zamanda itivermiştir nehre. Yazılanları yeniden hatırlayacak olursak, levrek ölüsünü andıran yüzü ve iç buran pek nefasetli sesiyle İfesis, torununun elinden tutmaya yeltenmiş ancak bütün çabası şu bir tek kelimede sönüp gitmiştir: ‘Salta Riba!’ (Ölü Yaşa!) Bugün Mısır’ın yaşayan üç büyük ölüsü arasında İfesis’in torununa ettiği bedduayı nasıl anlamalı peki? Bir dede olarak torununu örselemeyi göze almışsa insan, artık kapasitemizin üstünde yaşadığımızı gizlememize hiç mi hiç gerek yoktur.
Başka bir alemin yolcuları
Çocuk dünyamızın babamızdan (belki) sonra baş aktörlüğe layık gördüğü ‘eski toprak’ların serencamı oldukça hazin hikâyeler albümüdür çoğu zaman. O erken devir ömrümüzde, kibarlık budalalığına hiç kapılmadan ve yeteneklerimizi, adâb-ı muaşerete ait ilk bilgilerimizi hiçbir yüksünme belirtisi göstermeden detaylandıran bu, yüzleri toprağa seğirten insanları kronolojik tarihimizin her döneminde zikretme hoşgörüsünü gösterme taraftarı olduğumu hiç gizlemedim. Efendim, bir tarafında kalın bir tülle örttüğümüz gizli tarih, şurası muhakkak ki bencil tabiatımızın çirkin yüzüne nispetle kaleme alınmaktadır. Öyle ki, evlerimizde artık alabildiğine iğreti sürdürdükleri ömürleriyle, sayısız ölüm hayallerinin utanç dolu sayfalarını binbir günah duygusu ve pişmanlığı ile gizlemektedirler, ah!.. Daha çok, sömürgeci dünyanın eski sayfalarını karıştıranlar göreceklerdir ki en nefret edilen ucube tipler(!) yaşlılardır. Mümkünse el çabukluğu, zihin kıvraklığı ile tez zamanda ölüm bahsine isimlerinin yazılması için akıl almaz ölçüsüzlükte yollara tevessül edilmeli ve bu yapılanlar tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almalıdır, tıpkı daha öncekiler gibi. Aslında ‘ancak’ bağlacının öyle sanıldığı gibi boyama, yenileme görevi ifa ettiğini bilmiyor değilim ya, yine de ancak Doğu düşüncesinin pek fevkaladelikler sergilediği alanlardan biri daha karşımızda duruyor işte; asırların imbiğinden geçerek süzülen ‘ata’lık, babalık ocağının tütmesi için babayı, dedeyi sözde ‘huzurevi’ne sürmekten ziyade, pek bir alelusul incinmiş ruhlarını tamire dahi musikî tercihini hizmete şayan görüyor. Farkındasınız değil mi, çocukluk mevsiminden dedelik katına yükselirken Cahit Sıtkı, “Affan dedeye çocukluğunu satması için verdiği paranın” hesabını soramadığı gibi, cümlemiz çocuklukta tuttuğumuz her bir gün oruç karşılığı cebe indiriverdiğimiz çil çil kuruşların vebalini kaldıramayacağız!..
Anlatılanlara inanacak olur isek, artık zamanımızın ve evlerimizin en eski ‘eşyası’(!) olarak görülen dedelere dair işittiklerimiz ziyadesiyle mide bulandırıcı. Her evin ağzının tadı, sofrasının tuzu biberi pir-i faniler için reva görülen sözde ‘huzurevi’, batı düşüncesiyle dirsek temasından beridir beynimizi bir kurt gibi kemirdiği gibi sade ‘huzursuzluk’ haline kapı aralamakta maalesef. Belki bu son maalesef kelimesinin pratikte bir karşılığı yok ve fakat dünyanın dibinde oturan her asrın son temsilcilerine varasıya icat ettiğimiz bu insanlık ayıbı, kibirli ruhumuzda beliren dedelik etiketiyle birlikte alnımızın çatına vurulan lekeyi silmeye yetmeyecek. Çünkü hiçbir söz zaman içinde baki değil ve hiçbir suret zamanın dışına çıkmayacak. Nerede yaşadığımızı soranlara ya da yaşarken ‘nerede’ sorusuna vereceğimiz cevap, bizi bütün huzursuzlukların dışına çıkaracaksa eğer fettan bir manâ katabiliriz ancak.
Dedeleri çoktan unuttuk
Şimdi ağzı var dili yok, evlerin çoğu zaman insan sıcağından uzak köşelerinde ‘iki iyilikten birini’ bekleyen ve geçmiş günlerin gözlerinde yansıyan ipiltisiyle iç geçirip, sağır yastıklara gözyaşı döken, biçare yüzlerinde birikmiş yılların derin ağrısını büyük bir saygıyı hak edecek denli sırtlayan dedelerimiz, var mıydı gerçekten? Sandığımızdan öte, bugün hepimizin aile albümlerinde artık sararmaya, bir ucundan eprimeye yüztutmuş fotoğrafların yabansı duruşlarıyla dedelere münhasır işaretlerini çoktan unuttuk. Yaşadığımız zamanların en güzide anılarında kalmış o kutlu tembihler, öğretiler, efsaneler, ilh… hiç yaşanmamış birer rüya tortusu kalplerimizin en derin köşesinde. Bütün bunları bilerek seviyoruz ‘dede egemen’ toplumun feodal ilişkilerini. İlişki dediysem, tarzını inanç ekseninde bütün sulbüyle yaşatan kıvrak dokuyu, önce babadan sonra oğuldan öğrenen/öğreten bir iç dinamizmi imlediğim anlaşılmıştır sanırım.
Çanakkale’de bir dede
Bir gazete haberinin önce duvarları süsleyen gizem ve inilti dolu fotoğrafından sonra, günlerce bizleri sarsalayan henüz çocuk denilecek iki görüntünün aklımıza attığı çentiği bir ‘dede’ seslenişiyle sahiplenen torunlara gıpta ile baktığımı hatırlıyorum. Çanakkale savaşlarının yıllar sonra tesadüf sonucu günışığına çıkarılan iki kahramanı, bildiğimiz ‘dede’lik makamının en rütbelisini yaşadıkça, ruhlarından yansıyan umut torunlarını ziyadesiyle gönendirecektir. Gazetelerde, dergi ve internette çıkan haberleri anlatılmaz bir heyecanla okuduklarını söyleyen bu bahtı akpak torunlar, fotoğrafları gördükleri andan itibaren çarpıldıklarını, titrediklerini büyülü bir masalın en gizem dökücü kahramanları gibi gördükleri fotoğraftaki ‘genç’lerden birinin babalarına tıpatıp benzediğini büyük bir vecd halinde anlatıyorlar. “Dedemiz” diye de ekleyerek devam ediyorlar; “Çanakkale savaşlarına gittikten sonra hiçbir şekilde izine rastlayamadıklarını, ancak birkaç yıl sonra arşivlerin açılmasıyla birlikte bir davet üzerine Çanakkale’ye gittiklerini, gördükleri manzara, yaşadıkları duygu seli karşısında dedelerinin mezarının yine şehit olduğu topraklarda kalmasının daha uygun olacağını düşündükleri için tekrar memleketlerine döndüklerini söylüyorlar…
Kimsenin dedesi olamayacak kadar bencil birinin, baba-oğul-torun üçgeni açısından hesaplayamadığı çok ince ayrıntılardan biri de, bayrak yarışında sonsuza uzanabilmenin ama tercihen sıla-i rahime hürmetle yapılan bu yarışın sonsuz olduğunu bilmenin ayrıntılarını detaylandırabilmekte hüner. Yani dedemizin babamız kadar torunumuz gibi hak edilmiş bir sevginin halesi içinde bulunduğunu unutmamak en iyisi. Nerede bulunduğumuz hiç önemli değil, yeter ki dedenin soframızdaki yerini, albümümüzdeki hatırasını nesiller boyu aktarabilmekle gerçekleşiyor çoğu zaman görmeyi bile hayal ettiğimiz rüyalar. Ben dedemin gölgesini pek az hissettim bedenimde. Çoğu aylar ilkyaza veya yaz sonuna ayarlı tatil aralarında, sıcağın kıraç düzlükleri yalayarak ker*** evlerin sekilerine misafir olduğu öğle vakitlerinde, duvara dayadığı bastonuna elini uzattığı anda anlardık ibrikte bekleyen suyun abdest için soğutulduğunu. Ya da tarlaların, yayık zamanı binbir çeşit meyve ve sebze ile seyrine doyum olmaz şenlikler, halaylar arasında gözünden sicim gibi akıttığı yaşlarla son halamın düğününde pek üzülmüştü.
Neyse… Bakın, dedeler için önemli isimlerin askeri olmak üstün bir bakış, buruşuk bir eziş hamlesi olabilir çoğu zaman. Yani trenlerin günlerce yol aldığı otuzlu, kırklı yıllarda askerlik yapan her dede, torununa veya aile efradına beliğ bir kahraman nasıl olurmuş görün işte edasıyla sofra başının, kış aylarının bitmek tükenmek bilmeyen tek konusudur. Belki onlarca, yüzlerce defa dinlemişsinizdir aynı hikâyeyi. Hep İsmet Paşa’nın, Karabekir Paşa’nın bazı bazı Refet Paşa’nın yakın askeri olmak vardır anlatılan hikâyelerde. Belirgin bir masal tadı vardır. Sonra aynı jest, mimik seremonisi, aynı güvenç dolu üslup, sizleri ansızın çeker çıkarır zamanın dışına. Şükür dersiniz içinizden, bana babamın babasını görmeyi nasip eyleyen Rahman’a çok şükür!.. Hani nasıldı o Kerkük türküsü; “Yetimem vurulmuşam / Ben cigerden yanmışam / Gözüm onunçün ağlar / Çünkü yetim kalmışam. / Dede dede can dede / Tespihi mercan dede / Yerim sal yastığım koy / O dı geldim men dede…”
Dedelerimizin bizlere açmaya çalıştıkları umut ikliminde, aynalarda beklettiğimiz genç kalabilen bütün rüyalar adına bütün dedelerin ruhları şâd olsun!..
Reşit Güngör Kalkan