TEFSİR BURÛC Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
BURÛC SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

BURÛC Suresi 13-14. Ayetler
BURÛC Suresi 13-14. Ayetler
Bürûc Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen beşinci, iniş sırasına göre yirmi yedinci sûredir. Şems sûresinden sonra, Tîn sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Bürûc Sûresi Hakkında

Burûc sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. 22 ayettir. İsmini, birinci âyette geçip “burçlar” mânasına gelen الْبُرُوجُ (burûc) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 85, nüzûl sırasına göre 27. sûredir.

Bürûc Sûresi Konusu

Bu sûre nâzil olduğu sırada, Mekkeli müşrikler müslümanlara dinlerinden dönmeleri için şiddetli bir şekilde zulmediyor, her türlü işkenceyi reva görüyorlardı. Bu bakımdan sûrede, müslümanlara bunca eziyet eden kâfirleri ne tür acı akibetlerin beklediği ve bu eziyetlere katlanan mü’minlerin ne derece mükafat elde edecekleri ele alınmaktadır. Bu mesaj, Ashâb-ı Uhdûd örnek verilerek sunulmaktadır. Sûre, Ashâb-ı Uhdûd, Firavn ve Semûd kavminin akıbetlerini bildirmek suretiyle müşriklerin eziyetlerine karşı Allah Resûlü’nü, ashâbını ve bütün mü’minleri teselli etmekte, onlara güven, huzur ve itminân vermektedir.

İsmini, birinci ayetinde geçen "burûc" (burçlar) kelimesinden almıştır: "Andolsun içinde burçları bulunan göğe!" ( 1 )

Burçlardan maksat, gökteki oniki burç olabileceği gibi, gök cisimlerinin seyirleri esnasında birinden diğerine intikal edegeldikleri menzilleri de olabilir. Bilindiği gibi bu gök cisimleri, seyirleri esnasında, yörüngelerinden asla sapmazlar. Bunlara yemin edilmekle, dikkatler olayın önem ve büyüklüğüne çekilmek istenmektedir.

"Va'dolunan kıyamet gününe andolsun!" (2)

Burada da Cenâb-ı Allah, insanların dikkatini kıyamet gününe çekmekte ve yeryüzünde işlenen bütün fiillerden hesap soracağını hatırlatmakta ve mazlumların hakkını zalimlerde bırakmayacağını, halledilmemiş davaları o büyük güne bıraktığını bildirmektedir.

"Şahitlik edecek ve hakkında şahadet edileceklere andolsun!" (3)

Sure, bu kasemle; kıyamet gününde, bütün mahlukatın hazır bulunacağı o dehşetli günde,.olacak her şeye herkesin şahit olacağını vurgulamaktadır. Kimi zalim, kimi mazlum, kimi alacaklı, kimi borçlu olarak...

Bu kısa sûure, iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce esaslarından bahsetmekle birlikte, asıl konusunu "Ashab-ı Uhdüd" oluşturuyor. İslâm'dan önce bir grup mümin zalim, gaddar ve katı kalpli Allah düşmanlarınca inandıklarından vazgeçirilmek istenirler. Fakat müminler karşı koyarlar, inançlarından asla taviz vermezler. Bunun üzerine, inkârcılar, geniş hendekler kazdırarak içinde ateş yaktırırlar. Topladıkları büyük kalabalıkların gözleri önünde bu müminleri ateşe atarlar. Eğlenmek maksadıyla bu elîm sahneyi zevkle seyrederler. Halbuki yakılanlar kendileri gibi insandırlar. Şu kadar var ki inançları uğruna yanmaktadırlar.

Kur'an, bu olayı şöyle dile getirmektedir:

"Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurmak onun çevresinde oturup, iman edenlere, dinlerinden dönmeleri için yapılan işkenceyi seyredenlerin canı çıksın. " (4-7)

Kimdir müminleri ateşe atarak yakan bu zalimler? Yüce Rabbimiz bunu bildirmiyor. Peki müminlerin suçu nedir? Niçin ateş azabı gibi can yakıcı bir işkence ile öldürüldüler?

"Bu inkarcıların iman edenleri ateş azabına uğratmaları, onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman etmiş olmalarındandır. Allah her şeye şahiddir. " (8-9)

" Fir'avn ailesinden olup, imanını gizlemekte bulunan bir mümin: Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır, dediği için mi öldüreceksiniz? dedi. " (el-Mü'min, 40/28)

Evet, müminlerin bir tek suçu vardır. O da Allah'a iman etmeleridir. Tarih boyunca, münkirlerin müminlere işkence etmeleri, onları can yakıcı eziyetlerle öldürmeleri hep aynı sebeptendir. Geçmişin Fir'avnları,. Nemrutları, Ebu Cehilleri ve günümüzdeki benzerleri, hep aynı sebepten inananlara türlü türlü eziyetleri reva görüyorlar.

"Muhakkak ki iman etmiş erkek ve kadınları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da onlaradır. " (10)

Zâlimler, müminlere yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe etmez ve zulümlerinde devam ederlerse, "Onlara Cehennem azabı vardır, can yakıcı azab da onlaradır". Dünyada iken müminlere uyguladıkları azabın kat kat daha acısını tadacaklardır.

Sure, inkârcıları bu şekilde tehdit ettikten sonra, Allah'ın razı olduğu iyi ameller işleyen müminlere Cennetler vereceğini şöyle açıklamaktadır:

"Şüphesiz yararlı işler işleyenlere, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur. " (11)

Bu büyük müjde, müminlerin kalblerine huzur vermesinin yanında; tarih boyunca karşılaşacakları işkence ve zorluklara karşı dayanma gücü kazandırmaktadır.

Surenin bir diğer ayeti zalimlere şöyle seslenir:

"Doğrusu Rabbimin yakalaması amansızdır. " (12) Yani sizin gücünüz Allah'ın gücünün yanında hiçtir. Asıl şiddetli yakalayış, yerin ve göklerin mâliki Cebbâr olan Allah'ın yakalayışıdır. Yine de:

"Yüce arşın sahibi, çok seven, bağışlayan O'dur. " (14-15)

Allah "Şedîdü'l-ikâb" (cezalandırması acı) olmakla birlikte sonsuz bir rahmet ve mağfiret sahibidir. Eğer zalimler zulümlerini terkedip tövbe ederlerse bağışlayabilir onları...

"O her dilediğini mutlaka yapandır. " (16)

Bazen dünyada zalimlerin yakasına yapışır, bazan da onları vâdolunan güne bırakır. Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır.

" Fir'avn ve Semûd ordularının haberi sana geldi mi?" (17-18)

Bilindiği gibi, Cenâb-ı Allah, Firavn'u da Semûd'u da ordularıyla birlikte helâk etmişti. Bu ayetle de benzerleri tüm zalimlere bir ültimatom vermektedir.

"Doğrusu kâfirler, hep (Allah'ın emir ve hükümlerini) yalanlama içindedirler. Halbuki Allah onları ardlarından, kuşatmıştır. " (19-20)

Zavallı kâfirler ise bunun farkında değillerdir. Farkına varınca da iş işten geçmiş olacaktır. Sure şöyle sona ermektedir:

"Ey Habîbim! Doğrusu sana vahyedilen bu kitap Levh-i Mahfûz'da sabit, Şanlı bir Kur'an'dır. " (21-22)

Allah kelâmı Kur'an, mahiyetini bilmediğimiz Levh-i Mahfûz'da olup her türlü tahriften ve tâhir olmayanların dokunmasından korunmuştur.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
BURÛC SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Yemin olsun burçlarla dolu göğe,

2. Geleceği va‘dedilen güne,

3. Şâhitlik edene ve hakkında şâhitlik edilene.


Cenâb-ı Hak sûreye, kudretinin büyüklüğünü, kıyamet gününde insanları hesaba çekebilecek bir güce sahip olduğunu ve bütün yapılanların bir “şâhid” tarafından ilâhî kameraya alındığını hatırlatmak üzere yeminle başlar:

Bu varlıklardan biri, burçlarla dolu gökyüzüdür. Gökyüzü, Yüce Allah’ın azamet nişâneleri ve kibriya alametleriyle dopdolu uçsuz bucaksız bir âlemdir. Yüce Mevlâ onu en hassas ölçülere göre bina etmiş, içini de milyarlarla ifade edilen büyük parlak gök cisimleriyle, yıldızlarla, gezegenlerle, ayla, güneşle ve daha bilemediğimiz sanat harikası nice devâsâ varlıklarla süslemiştir.

İkinci olarak geleceği va‘dedilen güne yemin edilir. Bu gün, bütün insanların hesap vermek üzere toplandığı, mü’minlere harikulâde güzellikte cennetlerin, cennet nimetlerinin ve hatta Cemâlullâh’ın va‘dedildiği; kâfirlere cehennem ateşinin, cehennemde akla hayale gelmez ızdırap, çile ve işkencelerin haber verildiği korkunç, belalı ve dehşetli kıyamet günüdür. Bu gerçeğin dile getirilmesi, Allah’a asi olanlar için pek sarsıcı bir tehdittir.

Yemin edilen bir husus da “şâhitlik eden ve hakkında şâhitlik edilen”dir. Gizli ve açığı bilen, her şeye bizâtihî şâhit olan Allah Teâlâ’dır. Bütün yaratılmışlar O’nun meşhûdu yani gördüğü, izlediği ve takip ettiği varlıklardır. “Şâhilik eden ve hakkında şâhitlik edilen”den anlaşılabilecek en açık mâna budur. Kıyamette insanlar, dünyadayken gözleriyle göremedikleri Yüce Allah’ın hesap ve azabıyla yüzyüze geleceklerdir. O’ndan en ufak bir şeyin bile gizli kalması mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte yaratıklar içinde de şâhitlik edecekler ve hakkında şâhitlik edilecekler bulunmaktadır. Önceki ayetle münasebeti kurulacak olursa, “şâhitlik eden” kıyamet günü hazır bulunanlar, “hakkında şâhitlik edilen” ise kıyamet günü meydana gelecek olan dehşetli manzaralardır. Kıyamet gününde Peygamberler de ümmetleri hakkında: “Bana uydular veya uymadılar; davetime icâbet ettiler veya etmediler” şeklinde şâhitlik yapacaklardır. En hayırlı ümmet olan Muhammed ümmeti de diğer ümmetler hakkında şâhitlik edecektir.

Bu yeminler, mü’minlere işkence etmek için hendekleri kazanların acı sonunu bildirmek üzere yapılmış bir giriştir. Bu kişileri Kur’ân-ı Kerîm “Ashâb-ı Uhdûd” diye isimlendirmektedir:

4. Kahrolsun mü’minleri yakmak için o hendekleri kazanlar.

5. Alev alev tutuşturulmuş ateşle dolu hendekleri!

6. Onlar o ateşin başına oturmuş,

7. Mü’minlere yaptıkları işkenceyi keyifle seyrediyorlardı.


Yüce Rablerine karşı kalplerinde taşıdıkları hâlis iman ve tevhid düşüncesine en küçük bir şirk kiri bulaştırmak istemeyen, sadece O’na kavuşmayı arzu eden, bu sebeple Allah’ın dışındaki güçlerin egemenliğine boyun eğmeyen mü’minleri yakmak üzere o tutuşturulmuş ateş dolu hendekleri hazırlayan Ashâb-ı Uhdûd, yüceler yücesi, bütün varlığı kudretine boyun eğdiren Cenâb-ı Hakk’ın lisanıyla lâlenetlenmiştir.

Ashâb-ı Uhdûd hakkında kaynaklarda dört değişik hadise zikredilir. Bunların en meşhuru, Yemen krallığını ele geçiren “Zû Nüvâs” hakkında olanıdır. Milâdî dördüncü asırda Yemen’e hakim olan bu kral, hıristiyan olan Necran ahâlisini, inançlarını değiştirmeye zorlamış, halk direnince bir çok insanı ateş dolu hendeklere attırarak diri diri yaktırmıştır. Bu şekilde öldürülenlerin sayısının 20.000 kadar olduğu kaydedilmektedir. Yemen’de yahudi hâkimiyeti 340-378 yılları arasında devam etmiştir. Şunu hemen belirtelim ki Ashâb-ı Uhdûd, Araplarca bilinen bir kıssadır. Bunlar, o dönemde Allah’a inanan ve bu sebeple kendi düşünce ve ideolojilerini benimsemeyen mü’minleri, kazdıkları derin hendeklerde tutuşturdukları ateşler içinde yakmışlar, kendileri de bunu insafsızca ve merhametsizce seyretmişlerdir. İşte mü’minlere böyle zulümleri reva gören bu azgınlar ve bunların farklı zamanlarda ortaya çıkan benzerleri, Allah Teâlâ’nın kahrına ve gazabına uğramışlar ve ilâhî rahmetten kovulmuşlardır. Şu bir gerçek ki, kalplere kök salıp karar kılan imanı bu şekilde yakmaya çalışanlar başarılı olamamış, bilakis Allah’ın kahır ve gazabına uğrayarak mağlup ve perişan olmuşlardır. Ashâb-ı Uhdûd, Yüce Rabbimizin benzerleri içinden seçtiği bir örnektir. Bu tür olaylar tarih içinde benzer şekilde tekrarlanıp durmaktadır.

Sûrenin başında zikredilen yeminler, aynı zamanda Mekke kâfirlerinin de Ashâb-ı Uhdûd gibi lanetlendiklerini gösterir.

Dördüncü ayetin metnindeki قُتِلَ (kutile) kelimesiyle anlatılan lânetlenme, işlenen günahın büyüklüğünü gösterdiği gibi, o günahı işleyenlere de Allah’ın gazabının çarpacağını gösterir.

Bahsedilen kâfirlerin, mü’minlerden bu şekilde intikam almalarının sebebi neydi:

8. O mü’minlerden, başka bir sebeple değil, sadece karşı konulmaz kudret sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’a iman etmelerinden ötürü nefret edip, intikam alıyorlardı.

9. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyet ve hâkimiyeti kendisine ait olan Allah’a. Ama Allah olup biten her şeye şâhittir.


Bu azılı kâfirler, mü’minlerden, başka bir sebeple değil, sadece karşı konulamaz kudret sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’a inanıp güvenmelerinden ve yalnız O’na dayanıp bel bağlamalarından; diğer taraftan da onların savunduğu sistemleri reddetmelerinden dolayı öç almaktadırlar. Halbuki bu bir suç değil, Rabbimizin istediği ihlas ve tevhidin ta kendisidir. Allah’ın güç ve kuvvet sahibi olduğunda şüphe yoktur. Ancak bu dünya mü’min için bir istirahat mekanı değil, bir imtihan sahnesidir. Bu sahnede mü’minler de imanlarında test edileceklerdir. Bize şer gibi görülen bir kısım olaylar, netice itibariyle birer rahmet tezahürüdür. Ebedi âhiret nimetlerine kavuşabilmek için geçici dünya hayatında bir bedel ödemek zaruridir. Bir anlamda mü’minler çektikleri bu çilelerle, cennete girmelerinin yegane anahtarı olan imanlarına safiyet, temizlik ve keskinlik kazandırmaktadırlar. Bununla birlikte Yüce Rabbimiz, kâfirlere ve zalimlere, yeri ve zamanı geldiğinde en şiddetli bir şekilde yakalayıp hadlerini bildirmek için, bir kısım hikmetlere dayalı olarak mühlet tanımaktadır.

Cenâb-ı Hakkın “Şehîd” ismi, bilen ve gören anlamını taşımaktadır. O, kullarının bütün yaptıklarına müttalidir, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. O her şeyi görmekte, izlemekte ve bilmektedir. Mümin kul Allah’ın kendi durumunu gördüğünü bilince, O’nun rızâsı için eziyetlere katlanması kolay olur.

Anlatıldığına göre adamın biri sopalarla dövülüyor, o ise sabredip ses çıkarmıyordu. Oradakilerden biri:

“– Sana dayak acı vermiyor mu, niçin sesini çıkarmıyorsun?” deyince adam:
“– Evet, acı veriyor, hem de çok acı veriyor” diyordu. O kişi:
“– Peki niçin bağırmıyorsun, âh, of demiyorsun” dediğinde adam:
“– Şurada bulunanlar içinde sevgilim var, beni izliyor, eğer bağırırsam onun yanındaki değerimi kaybetmekten korkarım” diye karşılık veriyordu.

Allah Teâlâ’nın Şehîd ismi, aynı zamanda yapılan zulümlerin karşılıksız kalmayacağını da gösterir:

10. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara her türlü işkenceyi yapan, sonra da pişman olup bundan vazgeçmeyenlere cehennem azabı, bir de yangın azabı vardır.

11. Buna karşılık, iman edip sâlih ameller yapanlara ise içinden ırmaklar akan cennetler vardır. En büyük başarı ve kurtuluş işte budur.


Her şeyi bilen ve gören Allah Teâlâ, Ashâb-ı Uhdûd kıssasında mücrimlerin işlediği bir vahşiliği ve ona karşı müslümanların gösterdiği metaneti tasvir ettikten sonra, bu vahşiliği ve mukabilindeki metaneti genelleştirerek zaman ve mekan kaydının dışına çıkarmakta ve sürekli geçerli olan bir genel kuralı hatırlatmaktadır. Nerede ve ne zaman olursa olsun, mü’min erkek ve kadınlara, imanlarından çevirmek için mihnet ve eza edip sonra da tevbe etmeyenlere; yaptıkları bu cürme pişman olup vazgeçmeyenlere, bu yaptıklarının karşılığı olarak cehennem azabı bir de yangın azabı vardır. Bu yangın azabı, gittikçe artıp genişlemesi itibariyle yangına benzeyen fitnelerinden dolayıdır. Bu azabın bir kısmı dünyada da olabilir. Ancak dünya azabıyla âhiret azabı, dünyadaki ateşin yakmasıyla cehennem ateşinin yakması kıyas edilemez. Dünya azabının bir sonu vardır, nihayet ölümle bitecektir. Ama âhiret azabı nihayetsizdir. Bu bakımdan belâ, musibet ve işkenceler karşısında sarsıntıya uğramayıp imanlarında sabredenler, samimi imanla sâlih ameli birleştirenler, âhirette Rablerinin katında köşklerinin önünden ve ağaçlarının arasından ırmaklar çağıldayan güzel güzel bahçelere, arzuladıkları her türlü nimetlere kavuşacaklardır. Bu kavuşma büyük bir başarıdır ki, bütün cazibesiyle dünya onun yanında pek ehemmiyetsiz kalır.

Öyleyse müslüman, İslâm’ı tebliğ, yaşama ve yaşatma mücâdelesinde önüne çıkabilecek engellere aldırmadan hedefe doğru adım adım ilerlemelidir. Çünkü Allah’ın nûrunu söndürmek için çalışan zâlimleri Cenâb-ı Hakk’ın pek şiddetli yakalayışı beklemektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
12. Rabbinin yakalaması gerçekten pek şiddetlidir.

13. O’dur her şeyi yoktan yaratan, yarattığını tekrar edip, son olarak âhirette yeniden yaratacak olan.

14. Yalnız O’dur günahları çokça bağışlayan, kullarını çok seven ve sevilen.

15. Arşın gerçek sahibi, şanı pek yüce olan,

16. O’dur, dilediği her şeyi dilediği gibi yapan.


12. âyetteki اَلْبَطْشُ (batş) kelimesi, merhamet etmeden, en ufak bir acıma hissi duymadan kıskıvrak, şiddetle ve sert bir şekilde yakalamak anlamındadır. Böyle iken bir de “şiddet” vasfıyla nitelenmesi, o yakalamanın dehşetini iyice artırmaktadır. Bundan maksat, Allah Teâlâ’nın azgın zalimleri yakalayıp hesaba çekmeye ve hadlerini bildirmeye ne ölçüde kudret sahibi olduğunu vurgulamaktır. Burada bu lafzın seçilmesi, kâfirlerin hiçbir acıma hissi duymadan mü’minleri kıskıvrak yakalayıp ateşlerde yakmalarıyla uygunluk arzetmektedir. Allah da onlara kıyamet günü aynı şekilde muamele edecek ve cehennemde yakacaktır. Ceza, amelin cinsinden olacaktır. Çünkü sonsuz kuvet ve hikmet sahibi Allah, varlıkları yoktan yaratan, bunların varlıklarını tekrar eden ve canlıları ölümden sonra diriltecek olandır. O, insanları yoktan var eder, sonra onları yok eder, sonra kıyamet gününde amellerinin karşılığını vermek üzere yeniden diriltir. Kâfir ve zâlimlere mühlet tanıması da bundan ötürüdür. Yoksa ihmalinden değildir. “Allah, imhal eder ama ihmal etmez” nüktesi bunu belirtir.

Allah’ın amansız yakalayışı, onuncu ayette ifade edilen kâfirlerin işledikleri cürümlere münasip olduğu gibi, “Ğafûr” ve “Vedûd” vasıfları da onbirinci ayette zikredilen mü’minlerin halleriyle uyuşmaktadır. Allah Ğafûrdur; mü’min kullarının günahlarını bağışlayandır, örtendir. O Vedûddur; çok seven ve çok sevilendir. Dünya hayatında seven, sevgilisinin her istediğini yaptığı ve ona türlü türlü hediyeler verdiği gibi, Allah da dostlarına şanına yaraşır şekilde daha güzeliyle ikram eder.

Allah’ın kuluna muhabbeti, dünyayı, onun hayatını idame ettirecek imkânlarla donatması, her türlü varlığı hizmetine amade kılması ve kedisine de bu imkânlardan istifade edebilecek akıl, idrak ve kabiliyet vermesidir. Ayrıca, sünnetullahın gereği olarak dünya hayatında bir kısım bela, musibet ve sıkıntılarla karşılaşmasına rağmen, kalbine yerleştirdiği ülvî ve mânevî duyguları coşturarak ve Rabbiyle beraber olma şuuruna erdirerek esrarengiz zevklerle dolu derin bir hayat yaşatmasıdır.

Nitekim farz ve nafile ibâdetlere devamla kulun Allah’ın yakınlığını ve muhabbetini kazanacağını, Allah bir kulunu sevdiğinde ise onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olacağını açıklayan hadis-i kudside (Buhârî, Rikâk 38), Allah ile kulu arasındaki muhabbetin izlerini bulmak mümkündür. Kulun Allah’a muhabbeti ise bütün benliği ile O’na yönelmesi, O’na kavuşmayı istemesi, sahip olduğu derin saygı duygularıyla emirlerine titizlikle riayet etmesi ve peygamberinin yolunda gitmesidir. Kulların Allah’a en sevimlisi, karşılık beklemeden kulluk edendir. Zira gerçek muhabbet, karşılık beklenmeden duyulan hâlis bir muhabbet ve katıksız bir aşktır.

Bağışlayıcı, seven ve sevilen yüce Allah, her şeyin sahibi olduğu gibi arşın da sahibi ve malikidir. Büyük küçük bütün yaratıklar üzerinde etkili bir saltanat sahibidir. Cenâb-ı Hak Mecîd’dir; uludur, zâtı şerefli, fiilleri güzel, ihsanı boldur. O, kemal ifade eden bütün isim ve sıfatları kendinde toplamıştır. O, dilediğini yapar, iradesi hiç şaşmaz. Bu sebeple hem tehdit hem de müjdesini yerine getireceğinde asla şüphe yoktur.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Ebubekir (r.a.), ölüm hastalığına tutulduğu sırada bir grup dostu onu ziyarete gelir ve:

“– Hastalığınız hayli ciddi, müsaade ederseniz bir doktor çağıralım” derler. Ebubekr:
“– Doktor geldi, beni gördü” der. Ziyaretçiler:
“– Peki ne tavsiye etti, sana ne söyledi?” dediklerinde O:
“– Doktor bana اِنِّى فَعَّالٌ لِمَا اُرِيدُ «Ben dilediğimi yaparım» dedi” diyerek tebessüm eder. Böylece ecelinin yaklaştığını anlarlar. Zira o, doktorla Allah’ı kastetmiştir. Ondan sonra fazla zaman geçmeden vefat eder.

İnsanlık tarihi boyunca zulüm ve işkence yapanların âkibetini görebilmen için:

17. Sana haberi geldi mi o günahkâr orduların:

18. Firavun ve Semûd’un?

19. Buna rağmen inkârcılar sürekli bir yalanlayış içindeler.

20. Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.


Bahsedilen ordular, Hz. Mûsâ’ya karşı azgınlık yapan Firavun ve Hz. Sâlih’e asi olan Semûd ordularıdır. Kendilerini güçlü ve kuvvetli sanarak hadlerini aşıp peygamberlere ve mü’minlere işkence eden bu orduları Allah yerle bir etmiştir. O günün Arap toplumu Firavun’un helak oluş kıssasını biliyor, Semûd kavminin helak izlerini de görüyorlardı. “Buna rağmen inkârcılar sürekli bir yalanlayış içindeler” (Burûc 85/19) âyetiyle, geçmiş dönemdeki kâfirlerin halini ifadeden sonra günümüz kâfirlerinin durumuna dikkat çekilmektedir. Bunların da Allah’ın yakalamasından ve azabından kurtulmaları mümkün değildir. Onlar, her yönden düşman kuvvetleriyle çevrilmiş, yolları kapatılmış ve sıkıştırılmış çaresiz bir gruba benzetilmişlerdir. Bu grubun o kuşatmayı yarıp kurtulması zor olduğu gibi, kâfirler de kendilerini arkalarından sıkı sıkıya kuşatan Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır.

Netice itibariyle:

Bahsedilen ordular, Hz. Mûsâ’ya karşı azgınlık yapan Firavun ve Hz. Sâlih’e asi olan Semûd ordularıdır. Kendilerini güçlü ve kuvvetli sanarak hadlerini aşıp peygamberlere ve mü’minlere işkence eden bu orduları Allah yerle bir etmiştir. O günün Arap toplumu Firavun’un helak oluş kıssasını biliyor, Semûd kavminin helak izlerini de görüyorlardı. “Buna rağmen inkârcılar sürekli bir yalanlayış içindeler” (Burûc 85/19) âyetiyle, geçmiş dönemdeki kâfirlerin halini ifadeden sonra günümüz kâfirlerinin durumuna dikkat çekilmektedir. Bunların da Allah’ın yakalamasından ve azabından kurtulmaları mümkün değildir. Onlar, her yönden düşman kuvvetleriyle çevrilmiş, yolları kapatılmış ve sıkıştırılmış çaresiz bir gruba benzetilmişlerdir. Bu grubun o kuşatmayı yarıp kurtulması zor olduğu gibi, kâfirler de kendilerini arkalarından sıkı sıkıya kuşatan Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır.

Netice itibariyle:

21. Onlar ne derse desin, doğrusu bu pek şerefli bir Kur’an’dır.

22. Onun aslı Levh-i Mahfûz’da her türlü müdahaleden koruma altındadır.


Kâfirlerin Allah’ın ayetlerini yalanlamaları Kur’an’a bir zarar vermez. Çünkü o, nazım ve mâna itibariyle bütün ilâhî kitapların eşsiz, dünya ve âhirete ait bütün incelikleri toplayan şerefli Kur’an’dır. O, Allah katında Levh-i Mahfûz’da, korunmuş bir levhada bulunmaktadır. Dolayısıyla artma ve eksilmeden, bozulma ve değişmeden uzaktır. Kur’an’ın pek şerefli bir kitap olduğunda mü’minlerin hiçbir şüphesi yoktur. Fakat önemli olan, ona sadece kuru bir kudsiyet atfedip yüksek ve mutenâ yerlerde asılı saklamak veya hastalara şifa niyetine okumak değil, onu Rabbin emir ve talimatlarını getiren bir mektup olarak telakki edip gereğini yapmaktır. Nitekim şimdi gelmekte olan Târık sûresi, her insan üzerinde gözetleyici bir bekçinin bulunduğunu belirterek, bu hususu daha şumüllü ve derinlikli bir şekilde izah etmektedir:
 
Üst Alt