BÜYÜK KORKU
Muhammedi Vallahi sen bize hiç yalan söylemedin. Fakat sana uyarsak yerimizden olacağız. Bundan dolayı iman etmiyoruz. (Mekke’nin Müşrik Eşrafı)
Mekke eşrafı, Resulüllah’tan ilâhî hakikatleri ilk duyduklarında korku ve öfke içerisinde ‘Biz senin yoluna uyarsak yurdumuzdan atılırız [351] dediler. Bu gerekçeyi uzun bir süre de sıklıkla dile getirdiler. Eşrafın bu korkusunu ilk defa Ebû Leheb dile getirmişti. Ebû Leheb, Resulüllah’ın bir yemek daveti sırasında aralarında kendisinin de bulunduğu akrabalarına İslâm’ı anlatması üzerine, bizzat yeğenin yüzüne ‘Sen kavminin başına büyük bir bela açıyorsun. Bu nedenle Arap kabileleri bütün güçleriyle üzerimize çullanmadan bizler ellerimizi çabuk tutup seni hapsetmeliyiz’ demişti. O, bu sözleriyle tüm Mekke toplumunu ilgilendiren bir endişeyi dile getirmesinin yanı sıra, Haşim oğullarını da uyarıyor ve bir an önce İslâm davetini engellemeleri gerektiği yönünde hatırlatma da bulunuyordu. Eğer gerekli tedbirleri almaz ve îslâm davetini engellemezlerse, büyük sıkıntılarla karşılaşacaklarını ifade ediyordu.
Yine aynı şekilde olmak üzere, Mekke eşrafı, Hz. Peygamberle yaptıkları bir görüşmede ‘Muhammed! Vallahi sen bize hiç yalan söylemedin. Fakat sana uyarsak yerimizden olacağız. Bundan dolayı iman etmiyoruz’ dediler. Bu gerekçelerine bağlı olarak da, islâm davetini, ‘Başımıza büyük bir şey geldi’ sözlerinde açığa çıkan bir korkuyla karşıladılar. Dönemin şartları incelendiğinde, Mekke eşrafının îslâm davetini kabul etmeleri durumunda başlarına geleceğine emin oldukları ‘yurtlarından atılma’ korkusunun bilinçsizce söylenmiş bir ifade veya yakınma olmadığı anlaşılmaktadır. Onlar bu korkularında kendilerince son derece haklı bir sebebe sahiptiler. Korkularının sebebi ve tepkilerinin görünen gerekçesi Mekke’deki putlar ve putlar nedeniyle elde ettikleri imkânlar ve imtiyazlardı.
Resulüllah îslâm davetine başladığı zaman Kabe’nin içinde ve çevresinde sayısı 360’a varan put dikiliydi. Bunlar farklı kabilelere ve ailelere ait putlardı. Zira, Arapların hepsi aynı putlara tapmıyorlardı. Tüm Araplar için ortak sayılabilecek bir put yoktu. Herkesin putu farklıydı. Bir kişi, bir aile veya bir kabile, diğerlerinin putunu kabul etmek zorunda değildi. Çoğunluk tarafından kabul edilip saygı gösterilen putlar vardı ama bunların sayısı birkaçı geçmiyordu. Üstelik bu putlara karşı lakayt olan, kaba söz sarf eden, kötü davranışlar sergileyenler de eksik olmuyordu. Dolayısıyla, Mekkelilerce tapılmayan çok sayıda put Kabe’nin içinde ve çevresinde bulunuyor ve bu putlar Mekkeliler tarafından korunup, kollanıyordu. Putları koruma ve kollama görevini içten gelerek, büyük bir titizlikle yerine getiriyorlardı. Zira bu putlar Mekke için önemli bir ekonomik kaynaktı. Yarımadanın her yanındaki müşrikler Mekke’ye gelmek zorundaydılar, çünkü en önemli kutsalları olan Kabe Mekke’deydi; Kabe’ye gelmek zorundaydılar, çünkü taptıkları putları Kabe’deydi.
Kabe ve putlar nedeniyle düzenlenen hac töreninin Mekke ekonomisine katkısı ne kadar büyük olursa olsun, Mekkeliler bununla yetinmeyip ek gelir kaynakları da oluşturmuşlardı. Onlar Medine ve Taif gibi tarım veya hayvancılık yapılabilecek bir coğrafyada yaşamıyorlardı. Bu durumda ek gelir için, o günün şartlarında yapabilecekleri en önemli şey ticaretti. Mekkelilerin büyük kısmı tüccardı. Ticarî faaliyeti seçmelerinde, Mekkeli olmalarının etkisi büyüktü. Mekkeliler Kabe’nin ve putların bakıcısı, muhafızı olmalarının sağladığı imtiyazlar nedeniyle herhangi bir zarara uğramadan, tüm yanmada da ve hatta Bizans, Fars ve Habeştan da ticarî faaliyetlerde bulunabiliyorlardı. Arap yarımadasında ve çevre bölgelerde Kureyş’in kervanlarının her zaman ayrıcalığı vardı; eşkıya grupları Kureyş’in kervanlarına saldırmazlar; geçişlerini saygıyla izlerlerdi. Bu nedenle, yılın değişik mevsimlerinde düzenlenen çok büyük ticaret kervanlarını, en uzak bölgelere, başlarında az bir muhafız grubuyla gönderebiliyor ve çevre bölgelerin emir, vali veya krallarıyla yapılmış ilâf ismindeki özel ticaret anlaşmaları sayesinde büyük vergi muafiyetlerinden yararlanabiliyorlardı.
Bu yöneticilerin Mekke tüccarlarına tanıdıkları imtiyazlar ise iki nedene dayanıyordu: Birincisi, bu yöneticilerin yahut idaresi altındaki halkın putu Mekke’deydi. Putların daha iyi korunması, muhafaza edilmesi için Mekkelilere özel muamelenin gerektiğine inanıyorlardı. Putlarının hizmetçisi olmaları nedeniyle Mekkelilere karşı saygı duyuyorlardı, ikincisi, tüm müşrik Arapların saygı duydukları Mekkelilere verilen imtiyazlar, tüm Arapların yakınlığım elde etmenin en önemli aracıydı ki bu durum daha ziyade Habeş ve Bizans gibi Hıristiyan devletlerin veya Fars gibi Mecusi bir devletin yöneticileri açısından Önemli bir durumdu.
Tespit edebildiğimiz kadarıyla çevre bölgelerin yöneticilerinden elde edilen imtiyazlara yazılı belgelerle resmî bir hüviyet kazandıran ilk şahıs Resulüllah’ın büyük dedesi Haşim olmuştu. O, Bizans ve Gassanî emirleriyle anlaşmalar yaparak kendi kervanları için özel imtiyazlar elde etmişti. Bunu takiben Haşim’in kardeşlerinden Abduşems Habeş Necaşisi ile diğer kardeş Nevfel Fars hükümdarıyla, Muttalib ise Yemen emirleri ile anlaşmalar yapmıştı. Bütün bu anlaşmalar vergi muafiyetleriyle, ekonomik imtiyazlarla ilgiliydi. Bu muafiyet ve imtiyazlar sonraki nesillerde de devam etmiş ve bu dört kardeşin çocukları, torunları aynı imtiyazlarla ticarî faaliyetlerini devam ettirmişlerdi. Ayrıca, sonraki nesillerden bazıları, kişisel gayretleri sonucunda elde ettikleri muafiyet ve imtiyazlarla faaliyet alanlarım daha da genişletmişlerdi.
İslâm davetinin başlandığı yıllarda, Mekke’nin en zenginleri, ticarî faaliyetlerini aralıksız devam ettiren ve zenginlikleri vasıtasıyla Mekke’nin idaresinde söz sahibi olan şahsiyetlerdi. Bunlardan Ebû Süfyan mallarını muhafaza edebilmek için Suriye’de birçok depo satın alacak veya inşa ettirecek kadar ticarî faaliyetlerini büyütmüştü. Amr b. As, daha çok Mısır ticaretinde önemli bir yer edinmiş ve Mısır’a sürekli ticaret kervanları gönderiyordu. Velid b. Muğire ve Abdullah b. Cüd’ân ise ticarî faaliyetleri sonucunda çok büyük servetlere sahip olmuşlardı. Velid ve Abdullah, daha sonraki yıllarda ticaretle bizzat ilgilenmeyi terk edip, bu işi adamları aracılığıyla yürütmeye başlamışlardı.
Ticarî faaliyetlerin en önemli malları gümüş, altın, kokulu maddeler, silah, deri mamulleri, şeker, mum, kumaş, baharat, üzüm, zeytinyağı ve kölelerdi. Bazıları, faaliyet alanlarındaki başarılarıyla rakipsiz konuma gelmişlerdi. Silah tüccarı Safran b. Umeyye ile, köle tüccarı olan Abdullah bin Cüd’ân’m ismi bu konuda ilk planda hatırlananlardandı.
Düzenlenen ticarî faaliyetlerin Mekke ekonomisine katkısını daha iyi anlamak için, yürütülen ticarî faaliyetlerin ekonomik değerini tespit etmek faydalı olacaktır. Genellikle ortak katılımla tertip edilen ticaret kervanlarına katılan en az sermayeli tüccarın sermayesi bin altın dinar civarındaydı. O günün ölçü birimleriyle bir dinar 4,25 gram altına eşitti. Buna göre en küçük sermayeli tüccarın katılım payı dört kiloyu aşan bir altının bedeline karşılık geliyordu. Orta büyüklükteki bir ticaret kervanının malî değeri 50.000 dinarı bulurdu. Bu 200 kiloyu aşan altına karşılık gelen bir değerdir. Bazen 2500 deveden oluşan kervanların teşkil edilmesi, ticarî faaliyetlerin büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Bu kadar büyük değeri ifade eden bir ticaret kervanının başında ise genellikle 100 ile 300 arasında muhafız bulunurdu. Bu durum, Mekke tüccarlarının dini saygınlıklarının en önemli göstergesidir. Onlar bu kadar büyük sermayeli bir kervanla, bu kadar az muhafızla, hiçbir saldırıya uğramadan Fars, Anadolu, Habeş, Yemen pazarlarına kadar aylarca yolculuk yapabilmekteydiler.
Ancak Resulüllah’ın İslâm davetine başlaması, Mekkeliler için, yüzyıllardır sahip oldukları bu ekonomik menfaatlerin yok olması anlamına geliyordu. İslâm’ın ilanı ve dolayısıyla putların reddedilmesi, Arapların Mekke’ye gelişlerinin en önemli nedenini yok etmek demekti. Bunun Mekke ekonomisi açısından yol açacağı sarsıntının ne kadar büyük olacağı ise açıktı. Ayrıca daha da önemlisi, putların reddedilip, yok edilmesi bütün putperest Arapların tepkisine neden olacaktı. Putlarına karşı olumsuz tavırları nedeniyle Mekkelilere düşman olacaklardı. Bu ise, Mekke toplumu için öldürülmek veya yurtlarından kovulmakla eş anlamlı bir durumu ifade ediyordu. Mekke toplumunun ise bütün Araplarla baş edemeyeceği açıktı.
[351] Kasas, 28:57
Muhammedi Vallahi sen bize hiç yalan söylemedin. Fakat sana uyarsak yerimizden olacağız. Bundan dolayı iman etmiyoruz. (Mekke’nin Müşrik Eşrafı)
Mekke eşrafı, Resulüllah’tan ilâhî hakikatleri ilk duyduklarında korku ve öfke içerisinde ‘Biz senin yoluna uyarsak yurdumuzdan atılırız [351] dediler. Bu gerekçeyi uzun bir süre de sıklıkla dile getirdiler. Eşrafın bu korkusunu ilk defa Ebû Leheb dile getirmişti. Ebû Leheb, Resulüllah’ın bir yemek daveti sırasında aralarında kendisinin de bulunduğu akrabalarına İslâm’ı anlatması üzerine, bizzat yeğenin yüzüne ‘Sen kavminin başına büyük bir bela açıyorsun. Bu nedenle Arap kabileleri bütün güçleriyle üzerimize çullanmadan bizler ellerimizi çabuk tutup seni hapsetmeliyiz’ demişti. O, bu sözleriyle tüm Mekke toplumunu ilgilendiren bir endişeyi dile getirmesinin yanı sıra, Haşim oğullarını da uyarıyor ve bir an önce İslâm davetini engellemeleri gerektiği yönünde hatırlatma da bulunuyordu. Eğer gerekli tedbirleri almaz ve îslâm davetini engellemezlerse, büyük sıkıntılarla karşılaşacaklarını ifade ediyordu.
Yine aynı şekilde olmak üzere, Mekke eşrafı, Hz. Peygamberle yaptıkları bir görüşmede ‘Muhammed! Vallahi sen bize hiç yalan söylemedin. Fakat sana uyarsak yerimizden olacağız. Bundan dolayı iman etmiyoruz’ dediler. Bu gerekçelerine bağlı olarak da, islâm davetini, ‘Başımıza büyük bir şey geldi’ sözlerinde açığa çıkan bir korkuyla karşıladılar. Dönemin şartları incelendiğinde, Mekke eşrafının îslâm davetini kabul etmeleri durumunda başlarına geleceğine emin oldukları ‘yurtlarından atılma’ korkusunun bilinçsizce söylenmiş bir ifade veya yakınma olmadığı anlaşılmaktadır. Onlar bu korkularında kendilerince son derece haklı bir sebebe sahiptiler. Korkularının sebebi ve tepkilerinin görünen gerekçesi Mekke’deki putlar ve putlar nedeniyle elde ettikleri imkânlar ve imtiyazlardı.
Resulüllah îslâm davetine başladığı zaman Kabe’nin içinde ve çevresinde sayısı 360’a varan put dikiliydi. Bunlar farklı kabilelere ve ailelere ait putlardı. Zira, Arapların hepsi aynı putlara tapmıyorlardı. Tüm Araplar için ortak sayılabilecek bir put yoktu. Herkesin putu farklıydı. Bir kişi, bir aile veya bir kabile, diğerlerinin putunu kabul etmek zorunda değildi. Çoğunluk tarafından kabul edilip saygı gösterilen putlar vardı ama bunların sayısı birkaçı geçmiyordu. Üstelik bu putlara karşı lakayt olan, kaba söz sarf eden, kötü davranışlar sergileyenler de eksik olmuyordu. Dolayısıyla, Mekkelilerce tapılmayan çok sayıda put Kabe’nin içinde ve çevresinde bulunuyor ve bu putlar Mekkeliler tarafından korunup, kollanıyordu. Putları koruma ve kollama görevini içten gelerek, büyük bir titizlikle yerine getiriyorlardı. Zira bu putlar Mekke için önemli bir ekonomik kaynaktı. Yarımadanın her yanındaki müşrikler Mekke’ye gelmek zorundaydılar, çünkü en önemli kutsalları olan Kabe Mekke’deydi; Kabe’ye gelmek zorundaydılar, çünkü taptıkları putları Kabe’deydi.
Kabe ve putlar nedeniyle düzenlenen hac töreninin Mekke ekonomisine katkısı ne kadar büyük olursa olsun, Mekkeliler bununla yetinmeyip ek gelir kaynakları da oluşturmuşlardı. Onlar Medine ve Taif gibi tarım veya hayvancılık yapılabilecek bir coğrafyada yaşamıyorlardı. Bu durumda ek gelir için, o günün şartlarında yapabilecekleri en önemli şey ticaretti. Mekkelilerin büyük kısmı tüccardı. Ticarî faaliyeti seçmelerinde, Mekkeli olmalarının etkisi büyüktü. Mekkeliler Kabe’nin ve putların bakıcısı, muhafızı olmalarının sağladığı imtiyazlar nedeniyle herhangi bir zarara uğramadan, tüm yanmada da ve hatta Bizans, Fars ve Habeştan da ticarî faaliyetlerde bulunabiliyorlardı. Arap yarımadasında ve çevre bölgelerde Kureyş’in kervanlarının her zaman ayrıcalığı vardı; eşkıya grupları Kureyş’in kervanlarına saldırmazlar; geçişlerini saygıyla izlerlerdi. Bu nedenle, yılın değişik mevsimlerinde düzenlenen çok büyük ticaret kervanlarını, en uzak bölgelere, başlarında az bir muhafız grubuyla gönderebiliyor ve çevre bölgelerin emir, vali veya krallarıyla yapılmış ilâf ismindeki özel ticaret anlaşmaları sayesinde büyük vergi muafiyetlerinden yararlanabiliyorlardı.
Bu yöneticilerin Mekke tüccarlarına tanıdıkları imtiyazlar ise iki nedene dayanıyordu: Birincisi, bu yöneticilerin yahut idaresi altındaki halkın putu Mekke’deydi. Putların daha iyi korunması, muhafaza edilmesi için Mekkelilere özel muamelenin gerektiğine inanıyorlardı. Putlarının hizmetçisi olmaları nedeniyle Mekkelilere karşı saygı duyuyorlardı, ikincisi, tüm müşrik Arapların saygı duydukları Mekkelilere verilen imtiyazlar, tüm Arapların yakınlığım elde etmenin en önemli aracıydı ki bu durum daha ziyade Habeş ve Bizans gibi Hıristiyan devletlerin veya Fars gibi Mecusi bir devletin yöneticileri açısından Önemli bir durumdu.
Tespit edebildiğimiz kadarıyla çevre bölgelerin yöneticilerinden elde edilen imtiyazlara yazılı belgelerle resmî bir hüviyet kazandıran ilk şahıs Resulüllah’ın büyük dedesi Haşim olmuştu. O, Bizans ve Gassanî emirleriyle anlaşmalar yaparak kendi kervanları için özel imtiyazlar elde etmişti. Bunu takiben Haşim’in kardeşlerinden Abduşems Habeş Necaşisi ile diğer kardeş Nevfel Fars hükümdarıyla, Muttalib ise Yemen emirleri ile anlaşmalar yapmıştı. Bütün bu anlaşmalar vergi muafiyetleriyle, ekonomik imtiyazlarla ilgiliydi. Bu muafiyet ve imtiyazlar sonraki nesillerde de devam etmiş ve bu dört kardeşin çocukları, torunları aynı imtiyazlarla ticarî faaliyetlerini devam ettirmişlerdi. Ayrıca, sonraki nesillerden bazıları, kişisel gayretleri sonucunda elde ettikleri muafiyet ve imtiyazlarla faaliyet alanlarım daha da genişletmişlerdi.
İslâm davetinin başlandığı yıllarda, Mekke’nin en zenginleri, ticarî faaliyetlerini aralıksız devam ettiren ve zenginlikleri vasıtasıyla Mekke’nin idaresinde söz sahibi olan şahsiyetlerdi. Bunlardan Ebû Süfyan mallarını muhafaza edebilmek için Suriye’de birçok depo satın alacak veya inşa ettirecek kadar ticarî faaliyetlerini büyütmüştü. Amr b. As, daha çok Mısır ticaretinde önemli bir yer edinmiş ve Mısır’a sürekli ticaret kervanları gönderiyordu. Velid b. Muğire ve Abdullah b. Cüd’ân ise ticarî faaliyetleri sonucunda çok büyük servetlere sahip olmuşlardı. Velid ve Abdullah, daha sonraki yıllarda ticaretle bizzat ilgilenmeyi terk edip, bu işi adamları aracılığıyla yürütmeye başlamışlardı.
Ticarî faaliyetlerin en önemli malları gümüş, altın, kokulu maddeler, silah, deri mamulleri, şeker, mum, kumaş, baharat, üzüm, zeytinyağı ve kölelerdi. Bazıları, faaliyet alanlarındaki başarılarıyla rakipsiz konuma gelmişlerdi. Silah tüccarı Safran b. Umeyye ile, köle tüccarı olan Abdullah bin Cüd’ân’m ismi bu konuda ilk planda hatırlananlardandı.
Düzenlenen ticarî faaliyetlerin Mekke ekonomisine katkısını daha iyi anlamak için, yürütülen ticarî faaliyetlerin ekonomik değerini tespit etmek faydalı olacaktır. Genellikle ortak katılımla tertip edilen ticaret kervanlarına katılan en az sermayeli tüccarın sermayesi bin altın dinar civarındaydı. O günün ölçü birimleriyle bir dinar 4,25 gram altına eşitti. Buna göre en küçük sermayeli tüccarın katılım payı dört kiloyu aşan bir altının bedeline karşılık geliyordu. Orta büyüklükteki bir ticaret kervanının malî değeri 50.000 dinarı bulurdu. Bu 200 kiloyu aşan altına karşılık gelen bir değerdir. Bazen 2500 deveden oluşan kervanların teşkil edilmesi, ticarî faaliyetlerin büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Bu kadar büyük değeri ifade eden bir ticaret kervanının başında ise genellikle 100 ile 300 arasında muhafız bulunurdu. Bu durum, Mekke tüccarlarının dini saygınlıklarının en önemli göstergesidir. Onlar bu kadar büyük sermayeli bir kervanla, bu kadar az muhafızla, hiçbir saldırıya uğramadan Fars, Anadolu, Habeş, Yemen pazarlarına kadar aylarca yolculuk yapabilmekteydiler.
Ancak Resulüllah’ın İslâm davetine başlaması, Mekkeliler için, yüzyıllardır sahip oldukları bu ekonomik menfaatlerin yok olması anlamına geliyordu. İslâm’ın ilanı ve dolayısıyla putların reddedilmesi, Arapların Mekke’ye gelişlerinin en önemli nedenini yok etmek demekti. Bunun Mekke ekonomisi açısından yol açacağı sarsıntının ne kadar büyük olacağı ise açıktı. Ayrıca daha da önemlisi, putların reddedilip, yok edilmesi bütün putperest Arapların tepkisine neden olacaktı. Putlarına karşı olumsuz tavırları nedeniyle Mekkelilere düşman olacaklardı. Bu ise, Mekke toplumu için öldürülmek veya yurtlarından kovulmakla eş anlamlı bir durumu ifade ediyordu. Mekke toplumunun ise bütün Araplarla baş edemeyeceği açıktı.
[351] Kasas, 28:57