CİNN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Rasûlüm! De ki: “Bana vahiyle bildirildi ki, cinlerden bir topluluk beni Kur’an okurken dinleyip sonra da kavimlerine dönerek şöyle dediler: «Biz hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik.»
2. «O her hususta doğru yolu gösteriyor; biz de ona iman ettik. Bundan böyle artık Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.»
3. «Şüphesiz Rabbimizin şânı çok yücedir. O ne bir eş edinmiştir; ne de bir çocuk.»
Sûrenin iniş sebebi olarak zikredilen rivayet de göstermektedir ki, Resûlullah (s.a.s.) bir defasında Kur’an okurken, cinlerden bir grup gelip onu dinlediler. Duydukları Kur’an’a hayran kaldılar. Bu hayranlıklarını قُرْاٰنًا عَجَبًا (Kur’ânen ‘aceben) sözüyle ifade etmişlerdir. “Kur’an”, Efendimiz (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an olabileceği gibi, cinler daha önce Kur’an’ın ne olduğunu bilmedikleri, onunla burada ilk kez karşılaştıkları için “okunan şey” mânasında da olabilir. اَلْعَجَبُ (‘aceb) ise “çok hayret verici, hayran bırakıcı, hârikulâde güzel” demektir. Bununla gerek dil yönünden, gerek fesahat ve belagat cihetiyle, gerek mâna ve mevzu itibariyle Kur’an’ın emsalsizliğini dile getirmişlerdir. Kur’an hakkında ikinci tespitleri, onun “her hususta doğru yolu gösteren; itikatta, amelde, ahlâkta doğru olanı öğreten bir kitap” olmasıdır. Cinler, anladıkları bu gerçeklere dayanarak iman ettiler, Allah’ın birliğini anladılar ve O’na bir daha aslâ şirk koşmayacaklarını söylediler.
Aynı hususa Ahkâf sûresinde de yer verilmektedir. Orada verilen bilgilere göre, Kur’an’ı dinleyen ve ona iman eden cin grubu, kavimlerinin yanına dönmüşler, onlara
“Mûsâ’dan sonra indirilen, daha önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve dosdoğru bir yola rehberlik yapan bir kitap” dinlediklerini söylemişler ve onları Allah’ın davetçisi olan Resûlullah (s.a.s.)’e iman ve itaate çağırmışlardı. (bk. Ahkâf 46/29-32)
İster bu sûrede ister Ahkâf sûresinde olsun, cinlerin Kur’an’ı dinleyip ona iman etmelerinden haber verilmesi, Resûlullah (s.a.s.)’den defalarca Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri halde bir türlü kalpleri yumuşamayan, ona inanmamakta ısrar ve inat eden müşrikleri onlardan ibret almaya teşvik etmek içindir. Bir taraftan da müşriklerin inatları karşısında daralan Allah Resûlü (s.a.s.) teselli edilmektedir. Müşrikler inanmasa da onu dinleyen ve ona inanan görünür görünmez daha farklı varlıklar bulunduğunu, dolayısıyla bütün gücüyle Kur’an okumaya, onun hakikatlerini tebliğe devam etmesi gerektiği öğütlenir.
Dinledikleri Kur’an sayesinde cinlerin öğrendikleri bir gerçek de şudur:
4. «Şimdi öğreniyoruz ki, meğer bizim beyinsizlerimiz, Allah hakkında yalan yanlış şeyler söylüyormuş.»
5. «Oysa biz, insanların da cinlerin de Allah hakkında asla yalan söylemeyeceklerini sanıyorduk.»
Allah hakkında asılsız sözler söyleyen beyinsizlerin başında İblîs gelir. Cinlerin inkârcı ve itaatsiz olanları da onun gibidir. Cinler, daha önce İblîs’in ve azgın cinlerin Allah hakkındaki aslı esası olmayan sözlerine kanarak şirk koşuyor, O’na eş ve çocuk isnat ediyorlardı. Anlaşılan o ki, Kur’an’ı dinleyip gerçekleri öğrendikten sonra bu yanlış yoldan vazgeçmişlerdir.
Cinlerle insanlar arasında gerçekleşen olumsuz etkileşimin sebebine gelince:
6. “Gerçi, öteden beri insanlardan bazı adamlar cinlerden birtakım adamlara sığınıyor, böylece onların kibir ve azgınlıklarını artırıyor, cinler de kendilerine sığınanların günahına günah, isyânına isyân katıyorlardı.»
7. «Onlar da, sizin sandığınız gibi, Allah ölen kimseyi bir daha diriltmeyecek sanıyorlardı.»”
Cahiliye döneminde Araplar, harap bir yerde geceleyin konaklamak istediklerinde: “Biz bu vâdinin şerrinden, buranın sahibi olan cine sığınırız” diyerek, cinlerin kötülüğünden onların efendisine sığınırdı. Çünkü onların inancına göre, her harabe yer cinlerin hâkimiyeti altındaydı. Onların büyüğüne sığınmadıkları takdirde, oradaki cinlerin kendilerine eziyet vereceğine inanırlardı. (bk. Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, XXIX, 134) Yaratılış itibariyle aslında kendilerinden daha üstün olan, yeryüzünün halifesi kılınan insanların, bunu fark etmeyip, kendilerine sığındığını gören cinler, kibirlenip iyice azgınlaşmaktadırlar. Böylece onlara daha fazla eziyet etmekte, sapıklıkta daha cüretkâr olmakta; kendilerine sığınanların günahına günah, isyanına isyan katmaktadırlar. O halde insan kendi yüksek değerini fark etmeli ve buna uygun davranmalıdır.
Cinler, bize gizli olan durumları hakkında açıklama yapmaya şöyle devam ediyorlar:
8. “«Doğrusu biz, melekleri dinlemek için göğe yükselmek istedik. Bir de ne görelim: Orası sert ve güçlü bekçilerle, alev fışkırtan mermilerle dopdolu.»
9. «Oysa önceleri biz, haber dinlemek için orada oturacak yerler bulup otururduk. Fakat şimdi, Kur’an inmeye başladıktan sonra, artık kim göğe çıkıp melekleri dinlemeye kalksa, kendisini gözetleyen bir alev topuyla karşılaşıyor!»
10. «Göğün böyle sıkı denetim altına alınmasıyla yeryüzü ahâlisi için bir kötülük mü kastedilmiştir, yoksa Rableri onlar için bir iyilik mi dilemiştir; onu biz bilemiyoruz?»
Cinler daha önceleri göklere çıkıyor, orada oturabilecekleri boş yerler bulup bir kısım gök haberlerini dinleyebiliyorlardı. Meleklerin kendi aralarında geçen konuşmalardan bazı şeyler çalıyor, insanları aldatmak ve bozgunculuk yapmak üzere çaldıkları haberlere pek çok yalan katıp bunu dostlarına ulaştırıyorlardı. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) gönderilip Kur’an inmeye başladıktan sonra artık bir daha önceki oturmuş oldukları yerlere oturma ve gök haberlerini dinleme imkânları kalmadı. Bunun asıl sebebi, cin ve şeytanların Kur’an vahyine müdahalesini engellemek ve vahyin sağlıklı, arı duru, tertemiz bir şekilde Peygamber’e ulaşmasını sağlamak olduğu anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak onlara gök kapılarını kapattı. Bundan böyle, oraya yükselip bir şey çalmaya teşebbüs edenleri, son derece güçlü ve sert bekçiler geri çevirmeye, gözetleyici şihaplar ve ateş huzmeleri onları yakalayıp etkisiz hale getirmeye başladılar. (bk. Hicr 15/17-18; Sâffât 37/7-10)
Önceleri gelecekle ilgili tahminler yürüten cinler, bu mühim hâdise üzerine ölçülü davranmaya başlamışlar, bunun, yeryüzünde yaşayanlar için bir kötülük mü getireceği, yahut Allah Teâlâ’nın bununla onlar için bir iyilik mi dilediği hususunu Allah’a havale etmişlerdir. Bunu yaparken de, mü’mine yakışan bir edeple, “iyiliği Allah’a nispet ederken, kötülüğü O’na nispet etmekten uzak durmuşlardır.” Bu ve benzeri âyetlerden hareketle, kulun Allah’a karşı gözetmesi gereken edepte:
اَلْخَيْرُ كُلُّهُ مِنْكَ وَ الشَّرُّ لَا يُنْسَبُ اِلَيْكَ
(el-Hayru kulluhû minke veşşerru lâ yünsebu ileyke)
“Bütün iyilikler sendendir. Fakat, yaratanı sen olmakla birlikte kötülükler sana nispet edilmez” kaidesi benimsenmiştir.
Buradan itibaren cinler, toplum olarak kendi durumları hakkında bilgi verirler: