ceylannur
Yeni Üyemiz
Değişen dünyada Müslümanın görevi nedir, neyi nasıl savunmalı, duruşu nasıl olmalıdır
Değişen dünyada Müslümanın görevi nedir, neyi nasıl savunmalı, duruşu nasıl olmalıdır? Cehennem’in 7 (yedi) kapısından her biri insandaki bir kötü özellikle mi eşleşiyor?
Yazar: Sorularla İslamiyet 23-6-2009
Cevap 1:
Bir Müslüman öncelikle her zaman hak ve hakikati, doğru olanları yapmalı ve savunmalıdır. Çünkü, kurtuluş doğruluktadır. Fakat bu hakikatleri, bu doğruları da doğru tespit etmek gerekir. Ayrıca, “Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir” vecizesinin anlamlı hikmetine kulak verilmelidir. Bunları detaylarına girmeden birkaç madde halinde şöyle sıralayabiliriz:
a. Bu asır ilim asrıdır. Kıyamete kadar gittikçe ilimler daha da artacak yeni keşifler ortaya çıkacaktır. Bugün bizim en büyük düşmanız cehalet, zaruret/fakirlik ve ihtilaftır. Bunlara karşı tavizsiz duruş sergilememiz gerekir. Önce kendimizden ve yakın çevremizden başlayarak dinî ve fennî ilimlerin tahsiline önem vereceğiz. Tabii ki, herkesin bütün ilimleri öğrenmesi mümkün değildir. Bunu iş bölümü çerçevesinde yapacağız. Bu bir farz-ı kifâyedir, cenaze namazı gibidir, bazılarının yapması yeterlidir, fakat bu işler eksik yapılırsa, ihtiyaca cevap veremiyorsa, bütün toplum, bütün ümmet günahkâr olur. Bu bağlamda şunu vurgulamak gerekir, insanlara doğru İslamiyeti ve İslamiyete yakışır doğruluğu, doğru olarak yaşar ve yaşatmaya çalışırsak iki cihanda da mesud ve bahtiyar oluruz.
Şu halde, bilgi-bilgisayar çağı olan bu asırda tek silahımız ilim olmalıdır. Artık cihat manevîdir, fikir, ilim, kalem üzerinde yükselir İslam’ın evrensel mesajı. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinde okuma, insanların yaratılışı ve kalemin dikkatlere sunulması, fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte okunmasının gereğine güçlü bir vurgudur.
b. Maddi/ekonomik gelişme düzeyi bu günkü toplumların değer ölçüsü haline gelmiştir. Asrın ihtiyacı olan bu gelişmeye ayak uyduramamış İslam âleminin bu günkü perişan vaziyeti, bu ölçünün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Şahsî menfaatleri için değil, Müslümanların menfaatleri için zengin olmaya, teknolojiyi elde etmeye çalışanların sevabı büyüktür. Çünkü, bu asırda “İ’la-yı kelimetüllah maddeten terakkiye mütevakkıftır = Allah’ın mesajlarının evrensel boyutta hâkim olabilmesi, maddi imkânlara bağlıdır”. Devletçe-milletçe buna dikkat edeceğiz, dikkat edenlere taraftar olacağız. “Bir hırka-bir lokma” devri geçmiştir. Çünkü, işler ferdî hayat boyutundan çıkıp toplumsal, evrensel bir boyut kazanmıştır.
c. İhtilaflardan sıyrılıp ittihada, ittifaka ulaşmak için, Allah’ın ipine sımsıkı sarılacağız: “Müminler ancak kardeştir” ayetinin önüne hiçbir tasavvur geçmemelidir. Ne ırk, ne bölge, ne yakın akrabalık, ne dünya menfaati, ne ideolojik yoldaşlık, ne siyasî görüş farklılığı İslam kardeşliğinin önüne geçmemelidir. Allah’ın ön gördüğü bu ittifaka girmeden, arızî rüzgârların önünde savrulmaktan kurtulamayız.
d. Her zaman barıştan yana olmak, İslam mesajının her tarafa yayılmasının önemli şartlarından biridir. Çünkü, gerçekler, ancak sakin atmosferlerde anlaşılabilir. Bediüzzaman, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” derken, İslam’ın güzelliğini, merhametini, şefkatini, evrenselliğini, alemlere rahmet veçhesini seslendirmiş oluyor.
e. Onun “Aç olan canavara karşı gevşeklik göstermek, merhametini değil, iştihasını açar, geri dönüp dişlerinin kirasını da ister” şeklindeki veciz sözü, yerine göre/ hikmete uygun hareket etmenin lüzumuna işarettir.
Cevap 2:
Bu konuda kesin bir nas (ayet veya hadis) olmamakla beraber, alimlerin tespitine göre bu tabakalar ve grupları şöyledir:
Katları: Alt tabakadan üst tabakaya doğru: 1. Munafıklar, 2. Müşrikler, 3. Mecusiler, 4. Sabiiler, 5. Hıristiyanlar. 6. Yahudiler, 7. Günahkâr müminler. (bk. Beyzavî-Mecmu-, 3/564)
Bununla beraber, değişik suçlardan ötürü aynı kişinin farklı yerlerde cezaya tabi tutulması da göz ardı edilmemesi gereken bir mülahazadır. “Onunla/Cehennemle Hamim/kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman, 55/44) mealindeki ayetin ifadesi bu görüşü güçlendirmektedir.
“Onun (Cehennemin), yedi kapısı vardır. Her kapı için, onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır." (Hicr, 15/44) âyetinde işaret edilen bu yedi bölge, Cehennem, Lezâ, Hutame, Saîr, Sekar, Cehîm, Hâviye isminde olup, hepsi de farklı derecelerdedir. (bk. et-Taberî, VIII/35; el-Beydâvî, III/564)
Ayette geçen yedi kapıdan maksat, insanı helâk eden ve beş duyu ile alâkalı olan fiillerin yanı sıra, bu beş duyudan farklı sayılabilecek şehvet ve öfke ile alâkalı fiillerin cezalandırıldığı toplam yedi bölge olabilir. Yahut, genel olarak suçların durumuna göre yedi guruptan meydana gelen Cehennemliklere ayrılan yedi bölgedir. (bk. el-Beydâvî, III/564; el-Alûsî, XIV/53)
Bu konudaki -şeriat dili açısından akla daha uygun görülen- diğer bir ihtimal de yedi Cehennemin, insanların yedi organına göre tespit edilmesidir. Çünkü Cehennem kapılarının yedi olması ile Cennet kapılarının sekiz olması arasında apaçık bir ilişki vardır. Bundan dolayı denebilir ki, bu kapıların teklife tâbi tutulmuş organlarla yakın ilişkisi vardır.
Bilindiği gibi insanın mükellef organları sekiz tanedir: Kalb, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız, cinsel organ. Bunlardan yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalptir. Doğrudan doğruya Allah'a bakan kalp kapısı açık olursa, bu sekiz organın her biri Allah'ın emri doğrultusunda hareket ederek Cennete birer giriş kapısı olabilir. Ve bu şekilde Cennete sekiz kapıdan girilir. Fakat içte ruh körleşmiş ve kalp kapısı kapanmışsa, dıştaki yedi organ, Cehenneme açılmış birer giriş kapısı hükmüne geçer. İşte Cennet kapıları sekiz olduğu halde, Cehennem kapılarının yedi olması -Allah daha iyi bilir ki- bu hikmetten dolayıdır. (bk. Yazır, V/212) Tabii ki organların Cennet ve Cehennemle ilişkileri, daha çok insanlar açısından değerlendirilmiştir. Cinler için de ayrıca bir değerlendirme söz konusu olabilir.
Bediüzzaman Said Nursi de insanların her bir organının, hem Cennet hem de Cehennem kapılarını açabilecek birer anahtar hükmünde olduğunu söylemektedir. Ona göre: akıl bir âlettir; eğer Allah adına kullanılmayıp nefsin heva ve hevesine tâbi kılınırsa, insanı ciddi rahatsız eden, sahibini Cehenneme kadar sürükleyecek olan uğursuz bir âlet halini alır. Dinden uzak kimselerde kendini gösteren huzursuzluğun önemli bir bölümünün kaynağı budur. Eğer akıl, Allah adına kullanılsa, bir yandan din ilimleri, bir yandan da müspet ilimler penceresinden kâinat kitabını okuyacak, sahibine Allah'ı tanıtarak ona Cennet kapılarını açacak tılsımlı ve şifreli güzel bir anahtar hükmüne geçer.
Meselâ: göz öyle bir organdır ki, ruh bu dünyayı o pencere ile seyreder. Allah adına kullanılan bir göz, yüce yaratıcının hârika sanatlarını seyreden, kãinat kitabını okuyan ve yeryüzündeki nimetleri temaşa eden mübarek bir arı derecesine çıkar. Topladığı ilmî çiçeklerle sahibine imân petekleri takdim eden sihirli bir anahtar şekline girer. Eğer nefis hesabına kullanılsa, bu takdirde nefsin kötü arzularını tatmin için çırpınarak onun alçak bir hizmetkârı durumuna düşer. Tabii ki nefsini ilâh edinenlerin yeri bellidir.
Yine dil gibi bir organ, Allah namına çalışsa, onun güzel nimetlerini tanıtan, çeşit çeşit tatlarını teftiş eden güzel bir müfettiş seviyesine çıkar. Sahibini şükür vasıtasıyla Cennet saraylarına götürür.
Dil eğer nefis hesabına çalışsa, baş aşağı düşerek mide fabrikasının bir kapıcısı seviyesine iner. Ve sahibinin başına belâ olur. (krş. Nursi, Sözler, 28-29)
Bediüzzaman, insanın organları ile Cennet ve Cehennem arasındaki ilişkiyi şu sözleri ile vurgulamıştır:
"İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdî bir kavvad nerede? Kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil! İyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?"
"Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mâhiyet kesbeder. Ve onların her biri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü'min, imânıyla Hâlikının emanetini O'nun nâmına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs–i emmâre hesabına çalıştırmasıdır." (bk, Nursi, a.g.y)
İşte bu, suçluların yalanladığı Cehennemdir (Rahman 55/43) ayetinde geçen ve suçluların yalanlamasını ifade eden tekzip fiili, mâzî değil de istikbâl siygası ile kullanılması, ölünceye kadar onların inkârlarının devam ettiğini ve bu sebeple de cezayı çoktan hakettiklerini göstermek içindir. (krş. el-Alûsî, XXVI/115)
Ayrıca geniş zamanı ifade eden istikbal fiili (gelecek zaman kipi), dünyada yaşamakta olan insan ve cinlerin durumlarına daha uygundur. Çünkü geçmiş zaman kipi, işin geçmişte olup bittiğini ifade etmesinden dolayı, düşünce ve hayaller üzerinde tesiri azdır. Ahirete iman işinin hâlâ bazı kimseler tarafından yalanlanmakta olduğunu ifade eden gelecek zaman kipinin te'siri, dinleyiciler üzerinde daha fazladır. Herhangi bir hastalığın varlığını duyan ve aynı bölgede yaşayan bir kimse, kendisine de o hastalığın bulaşmasından çekinip tedbir almaya çalıştığı gibi, inançsızlık hastalığını da zihinlerde canlı tutan Kur'an'ın bu üslûbu, bir karantina görevini görmektedir.
Allah'a karşı suç işleyenler, en zavallı bir durumda yakalanıp ateşe sürüklenirken, onları bir leş gibi sürükleyen zebânîler : "İşte bu, size haber verilip de yalanladığınız Cehennemdir." diyerek onlara sitem ederler.
İbn Kesîr'in dediği gibi, o gün onlara şöyle denilir: Sizin, asla var olmadığını söylediğiniz ateş ve yalanladığınız Cehennem işte budur! Şimdi ortada duruyor ve siz de açıkça görebiliyorsunuz değil mi? (krş. Muh. İbn Kesir, III/412)
“Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman, 55/44) ayetine göre Cehennem’de bir yandan Cehennem gibi kavurucu bir ateş, diğer yandan barsakları delip geçen bir kaynar su söz konusudur. Belki de emre itaatsizlikten dolayı ateşi, yasakları çiğnemekten dolayı da kaynar suyu hakediyorlar.
Ayette geçen ve meâllerde "dolaşma" olarak ifade edilen "Tevaf" kelimesi, meşhur tavaf terimini de çağrıştırıyor. Buna göre bu kelimenin tercih edilmesinin bir hikmeti, onların Allah'ın evini ve mescitlerini hac ve namaz ibadeti için ziyâret edip tavaf etmediklerinin, yani oraları dolaşmadıklarının bir cezası olarak, azapla dolu bir dolaşımı hakettiklerini göstermek içindir. (bk. Niyazi Beki, Rahman Suresi, ilgili ayetlerin tefsiri)
Değişen dünyada Müslümanın görevi nedir, neyi nasıl savunmalı, duruşu nasıl olmalıdır? Cehennem’in 7 (yedi) kapısından her biri insandaki bir kötü özellikle mi eşleşiyor?
Yazar: Sorularla İslamiyet 23-6-2009
Cevap 1:
Bir Müslüman öncelikle her zaman hak ve hakikati, doğru olanları yapmalı ve savunmalıdır. Çünkü, kurtuluş doğruluktadır. Fakat bu hakikatleri, bu doğruları da doğru tespit etmek gerekir. Ayrıca, “Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir” vecizesinin anlamlı hikmetine kulak verilmelidir. Bunları detaylarına girmeden birkaç madde halinde şöyle sıralayabiliriz:
a. Bu asır ilim asrıdır. Kıyamete kadar gittikçe ilimler daha da artacak yeni keşifler ortaya çıkacaktır. Bugün bizim en büyük düşmanız cehalet, zaruret/fakirlik ve ihtilaftır. Bunlara karşı tavizsiz duruş sergilememiz gerekir. Önce kendimizden ve yakın çevremizden başlayarak dinî ve fennî ilimlerin tahsiline önem vereceğiz. Tabii ki, herkesin bütün ilimleri öğrenmesi mümkün değildir. Bunu iş bölümü çerçevesinde yapacağız. Bu bir farz-ı kifâyedir, cenaze namazı gibidir, bazılarının yapması yeterlidir, fakat bu işler eksik yapılırsa, ihtiyaca cevap veremiyorsa, bütün toplum, bütün ümmet günahkâr olur. Bu bağlamda şunu vurgulamak gerekir, insanlara doğru İslamiyeti ve İslamiyete yakışır doğruluğu, doğru olarak yaşar ve yaşatmaya çalışırsak iki cihanda da mesud ve bahtiyar oluruz.
Şu halde, bilgi-bilgisayar çağı olan bu asırda tek silahımız ilim olmalıdır. Artık cihat manevîdir, fikir, ilim, kalem üzerinde yükselir İslam’ın evrensel mesajı. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinde okuma, insanların yaratılışı ve kalemin dikkatlere sunulması, fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte okunmasının gereğine güçlü bir vurgudur.
b. Maddi/ekonomik gelişme düzeyi bu günkü toplumların değer ölçüsü haline gelmiştir. Asrın ihtiyacı olan bu gelişmeye ayak uyduramamış İslam âleminin bu günkü perişan vaziyeti, bu ölçünün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Şahsî menfaatleri için değil, Müslümanların menfaatleri için zengin olmaya, teknolojiyi elde etmeye çalışanların sevabı büyüktür. Çünkü, bu asırda “İ’la-yı kelimetüllah maddeten terakkiye mütevakkıftır = Allah’ın mesajlarının evrensel boyutta hâkim olabilmesi, maddi imkânlara bağlıdır”. Devletçe-milletçe buna dikkat edeceğiz, dikkat edenlere taraftar olacağız. “Bir hırka-bir lokma” devri geçmiştir. Çünkü, işler ferdî hayat boyutundan çıkıp toplumsal, evrensel bir boyut kazanmıştır.
c. İhtilaflardan sıyrılıp ittihada, ittifaka ulaşmak için, Allah’ın ipine sımsıkı sarılacağız: “Müminler ancak kardeştir” ayetinin önüne hiçbir tasavvur geçmemelidir. Ne ırk, ne bölge, ne yakın akrabalık, ne dünya menfaati, ne ideolojik yoldaşlık, ne siyasî görüş farklılığı İslam kardeşliğinin önüne geçmemelidir. Allah’ın ön gördüğü bu ittifaka girmeden, arızî rüzgârların önünde savrulmaktan kurtulamayız.
d. Her zaman barıştan yana olmak, İslam mesajının her tarafa yayılmasının önemli şartlarından biridir. Çünkü, gerçekler, ancak sakin atmosferlerde anlaşılabilir. Bediüzzaman, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” derken, İslam’ın güzelliğini, merhametini, şefkatini, evrenselliğini, alemlere rahmet veçhesini seslendirmiş oluyor.
e. Onun “Aç olan canavara karşı gevşeklik göstermek, merhametini değil, iştihasını açar, geri dönüp dişlerinin kirasını da ister” şeklindeki veciz sözü, yerine göre/ hikmete uygun hareket etmenin lüzumuna işarettir.
Cevap 2:
Bu konuda kesin bir nas (ayet veya hadis) olmamakla beraber, alimlerin tespitine göre bu tabakalar ve grupları şöyledir:
Katları: Alt tabakadan üst tabakaya doğru: 1. Munafıklar, 2. Müşrikler, 3. Mecusiler, 4. Sabiiler, 5. Hıristiyanlar. 6. Yahudiler, 7. Günahkâr müminler. (bk. Beyzavî-Mecmu-, 3/564)
Bununla beraber, değişik suçlardan ötürü aynı kişinin farklı yerlerde cezaya tabi tutulması da göz ardı edilmemesi gereken bir mülahazadır. “Onunla/Cehennemle Hamim/kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman, 55/44) mealindeki ayetin ifadesi bu görüşü güçlendirmektedir.
“Onun (Cehennemin), yedi kapısı vardır. Her kapı için, onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır." (Hicr, 15/44) âyetinde işaret edilen bu yedi bölge, Cehennem, Lezâ, Hutame, Saîr, Sekar, Cehîm, Hâviye isminde olup, hepsi de farklı derecelerdedir. (bk. et-Taberî, VIII/35; el-Beydâvî, III/564)
Ayette geçen yedi kapıdan maksat, insanı helâk eden ve beş duyu ile alâkalı olan fiillerin yanı sıra, bu beş duyudan farklı sayılabilecek şehvet ve öfke ile alâkalı fiillerin cezalandırıldığı toplam yedi bölge olabilir. Yahut, genel olarak suçların durumuna göre yedi guruptan meydana gelen Cehennemliklere ayrılan yedi bölgedir. (bk. el-Beydâvî, III/564; el-Alûsî, XIV/53)
Bu konudaki -şeriat dili açısından akla daha uygun görülen- diğer bir ihtimal de yedi Cehennemin, insanların yedi organına göre tespit edilmesidir. Çünkü Cehennem kapılarının yedi olması ile Cennet kapılarının sekiz olması arasında apaçık bir ilişki vardır. Bundan dolayı denebilir ki, bu kapıların teklife tâbi tutulmuş organlarla yakın ilişkisi vardır.
Bilindiği gibi insanın mükellef organları sekiz tanedir: Kalb, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız, cinsel organ. Bunlardan yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalptir. Doğrudan doğruya Allah'a bakan kalp kapısı açık olursa, bu sekiz organın her biri Allah'ın emri doğrultusunda hareket ederek Cennete birer giriş kapısı olabilir. Ve bu şekilde Cennete sekiz kapıdan girilir. Fakat içte ruh körleşmiş ve kalp kapısı kapanmışsa, dıştaki yedi organ, Cehenneme açılmış birer giriş kapısı hükmüne geçer. İşte Cennet kapıları sekiz olduğu halde, Cehennem kapılarının yedi olması -Allah daha iyi bilir ki- bu hikmetten dolayıdır. (bk. Yazır, V/212) Tabii ki organların Cennet ve Cehennemle ilişkileri, daha çok insanlar açısından değerlendirilmiştir. Cinler için de ayrıca bir değerlendirme söz konusu olabilir.
Bediüzzaman Said Nursi de insanların her bir organının, hem Cennet hem de Cehennem kapılarını açabilecek birer anahtar hükmünde olduğunu söylemektedir. Ona göre: akıl bir âlettir; eğer Allah adına kullanılmayıp nefsin heva ve hevesine tâbi kılınırsa, insanı ciddi rahatsız eden, sahibini Cehenneme kadar sürükleyecek olan uğursuz bir âlet halini alır. Dinden uzak kimselerde kendini gösteren huzursuzluğun önemli bir bölümünün kaynağı budur. Eğer akıl, Allah adına kullanılsa, bir yandan din ilimleri, bir yandan da müspet ilimler penceresinden kâinat kitabını okuyacak, sahibine Allah'ı tanıtarak ona Cennet kapılarını açacak tılsımlı ve şifreli güzel bir anahtar hükmüne geçer.
Meselâ: göz öyle bir organdır ki, ruh bu dünyayı o pencere ile seyreder. Allah adına kullanılan bir göz, yüce yaratıcının hârika sanatlarını seyreden, kãinat kitabını okuyan ve yeryüzündeki nimetleri temaşa eden mübarek bir arı derecesine çıkar. Topladığı ilmî çiçeklerle sahibine imân petekleri takdim eden sihirli bir anahtar şekline girer. Eğer nefis hesabına kullanılsa, bu takdirde nefsin kötü arzularını tatmin için çırpınarak onun alçak bir hizmetkârı durumuna düşer. Tabii ki nefsini ilâh edinenlerin yeri bellidir.
Yine dil gibi bir organ, Allah namına çalışsa, onun güzel nimetlerini tanıtan, çeşit çeşit tatlarını teftiş eden güzel bir müfettiş seviyesine çıkar. Sahibini şükür vasıtasıyla Cennet saraylarına götürür.
Dil eğer nefis hesabına çalışsa, baş aşağı düşerek mide fabrikasının bir kapıcısı seviyesine iner. Ve sahibinin başına belâ olur. (krş. Nursi, Sözler, 28-29)
Bediüzzaman, insanın organları ile Cennet ve Cehennem arasındaki ilişkiyi şu sözleri ile vurgulamıştır:
"İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdî bir kavvad nerede? Kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil! İyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?"
"Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mâhiyet kesbeder. Ve onların her biri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü'min, imânıyla Hâlikının emanetini O'nun nâmına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs–i emmâre hesabına çalıştırmasıdır." (bk, Nursi, a.g.y)
İşte bu, suçluların yalanladığı Cehennemdir (Rahman 55/43) ayetinde geçen ve suçluların yalanlamasını ifade eden tekzip fiili, mâzî değil de istikbâl siygası ile kullanılması, ölünceye kadar onların inkârlarının devam ettiğini ve bu sebeple de cezayı çoktan hakettiklerini göstermek içindir. (krş. el-Alûsî, XXVI/115)
Ayrıca geniş zamanı ifade eden istikbal fiili (gelecek zaman kipi), dünyada yaşamakta olan insan ve cinlerin durumlarına daha uygundur. Çünkü geçmiş zaman kipi, işin geçmişte olup bittiğini ifade etmesinden dolayı, düşünce ve hayaller üzerinde tesiri azdır. Ahirete iman işinin hâlâ bazı kimseler tarafından yalanlanmakta olduğunu ifade eden gelecek zaman kipinin te'siri, dinleyiciler üzerinde daha fazladır. Herhangi bir hastalığın varlığını duyan ve aynı bölgede yaşayan bir kimse, kendisine de o hastalığın bulaşmasından çekinip tedbir almaya çalıştığı gibi, inançsızlık hastalığını da zihinlerde canlı tutan Kur'an'ın bu üslûbu, bir karantina görevini görmektedir.
Allah'a karşı suç işleyenler, en zavallı bir durumda yakalanıp ateşe sürüklenirken, onları bir leş gibi sürükleyen zebânîler : "İşte bu, size haber verilip de yalanladığınız Cehennemdir." diyerek onlara sitem ederler.
İbn Kesîr'in dediği gibi, o gün onlara şöyle denilir: Sizin, asla var olmadığını söylediğiniz ateş ve yalanladığınız Cehennem işte budur! Şimdi ortada duruyor ve siz de açıkça görebiliyorsunuz değil mi? (krş. Muh. İbn Kesir, III/412)
“Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman, 55/44) ayetine göre Cehennem’de bir yandan Cehennem gibi kavurucu bir ateş, diğer yandan barsakları delip geçen bir kaynar su söz konusudur. Belki de emre itaatsizlikten dolayı ateşi, yasakları çiğnemekten dolayı da kaynar suyu hakediyorlar.
Ayette geçen ve meâllerde "dolaşma" olarak ifade edilen "Tevaf" kelimesi, meşhur tavaf terimini de çağrıştırıyor. Buna göre bu kelimenin tercih edilmesinin bir hikmeti, onların Allah'ın evini ve mescitlerini hac ve namaz ibadeti için ziyâret edip tavaf etmediklerinin, yani oraları dolaşmadıklarının bir cezası olarak, azapla dolu bir dolaşımı hakettiklerini göstermek içindir. (bk. Niyazi Beki, Rahman Suresi, ilgili ayetlerin tefsiri)