DİN VE GELENEK
Onlara: ‘Allah ne indirdiyse, ona uyun’ denildi mi, ‘Hayır! Biz atalarımızı neye uymuş bulduysak ona uyarız’ derler. Ya şeytan onlan yakıcı ateşin azabına çağırmışsa, yine de atalarına mı uyacaklar? Kim bütün benliğiyle Allah’a teslim olur, iyilik ve güzelliği de huy edinirse, o gerçekten en sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Allah’a varıp dayanır. [404]
Sahip olunan inanç ve hayat tarzının referansı durumundaki bilginin niteliği, Kur’an’ın hemen hiçbir zaman gündemden düşürmediği bir konu olmuştur. Kur’an, kendisiyle insanlara sunulan esenlik dini İslâm’ın hak ve doğru oluşunu veya diğer dinlerin yanlışlığını anlatırken, hep bilginin niteliği üzerinde durmuştur, insanın iç (enfusî) ve dış (afakî) tabiatında mevcut yasa ve ilkelerle (ayet) uyumlu olan İslâm’ın, insanı gerçek anlamda dünya ve ahiret esenliğine ulaştırıcı olmasına karşılık; diğer tüm dinlerin insana hem dünyada ve hem de ahirette esenlik sağlayamadığının ve sağlayamayacağının delili olarak gerek İslâm’ın ve gerekse diğerlerinin referansları olan bilginin niteliğine dikkat çekmiştir. İslâm’ın ilme dayanmasına karşılık, diğerlerinin zanna dayandığını çok sayıda örnekle göstermiş ve açıklamıştır. Bu açıdan ilim-zan karşıtlığı şeklinde açılım kazanan bilginin niteliği Kur’an’m üzerinde ısrarla durduğu bir konu olmuştur. Konuya ilişkin nihai hüküm ise, bir ayetle şöyle açıklanmıştır: ‘Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıklar yüzünden ayrılığa düştüler. $üphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.[405]
Risâlet sürecinde Mekke’de tekrar vücut bulan insanlığın ilk ve asli dini olan İslâm’ın, hakikati temsil ediyor olmanın verdiği özgüvenle kendisine ve diğer dinlere ilişkin bu radikal ve cesur değerlendirmelerine karşılık, şirk dini ve mensupları için durum çok daha başkaydı. Müşrikler, şirke dayanan inançlarının ve bu inançlarının çevresinde oluşan hayat tarzlarının ilme uzak oluşu, zan tarafında yer alışı nedeniyle, İslâm’ın veya kendi dinlerinin temelini teşkil eden bilginin niteliğini gündeme getirmemeye büyük özen gösterdiler. Ilim-zan farklılığı gibi bir konunun gündeme gelmesinden özenle kaçındılar. Yoksa bütün eksiklik ve yanlışlıklarının açığa çıkacağını biliyorlardı. Ancak istemeden bilgi konusunda bir şeyler söylemek zorunda kaldıkları zaman, bunu ancak vahyin kendi inanç ve hayat tarzları konusundaki tespit ve değerlendirmelerine karşı çıkarken veya îslâm davetini gözden düşürmek isterlerken yapıyorlardı. Bunu yaparken de konuyu ciddi bir şekilde ele alıp değerlendirmiyorlardı. Konuya ilişkin görüşlerinin ya arkasını getirmeyip sadece o anı kurtarma amacı taşıyan ve iftira niteliğinde olan bazı iddialarda bulunuyorlar, ya da sorgulanmasını hiçbir şekilde onaylamadıkları çelişkilerle dolu zihniyetlerinin gerektirdiği bazı saçma-sapan ifadeler sarf ediyorlardı.
Resulüllah’a gelen vahyin Kaynağı veya kendi dinlerinin dayanağı ile ilgili ifadeleri konunun örneklerini teşkil etmektedir. Vahiyle ve vahyin elçisiyle ilgili olarak ‘Bu Kur’an Muhammed’in uydurduğu yalandan başkası değildir, bunu uydurmada başka bir topluluk da ona yardım etmiştir’ veya ‘Bu ayetler, eskilerin masallarıdır, onları başkasına yazdırıyor, sabah akşam kendisine okunup duruyor! [406] iddiasında bulunurlarken, kendileriyle ilgili olarak da ‘Biz atalarımızı belli bir inanç üzerinde bulduk ve ancak onların izinden giderek doğru yolu buluyoruz [407] diyorlardı.
Mekke müşrikleri inançlarının ve hayat tarzlarının referansı olarak geleneğe sığınırlarken, esasen şirk dininin değişmeyen bir özelliğine göre davranmış oluyorlardı. Çünkü, önceki hakikat elçilerinin risâlet süreçlerinde de zanna dayanan mevcut gidişatlarını sürdürme kararlılığım dile getiren müşriklerin hakikat karşısındaki tutumları hep aynı olmuştu. Onlar da inanç ve hayat tarzlarının temeli ve hatta daha da önemlisi doğruluk delili olarak hep geleneğe sığınmışlardı. Kur’an bunu şöyle açıkladı: ‘Ey Muhammedi senden önce hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, oranın hali vakti yerinde olan eşrafı şöyle dedi: ‘Doğrusu biz babalarımızı bir hâl ve inanç üzerinde bulduk ve biz de onların izinden gideriz’. Peygamberleri onlara dedi ki: ‘Ben size, babalarınızdan kalma dininizden daha doğrusunu getirecek olsam da, yine babalarınızın yolunu mu tutarsınız?’ Onlar da: ‘Biz senin getirdiğin şeyleri tanımıyoruz’ dediler.[408]
Kur’an’ın tanıkhğıyla öğreniyoruz ki müşrikler, inanç ve hayat tarzının dayanağı olması gereken bilgiyi geleneklerinde bulmuşlar ve geleneği ilim olarak kabul etmişlerdi. Onlara göre ilim gelenekti; geleneğin dışında veya ona aykırı bir bilgi hiçbir şekilde ilim niteliği kazanamazdı. Böylelikle, geleneğin bilgisini gerçek ilim olan vahyin karşısına yerleştiriyorlardı. Onlar, bu karşıtlıkta ilmi gelenek tarafına ait kılarlarken, bu kanaatlerinin dayanağı olarak tecrübe edilmişlik-edilmemişlik durumunu kendileri için mutlak ölçü kılıyorlardı. Nesiller boyunca inanılan veya uygulanan olması nedeniyle, geleneklerini tecrübe edilmiş ve doğruluğu anlaşılmış kategorisine dahil ederlerken; vahyi ise tecrübe edilmemiş bir bilgi olarak değerlendiriyorlardı. Bu görünüşte doğru bir yaklaşımdı. Ama Kur’an hemen sürece müdahale etti ve birçok defa, vahyin sadece o anki elçinin şahsında ilk defa insanlığa sunulan bir şey olmadığını, ilk insandan itibaren hep var olan ve insanlığın ilk tanıyıp bildiği gerçek ilim olduğunu değişik vesilelerle açıkladı. Şu ayetler bunun örneklerinden bazılarıdır:
Allah, Nuh’a öğütlediğini, sana vahyettiğini, ibrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya ögütledigini, size de hak-hukuk düzeni kıldı. Öyleyse dini dosdoğru ayakta tutun ve onun hakkında hiçbir ayrılığa düşmeyin. Allah’a ortak koşanları davet ettiğin bu düzen, kendilerine çok büyük ve çok ağır gelmektedir. Ama Allah, dilediği kimseyi kendisine peygamber seçer ve kendisine yönelenleri de dilediği şekilde doğru yoluna ulaştırır. [409]
Musa ile Harun’a, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için, doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir ölçü, ışık saçan bir kaynak ve bir uyarıcı, ha-tırlatıcı olarak kitabı verdik. [410]
Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik. [411]
Bu ve benzeri ayetlerle, müşriklerin başlattığı ve tecrübe edilmiş şeyle hiç tecrübe edilmemiş şey ayrımı, Kur’an tarafından gerçek ilmin ne olduğunu gösteren bir yaklaşıma dayanak kılınıyordu. Müşriklerin iddialarını kendi aleyhlerine olmak üzere yanlışlıklarının delili olarak kullanıyordu. Fakat müşrikler yine de polemikçi tutumlarını sürdürmeye devam ettiler.
Kur’an’ın anlattıkları için ‘eskilerin masalları [412]
Resulüllah için ise ‘Bu Kur’an’ı kendisi uydurdu [413]
‘Allah’a karşı yalan uyduruyor [414] dediler.
Onların bu polemikçi yaklaşımlarını eleştiren bir ayet, onların vahye karşı uygulamaya koydukları oyunun kendi aleyhlerine bir süreci inşa ettiğine dikkat çekerken, aynı zamanda ilim-zan taraflarının kimler olduğunu da bir kez daha açıkça gösterdi. Söz konusu ayet şöyledir: ‘Peygamberleri kendilerine apaçık delillerle gelince, kendilerinde bulunan tüm boş bilgi ve becerilerine güvenip küstahça böbürlendiler de, böylece alay ettikleri şey başlarına geliverdi.[415]
Mekke’nin müşrik liderleri islâm’a karşı haklı, doğru gerekçelerle cevap veremeyince, polemiği tercih ettiler. Kendi inanç ve hayat tarzlarının dayanağı olan geleneklerini gözden geçirmeleri gerekirken; geleneklerini gözden geçirmeden, her haliyle doğru ve mutlak anlamda ilim kabul ettiler. Ve bu geleneklerinden kalkarak islâm’a yönelik saldırılarda bulundular. Bunu yaparken de kendilerini haklı gösterebilmek için hemen her zaman atalarında sembolleşen geleneklerinin eleştirilmiş olmasını, İslâm davetine yönelik tepkilerinin en önemli gerekçesi olarak ileri sürdüler. Kendi aralarındaki konuşmalarda, Resulüllah’a çıkışmalarında veya Ebû Talib’e şikayetlerinde hep aynı gerekçeyi dile getirdiler. Örneğin Ebû Talib’e şikayet için gittiklerinde ‘Yeğenine engel olmalısın. Çünkü o, atalarımızın doğru yolda olmadıklarım söylüyor’ dediler. Onlar, bu sözleriyle, İslâm davetini asice ve nankörce girişilmiş bir ataları aşağılama veya geleneği reddetme hareketi olarak değerlendirdiklerini ifade etmiş oluyorlardı.
Geçmişte yaşamış selefleri gibi, Mekke müşrikleri için de inanç ve hayat tarzının ölçüsü, ahlâkî erdemlerin kaynağı birey değil, toplumdu. Toplumsal tecrübeydi; gelenekti. Onlara göre ancak nesiller boyu sürekliliğe sahip şeyler bir değer ifade ederdi. Yoksa bir anda yaygınlık kazanan şeylerin, sadece bir kişinin bildirdiği şeylerin bir kıymeti olamazdı. Kaynağı ne olursa olsun, geleneği hesaba katmayan veya gelenekle çatışan şeylerin bir kıymeti yoktu. Bu tür şeyler doğruluk vasfı kazanamazdı. Bu durum özdeyişlerde, şiirlerde sıklıkla dile getirdikleri ve kutsadıkları bir ölçüydü. ‘Şanımız bize atalardan mirastır. Biz de işte onu böyle yükselttik’ diyen Mekkeli müşrik şair Muhabir b. Ebî Amr, bu şiiriyle söz konusu inancı dile getiriyordu. Bir diğer şair Lebid de şiirlerinden birisinde aynı konuya değinmişti:
Onlar bir kavmin bir ferdidir ve ataları, Onlara bir hayat yolu çizmiştir. Her kavmin kendine özgü bir yolu, Geleneksel bir hayat tarzı vardır; Her kavmin taklit edeceği şeyleri vardır. Mekke eşrafı, İslâm davetinin geleneklerini reddetmek anlamına geldiğini düşünürlerken veya söylerlerken elbette ki yanlış düşünmüyor veya yalan söylemiyorlardı. Görünüş itibarıyla düşüncelerinde haklıydılar. Zira, gerek doğrudan kendilerinden ve geleneklerinden bahseden birçok ayette ve gerekse önceki bazı toplumlardan bahseden ayetlerde hiçbir geleneğin inanç ve hayat tarzı için yegâne ölçü kabul edilemeyeceği bildirilmişti. Bu ayetleri ya Resulüllah’m bizzat kendisinden veya diğer müminlerden duymuşlar ve duymaya da devam ediyorlardı. Bunlardan birisinde bizzat kendilerine seslenilmiş ve geleneklerinin gerçeği dile getirmediği, gerçeğe dayanmadığı; daha da önemlisi boş inançlar, kavramlar yığını olduğu açıkça ifade edilmişti:
‘Siz Allah’ı bırakıp, sadece sizin ve atalarınızın taptığı birtakım boş isimlere tapıyorsunuz. Halbuki Allah onların haklılığı hakkında hiçbir belge ve delil indirmemiştir. Neyin eğri, neyin doğru olduğu konusunda hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor, işte dosdoğru olan tek din budur.
Ama insanların çoğu bilmezler.[416]
Mekke müşrikleri geleneğin ilim kabul edilemeyeceği uyarısını işitmişler, ama şunu fark etmemişler veya fark etmek istememişlerdi: Kur’an’m doğrudan gelenekle ilgili herhangi bir problemi yoktu. Kur’an’m ısrarla üzerinde durduğu konu, sorumluluğun bireysel olduğu, dolayısıyla geçmişe uyup-uymamanın değil; neye uyulduğunun ve uyulan şeylerin ne oranda doğru olduğunun dikkate alınması konusuydu. Kur’an, geleneği değil, geleneği bilinçsiz bir yaklaşımla taklit eden sığ gelenekçi zihniyeti eleştiriyor ve reddediyordu. Kur’an’m tepkisi, kör taklitçi zihniyetin temsil ettiği gelenekçiliğeydi. Bu nedenle de zihinleri harekete geçirmek için soruyordu: ‘Onlara: ‘Allah ne indirdiyse, ona uyun’ denildi mi, ‘Hayır’ derler. ‘Biz atalarımızı neye uymuş bulduysak ona uyarız.’ Ya şeytan onları yakıcı ateşin azabına çağırmışsa, yine de atalarına mı uyacaklar?.[417] ‘Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Resûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol/gelenek) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?.[418] ‘Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (geleneğe) uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış kimselerse?.[419] ‘Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman: ‘Doğru iseniz, babalarımızı dirilterek getirin bakalım’ demelerinden başka, öne sürecekleri bir delilleri yoktur.[420]
Bazı ayetlerde ise, ataların şahsında geleneğe uymanın ne kadar geçersiz olduğu, önemli olanın atalara veya onların şahsında anlam kazanan geleneğe değil, ilâhî hakikatlere uymak olduğu çarpıcı ifadelerle açıklandı. Sırf atalarına uydukları iddiasıyla hak yolda olduklarını, dolayısıyla kurtuluşa erip, ebedî saadete ulaşacaklarını zannedenlerin kendilerini nasıl aldattıkları birçok ayette ayrıntılarıyla anlatılıp, açıklandı:
Kendi asılsız uydurmalarını, Allah’a yakıştıran ya da Allah’ın ayetlerini yalanlamaya kalkışan kimselerden daha zalim kim olabilir? Onlara hayatta nasip olarak her ne yazılmışsa, kendilerini bulacaktır. Sonunda canlarını almak için elçilerimiz geldiklerinde: ‘Hani nerede Allah’tan başka çağırıp durduğunuz varlıklar?’ diyecekler, O günahkarlar ‘Bizi yüzüstü bıraktılar’ diye karşılık verecekler. Böylece Allah’tan gelen gerçekleri örtbas eden kâfir kimseler olduklarına, kendileri kendi aleyhlerine tanıklık etmiş olacaklar. Bunun üzerine Allah diyecek ki: ‘Girin öyleyse ateşe, sizden evvel gömülüp giden insan ve cin toplulukları arasına’. Ve her bir gurup ateşe girerken, kendi yandaşlarına lanet edecek. O kadar ki, onların hepsi birbiri ardınca oraya doluştuklarında, sonrakiler önden gidenler için şöyle diyecek: ‘Ey Rabbimiz! Bizi yoldan çıkaran işte bunlardı, öyleyse onlara ateşle kat kat azap et.’ Allah: ‘Hepinize kat kat azap vardır, ama bunu bilmiyor ve anlamıyorsunuz’ buyuracak. Ve Öncekiler sonrakilere şöyle diyecek: ‘Demek ki, bizim hatalarımızdan ders almadığınızdan dolayı, bize karşı bir üstünlüğünüz yok. Öyleyse yaptığınız tüm o kötülükler için tadın bu azabı’. [421]
Gelenekçi zihniyetin önemli özelliklerinden birisi, kutsayıp dinleştirdiği geleneğin somut dayanağı olan geçmiş nesilleri her zaman olumlu, güzel, doğru, iyi, mükemmel kimseler olarak algılama eğiliminde olmasıdır. Gelenekçi zihniyet geçmiş nesillerde/atalarda hiçbir şekilde herhangi bir kusur, eksiklik görmez. Ancak bu aslında geleneğe temiz, iyi, doğru bir zemin inşa edebilmek için farkına varmadan veya bilerek oynanan bir oyundur. Kendini aldatma durumudur. Kur’an dikkatleri buraya çekerek, esasında haklarında çok fazla bilgi bulunmayan veya birebir tanınmayan geçmiş nesillerin de halihazırdakilerden farksız olduğunu, hatta içlerinde son derece yanlış işler yapanların bulunduğunu açıklayarak, gelenekçi zihniyetin bir yanlışlığını daha deşifre etmiştir: ‘Şüphe yok ki, onlar atalarını sapıtmış bir halde buldular da, babalarının izinde koşup gittiler. Onlardan önce gelip geçmiş eski toplumların çoğu da sapıtmıştır. Halbuki kendilerine uyarıcılar göndermiştik. Bak da gör, uyarılanların sonucu ne oldu?[422]
Bu kitap: ‘Allah kendine bir çocuk edindi’ iddiasında bulunanları da uyarmak içindir. Allah çocuk edindi iddiasıyla ilgili, ne kendilerinin, ne de babalarının doğru bir bilgisi var. Ne ağır bir söz bu ağızlarından çıkan. Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.[423]
Müşrikler bunları duydukları zaman öfkelendiler. Bu ayetler inançlarının ve hayat tarzlarının tüm dayanaklarını yıkıyordu. Dayanabilecekleri, tutunabilecekleri sağlam hiçbir şey bırakmıyor; daha önce dayanıp tutundukları her şeyin sahte, yalan olduğunu ilan ediyordu. Kur’an, kaynağı ve niteliği belli olmayan şeyleri sahiplenmenin ve onlara göre davranmanın, insanın temel özelliği olması gereken akılla, bilinçle uyumlu olmadığını ifade ediyordu. Fakat geçmişi tamamen silmiyordu. Kur’an, niteliğine bakmaksızın geçmişi tamamıyla olumsuz değerlendirmek gibi bir yaklaşıma destek vermiyordu. Geçmişe ilişkin topyekün yaklaşım müşriklerin, vahye karşı geleneği ölçü kabul edenlerin yaklaşımıydı. Kur’an bu yaklaşımı eleştirirken, geleneğe tamamen sırt dönmüyordu. Geleneğe topyekün karşı çıkmıyor, hatta niteliği belli olan bir geleneği de savunuyordu. Niteliği ve kaynağı bilindikten sonra geçmişten yararlanılabileceğini ifade ediyordu. Geçmişte yaşayanlar arasında takip edilmesi, örnek alınması gereken şahsiyetler bulunduğunu bildiriyordu.
Fakat bunlar herhangi kimseler değil, özel kimselerdi. Kur’an’a göre, eğer birilerine uyulması gerekiyorsa, birileri örnek alınması gerekiyorsa, bunların gerçekten uyulmaya layık şahsiyetler olmalıydılar. Bunların bu özellikleri ise ancak vahiyle doğrulanabilir olmalıydı. Elbette ki bunlar Peygamberlerdi, salihlerdi, sıddıklardı. Bu konuda bizzat bir peygamberin sözleri olarak ölçü şöyle açıklandı: “Atalarım ibrahim, Ishak ve Ya’kub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz; bu tevhid inancı Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur. Ama insanların çoğu, bu lütfün değerini bilmez de onun için şükretmezler.[424] Ancak şurası da önemliydi ki, kendilerine uyulması gereken salihler ve sıddıklar, insanların kendiliklerinden öyle olduğuna inandıkları kimselere değil, vahyin salih ve sıddık olduğuna şahitlik ettiği kimselerdi.
Geleneğe yönelik eleştirel yaklaşım tüm müşrikleri rahatsız etti. Özellikle de şirk toplumunun eşrafını rahatsız etti. Onlar, atalarından kendilerine ulaşmış inanç ve uygulamaların, bir diğer isimlendirmeyle geleneklerinin eleştirilmesini kabul edemediler. Geleneklerinde yer alan bazı özelliklerin ve konuların reddedilmesini bir türlü içlerine sindiremediler. Zira sahip oldukları inançlarının, toplumsal sistemlerinin, ekonomik ve siyasî imkânlarının ve imtiyazlarının, toplumsal konumlarının, sürdürdükleri hayat tarzının meşruluk dayanakları atalarıydı; atalarında sembolleştirdikleri ve kutsadıkları gelenekleriydi. Gelenekleri, çoğu toplumlarda olduğu gibi inançlarının ve hayat tarzlarının en önemli referansı, yegâne meşruluk dayanağıydı. Dolayısıyla gelenekleri, savunmaları gereken en yüce değeri ifade ediyordu. Onlara göre gelenekleri ilimdi; gerçekti. Bu geleneğin sorgulanması ve büyük oranda reddedilmesi ise, sahip oldukları inançlarının, bütün imkân ve imtiyazlarının, prestijlerinin, gidişatlarının dayanaksız olduğunu, meşru olmadığını ilandan başka bir anlama gelmiyordu.
Ayrıca ve daha da önemlisi, Resulüllah’ın, risâletin ilk gününden itibaren insanlara tebliğ ve beyan ettiği, kabul ve uygulamaya çağırdığı ilâhî esaslar, Mekke geleneğinin onaylamadığı esaslardı. Bunlar Mekke geleneğiyle çatışan şeylerdi. Ekonomik gelirlerinin ve toplumsal prestijlerinin yegâne kaynağı ve inançlarının esası olan putlar reddediliyor, o putların bir sineği dahi yaratamayacak, kendisine seslenildiğinde bunu duyamayacak, kendisine yapılan ibadetlerden haberdar olmayacak, kendisini dahi korumaktan aciz odun ve taş parçalan olduğunun ilan edildiğini duyuyorlardı. Kabe, putçuluğun kutsal merkezi olmaktan çıkarılıyor, bütün putları ve her çeşidiyle putçuluğu reddeden tevhidin merkezi ve simgesi ilan ediliyordu. Mekke eşrafı kadınların ve kölelerin bir değeri olduğunu düşünmüyorlardı. İnsanî değeri sadece hür erkeklerin temsil ettiği kanaatin dey diler. Fakat, İslâm, kadınları ve köleleri insanlık onurunu temsil eden birer insan kabul ediyordu; kadın-erkek, köle-hür, yoksul-zengin arasında insanî boyutta hiçbir ayrım yapmıyor ve bu insanî boyutu toplumsal hayatın her alanına yansıtmanın çabasını sürdürüyordu.
Hatta, yakın zamana kadar hayvanlar gibi çalıştırdıkları, hiçbir şekilde insan olarak görmedikleri ve düşünmedikleri birçok kölenin Müslüman olmasıyla kendilerine tercih edildiğini bizzat her durumda açıkça görüyorlardı. Kadın-erkek, köle-hür, siyah-beyaz, Arap-Arap olmayan… her çeşidiyle bütün insanların aynı anne ve babanın çocukları olduğu ilanını istemese de sık sık duyuyorlardı. Kendileri gibi izzet ve şerefin, üstünlüğün temsilcisi olan seçkin şahsiyetlerin kölelerle, kadınlarla, Arap olmayanlarla aynı soydan olması kabul edebilecekleri şey değildi, işte bütün bunlar geleneklerine tersti ve onlar ise geleneklerine göre inanıp, geleneklerine göre yaşıyorlardı. Ayrıca, bunlar yetmiyor gibi, hiçbir şekilde insanî değere sahip olmadığına inandıkları, hatta ileride bir şerefsizlik nedeni olabileceğini düşündükleri ve bu nedenlerle öldürdükleri kız çocuklarının hesabı soruluyordu. [425]
Kendilerini diğer toplumlardan ayıran her türlü ahmesîliklerinin [426] hiçbir dayanağı olmadığı ilan ediliyor, bu ilanlarla bütün ayrıcalıklarını yitirme tehlikesi yaşıyorlardı. Bütün Mekke halkından, çevre toplumlara ve hatta ülkelere mensup insanlardan, valilerden, krallardan dahi saygı gören, izzet ve ikramla karşılanan kendilerinin esasında menfaatperest, çıkarcı, bencil, zorba, zalim… kişiler olarak ilan edildiklerini ve ileri gelen olmalarının bütün geleneksel dayanaklarının reddedildiğine şahit oluyorlardı. Kimlik ve kişilikleri deşifre edilip duruyordu. Tüm bu ve diğer bazı nedenlerle, Mekke’nin müşrik liderleri islâm davetine karşıydılar; vahyin konuşan dili, yaşayan bedeni olan Resulüllah’a katlanamıyorlardı.
[404] Lokman sûresi, 31:21,22
[405] Casiye, 45:17
[406] Furkan, 25:4,5
[407] Zuhruf, 43:22
[408] Zuhruf, 43:23,24
[409] Şura, 42:13
[410] Enbiya, 21:48
[411] Zuhruf, 43:6
[412] Kalem, 68:15
[413] Tur, 52:33
[414] Şura, 42:24
[415] Mü’min, 40:83
[416] Yusuf, 12:40
[417] Lokman, 31:21
[418] Maide, 5:104
[419] Bakara, 2:170
[420] Câsiye, 45:25
[421] Araf, 7:37-39
[422] Sajjat, 37:69-73
[423] Kehj, 18:4-6
[424] Yusuf, 12:38
[425] Tekvir sûresi, 81:8,9
[426] Kureyş kabilesi, kendilerine bir yığın ekonomik, siyasî, toplumsal ayrıcalıklar sağlayan bir inancın mensubuydular. Bu ayrıcalıklar hayatlarının birçok alanında güçlü bir şekilde kolaylıkla gözlenebiliyordu. Kendilerini asilzade (ahmesî) olarak niteliyorlardı. Bu ayrıcalıklarını da diğer toplumlara kabul ettirmişlerdi. ‘Ahmes’ (çoğulu ‘hums’) üstünlük anlamlarına geliyordu. Kureyşliler kendi üstünlüklerinin, ahmesiliklerinin dayanağı olarak Hz. ibrahim’in çocukları olmalarını ve Kabe’nin mütevellileri olmalarını ifade ediyorlardı. Bunu da her vesilede ifade etmekten gurur duyuyorlardı: ‘Biz İbrahim’in oğluyuz, hürmete layık insanlarız. Kabe’nin mütevellisiyiz. Bu itibarla diğer Arapların bizim kadar hürmete layık olmamaları gerekir. Hac vazifesini ifa ederken, menâsik-i hac’da bizim onlardan farklı olmamız gerekir” diyorlardı. Kendilerine şeref kazandıran ayrıcalıklarını ise Hac’da göstermeleri son derece manidardır. Hac, diğer toplumların gözlerinin önünde oldukları bir zamandı ve ‘şereflerini’ onlara büyük bir gururla gösterebiliyorlardı.
Hac sırasında herkesten farklı olarak Arafat yerine Müzdelife’de durmak, yağsız peynir (ekıt/çökelek) ve yanmış yiyecek yememek, yün eğirmemek ve çorap dokumamak, ihramda bulundukları sürece kıldan yapılmış çadırlarda kalmayıp sadece deri çadırlarda kalmak gibi uygulamalarla kendilerini diğer insanlardan ayrıcalıklı kılmışlardı. Bunlara ek olarak, diğer insanlar için bazı kurallar da oluşturmuşlardı: Başka bölgelerden gelen hacıların yanlarında getirdikleri yiyecekleri yemelerinin yasak olması, bu hacıların tavafı ancak ahmesîlerden emanet veya kirayla aldıkları giysilerle yapabilmeleri, eğer elbise kiralayamamış veya emanet alamamişlarsa Kabe’yi çıplak tavaf etmeleri, eğer muhakkak kendi elbisesiyle tavaf etmek isterse tavaf sonrasında elbisesini çıkarıp Kabe yakınındaki bir yere atarak bir daha giymemeleri Kureyş’in oluşturduğu bazı Önemli kurallardı. Kureyş kabilesine mensup olanlar Hacc aylarını istedikleri gibi değiştirebiliyorlar ve diğer toplumlar da onların bu kararma İtirazsız uyuyorlardı. Eğer bir kişi adam dövmek, yaralamak veya öldürmek gibi bir suç işler de Harem ağaçlarının kabuklarından bir gerdanlık yaparsa ona kimse dokunmazdı. Bir de günlük hayatta uygulaya geldikleri bazı ayrıcalıkları vardı. Bu konuda kaynaklarda yer alanlardan en ilginç ve şaşkınlık uyandıranı, bazı durumlarda evlerine veya çadırlarına arka kapıdan girmeleriydi. Eğer evin veya çadırın arkasında kapı yoksa evin veya çadırın arkasını delmek zorunda kalıyorlardı. Bunu ise daha çok Hac sırasında ihramlıyken yapıyorlardı. Böylelikle şereflerinin arttığına inanıyorlardı.
Onlara: ‘Allah ne indirdiyse, ona uyun’ denildi mi, ‘Hayır! Biz atalarımızı neye uymuş bulduysak ona uyarız’ derler. Ya şeytan onlan yakıcı ateşin azabına çağırmışsa, yine de atalarına mı uyacaklar? Kim bütün benliğiyle Allah’a teslim olur, iyilik ve güzelliği de huy edinirse, o gerçekten en sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Allah’a varıp dayanır. [404]
Sahip olunan inanç ve hayat tarzının referansı durumundaki bilginin niteliği, Kur’an’ın hemen hiçbir zaman gündemden düşürmediği bir konu olmuştur. Kur’an, kendisiyle insanlara sunulan esenlik dini İslâm’ın hak ve doğru oluşunu veya diğer dinlerin yanlışlığını anlatırken, hep bilginin niteliği üzerinde durmuştur, insanın iç (enfusî) ve dış (afakî) tabiatında mevcut yasa ve ilkelerle (ayet) uyumlu olan İslâm’ın, insanı gerçek anlamda dünya ve ahiret esenliğine ulaştırıcı olmasına karşılık; diğer tüm dinlerin insana hem dünyada ve hem de ahirette esenlik sağlayamadığının ve sağlayamayacağının delili olarak gerek İslâm’ın ve gerekse diğerlerinin referansları olan bilginin niteliğine dikkat çekmiştir. İslâm’ın ilme dayanmasına karşılık, diğerlerinin zanna dayandığını çok sayıda örnekle göstermiş ve açıklamıştır. Bu açıdan ilim-zan karşıtlığı şeklinde açılım kazanan bilginin niteliği Kur’an’m üzerinde ısrarla durduğu bir konu olmuştur. Konuya ilişkin nihai hüküm ise, bir ayetle şöyle açıklanmıştır: ‘Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıklar yüzünden ayrılığa düştüler. $üphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.[405]
Risâlet sürecinde Mekke’de tekrar vücut bulan insanlığın ilk ve asli dini olan İslâm’ın, hakikati temsil ediyor olmanın verdiği özgüvenle kendisine ve diğer dinlere ilişkin bu radikal ve cesur değerlendirmelerine karşılık, şirk dini ve mensupları için durum çok daha başkaydı. Müşrikler, şirke dayanan inançlarının ve bu inançlarının çevresinde oluşan hayat tarzlarının ilme uzak oluşu, zan tarafında yer alışı nedeniyle, İslâm’ın veya kendi dinlerinin temelini teşkil eden bilginin niteliğini gündeme getirmemeye büyük özen gösterdiler. Ilim-zan farklılığı gibi bir konunun gündeme gelmesinden özenle kaçındılar. Yoksa bütün eksiklik ve yanlışlıklarının açığa çıkacağını biliyorlardı. Ancak istemeden bilgi konusunda bir şeyler söylemek zorunda kaldıkları zaman, bunu ancak vahyin kendi inanç ve hayat tarzları konusundaki tespit ve değerlendirmelerine karşı çıkarken veya îslâm davetini gözden düşürmek isterlerken yapıyorlardı. Bunu yaparken de konuyu ciddi bir şekilde ele alıp değerlendirmiyorlardı. Konuya ilişkin görüşlerinin ya arkasını getirmeyip sadece o anı kurtarma amacı taşıyan ve iftira niteliğinde olan bazı iddialarda bulunuyorlar, ya da sorgulanmasını hiçbir şekilde onaylamadıkları çelişkilerle dolu zihniyetlerinin gerektirdiği bazı saçma-sapan ifadeler sarf ediyorlardı.
Resulüllah’a gelen vahyin Kaynağı veya kendi dinlerinin dayanağı ile ilgili ifadeleri konunun örneklerini teşkil etmektedir. Vahiyle ve vahyin elçisiyle ilgili olarak ‘Bu Kur’an Muhammed’in uydurduğu yalandan başkası değildir, bunu uydurmada başka bir topluluk da ona yardım etmiştir’ veya ‘Bu ayetler, eskilerin masallarıdır, onları başkasına yazdırıyor, sabah akşam kendisine okunup duruyor! [406] iddiasında bulunurlarken, kendileriyle ilgili olarak da ‘Biz atalarımızı belli bir inanç üzerinde bulduk ve ancak onların izinden giderek doğru yolu buluyoruz [407] diyorlardı.
Mekke müşrikleri inançlarının ve hayat tarzlarının referansı olarak geleneğe sığınırlarken, esasen şirk dininin değişmeyen bir özelliğine göre davranmış oluyorlardı. Çünkü, önceki hakikat elçilerinin risâlet süreçlerinde de zanna dayanan mevcut gidişatlarını sürdürme kararlılığım dile getiren müşriklerin hakikat karşısındaki tutumları hep aynı olmuştu. Onlar da inanç ve hayat tarzlarının temeli ve hatta daha da önemlisi doğruluk delili olarak hep geleneğe sığınmışlardı. Kur’an bunu şöyle açıkladı: ‘Ey Muhammedi senden önce hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, oranın hali vakti yerinde olan eşrafı şöyle dedi: ‘Doğrusu biz babalarımızı bir hâl ve inanç üzerinde bulduk ve biz de onların izinden gideriz’. Peygamberleri onlara dedi ki: ‘Ben size, babalarınızdan kalma dininizden daha doğrusunu getirecek olsam da, yine babalarınızın yolunu mu tutarsınız?’ Onlar da: ‘Biz senin getirdiğin şeyleri tanımıyoruz’ dediler.[408]
Kur’an’ın tanıkhğıyla öğreniyoruz ki müşrikler, inanç ve hayat tarzının dayanağı olması gereken bilgiyi geleneklerinde bulmuşlar ve geleneği ilim olarak kabul etmişlerdi. Onlara göre ilim gelenekti; geleneğin dışında veya ona aykırı bir bilgi hiçbir şekilde ilim niteliği kazanamazdı. Böylelikle, geleneğin bilgisini gerçek ilim olan vahyin karşısına yerleştiriyorlardı. Onlar, bu karşıtlıkta ilmi gelenek tarafına ait kılarlarken, bu kanaatlerinin dayanağı olarak tecrübe edilmişlik-edilmemişlik durumunu kendileri için mutlak ölçü kılıyorlardı. Nesiller boyunca inanılan veya uygulanan olması nedeniyle, geleneklerini tecrübe edilmiş ve doğruluğu anlaşılmış kategorisine dahil ederlerken; vahyi ise tecrübe edilmemiş bir bilgi olarak değerlendiriyorlardı. Bu görünüşte doğru bir yaklaşımdı. Ama Kur’an hemen sürece müdahale etti ve birçok defa, vahyin sadece o anki elçinin şahsında ilk defa insanlığa sunulan bir şey olmadığını, ilk insandan itibaren hep var olan ve insanlığın ilk tanıyıp bildiği gerçek ilim olduğunu değişik vesilelerle açıkladı. Şu ayetler bunun örneklerinden bazılarıdır:
Allah, Nuh’a öğütlediğini, sana vahyettiğini, ibrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya ögütledigini, size de hak-hukuk düzeni kıldı. Öyleyse dini dosdoğru ayakta tutun ve onun hakkında hiçbir ayrılığa düşmeyin. Allah’a ortak koşanları davet ettiğin bu düzen, kendilerine çok büyük ve çok ağır gelmektedir. Ama Allah, dilediği kimseyi kendisine peygamber seçer ve kendisine yönelenleri de dilediği şekilde doğru yoluna ulaştırır. [409]
Musa ile Harun’a, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için, doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir ölçü, ışık saçan bir kaynak ve bir uyarıcı, ha-tırlatıcı olarak kitabı verdik. [410]
Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik. [411]
Bu ve benzeri ayetlerle, müşriklerin başlattığı ve tecrübe edilmiş şeyle hiç tecrübe edilmemiş şey ayrımı, Kur’an tarafından gerçek ilmin ne olduğunu gösteren bir yaklaşıma dayanak kılınıyordu. Müşriklerin iddialarını kendi aleyhlerine olmak üzere yanlışlıklarının delili olarak kullanıyordu. Fakat müşrikler yine de polemikçi tutumlarını sürdürmeye devam ettiler.
Kur’an’ın anlattıkları için ‘eskilerin masalları [412]
Resulüllah için ise ‘Bu Kur’an’ı kendisi uydurdu [413]
‘Allah’a karşı yalan uyduruyor [414] dediler.
Onların bu polemikçi yaklaşımlarını eleştiren bir ayet, onların vahye karşı uygulamaya koydukları oyunun kendi aleyhlerine bir süreci inşa ettiğine dikkat çekerken, aynı zamanda ilim-zan taraflarının kimler olduğunu da bir kez daha açıkça gösterdi. Söz konusu ayet şöyledir: ‘Peygamberleri kendilerine apaçık delillerle gelince, kendilerinde bulunan tüm boş bilgi ve becerilerine güvenip küstahça böbürlendiler de, böylece alay ettikleri şey başlarına geliverdi.[415]
Mekke’nin müşrik liderleri islâm’a karşı haklı, doğru gerekçelerle cevap veremeyince, polemiği tercih ettiler. Kendi inanç ve hayat tarzlarının dayanağı olan geleneklerini gözden geçirmeleri gerekirken; geleneklerini gözden geçirmeden, her haliyle doğru ve mutlak anlamda ilim kabul ettiler. Ve bu geleneklerinden kalkarak islâm’a yönelik saldırılarda bulundular. Bunu yaparken de kendilerini haklı gösterebilmek için hemen her zaman atalarında sembolleşen geleneklerinin eleştirilmiş olmasını, İslâm davetine yönelik tepkilerinin en önemli gerekçesi olarak ileri sürdüler. Kendi aralarındaki konuşmalarda, Resulüllah’a çıkışmalarında veya Ebû Talib’e şikayetlerinde hep aynı gerekçeyi dile getirdiler. Örneğin Ebû Talib’e şikayet için gittiklerinde ‘Yeğenine engel olmalısın. Çünkü o, atalarımızın doğru yolda olmadıklarım söylüyor’ dediler. Onlar, bu sözleriyle, İslâm davetini asice ve nankörce girişilmiş bir ataları aşağılama veya geleneği reddetme hareketi olarak değerlendirdiklerini ifade etmiş oluyorlardı.
Geçmişte yaşamış selefleri gibi, Mekke müşrikleri için de inanç ve hayat tarzının ölçüsü, ahlâkî erdemlerin kaynağı birey değil, toplumdu. Toplumsal tecrübeydi; gelenekti. Onlara göre ancak nesiller boyu sürekliliğe sahip şeyler bir değer ifade ederdi. Yoksa bir anda yaygınlık kazanan şeylerin, sadece bir kişinin bildirdiği şeylerin bir kıymeti olamazdı. Kaynağı ne olursa olsun, geleneği hesaba katmayan veya gelenekle çatışan şeylerin bir kıymeti yoktu. Bu tür şeyler doğruluk vasfı kazanamazdı. Bu durum özdeyişlerde, şiirlerde sıklıkla dile getirdikleri ve kutsadıkları bir ölçüydü. ‘Şanımız bize atalardan mirastır. Biz de işte onu böyle yükselttik’ diyen Mekkeli müşrik şair Muhabir b. Ebî Amr, bu şiiriyle söz konusu inancı dile getiriyordu. Bir diğer şair Lebid de şiirlerinden birisinde aynı konuya değinmişti:
Onlar bir kavmin bir ferdidir ve ataları, Onlara bir hayat yolu çizmiştir. Her kavmin kendine özgü bir yolu, Geleneksel bir hayat tarzı vardır; Her kavmin taklit edeceği şeyleri vardır. Mekke eşrafı, İslâm davetinin geleneklerini reddetmek anlamına geldiğini düşünürlerken veya söylerlerken elbette ki yanlış düşünmüyor veya yalan söylemiyorlardı. Görünüş itibarıyla düşüncelerinde haklıydılar. Zira, gerek doğrudan kendilerinden ve geleneklerinden bahseden birçok ayette ve gerekse önceki bazı toplumlardan bahseden ayetlerde hiçbir geleneğin inanç ve hayat tarzı için yegâne ölçü kabul edilemeyeceği bildirilmişti. Bu ayetleri ya Resulüllah’m bizzat kendisinden veya diğer müminlerden duymuşlar ve duymaya da devam ediyorlardı. Bunlardan birisinde bizzat kendilerine seslenilmiş ve geleneklerinin gerçeği dile getirmediği, gerçeğe dayanmadığı; daha da önemlisi boş inançlar, kavramlar yığını olduğu açıkça ifade edilmişti:
‘Siz Allah’ı bırakıp, sadece sizin ve atalarınızın taptığı birtakım boş isimlere tapıyorsunuz. Halbuki Allah onların haklılığı hakkında hiçbir belge ve delil indirmemiştir. Neyin eğri, neyin doğru olduğu konusunda hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor, işte dosdoğru olan tek din budur.
Ama insanların çoğu bilmezler.[416]
Mekke müşrikleri geleneğin ilim kabul edilemeyeceği uyarısını işitmişler, ama şunu fark etmemişler veya fark etmek istememişlerdi: Kur’an’m doğrudan gelenekle ilgili herhangi bir problemi yoktu. Kur’an’m ısrarla üzerinde durduğu konu, sorumluluğun bireysel olduğu, dolayısıyla geçmişe uyup-uymamanın değil; neye uyulduğunun ve uyulan şeylerin ne oranda doğru olduğunun dikkate alınması konusuydu. Kur’an, geleneği değil, geleneği bilinçsiz bir yaklaşımla taklit eden sığ gelenekçi zihniyeti eleştiriyor ve reddediyordu. Kur’an’m tepkisi, kör taklitçi zihniyetin temsil ettiği gelenekçiliğeydi. Bu nedenle de zihinleri harekete geçirmek için soruyordu: ‘Onlara: ‘Allah ne indirdiyse, ona uyun’ denildi mi, ‘Hayır’ derler. ‘Biz atalarımızı neye uymuş bulduysak ona uyarız.’ Ya şeytan onları yakıcı ateşin azabına çağırmışsa, yine de atalarına mı uyacaklar?.[417] ‘Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Resûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol/gelenek) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?.[418] ‘Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (geleneğe) uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış kimselerse?.[419] ‘Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman: ‘Doğru iseniz, babalarımızı dirilterek getirin bakalım’ demelerinden başka, öne sürecekleri bir delilleri yoktur.[420]
Bazı ayetlerde ise, ataların şahsında geleneğe uymanın ne kadar geçersiz olduğu, önemli olanın atalara veya onların şahsında anlam kazanan geleneğe değil, ilâhî hakikatlere uymak olduğu çarpıcı ifadelerle açıklandı. Sırf atalarına uydukları iddiasıyla hak yolda olduklarını, dolayısıyla kurtuluşa erip, ebedî saadete ulaşacaklarını zannedenlerin kendilerini nasıl aldattıkları birçok ayette ayrıntılarıyla anlatılıp, açıklandı:
Kendi asılsız uydurmalarını, Allah’a yakıştıran ya da Allah’ın ayetlerini yalanlamaya kalkışan kimselerden daha zalim kim olabilir? Onlara hayatta nasip olarak her ne yazılmışsa, kendilerini bulacaktır. Sonunda canlarını almak için elçilerimiz geldiklerinde: ‘Hani nerede Allah’tan başka çağırıp durduğunuz varlıklar?’ diyecekler, O günahkarlar ‘Bizi yüzüstü bıraktılar’ diye karşılık verecekler. Böylece Allah’tan gelen gerçekleri örtbas eden kâfir kimseler olduklarına, kendileri kendi aleyhlerine tanıklık etmiş olacaklar. Bunun üzerine Allah diyecek ki: ‘Girin öyleyse ateşe, sizden evvel gömülüp giden insan ve cin toplulukları arasına’. Ve her bir gurup ateşe girerken, kendi yandaşlarına lanet edecek. O kadar ki, onların hepsi birbiri ardınca oraya doluştuklarında, sonrakiler önden gidenler için şöyle diyecek: ‘Ey Rabbimiz! Bizi yoldan çıkaran işte bunlardı, öyleyse onlara ateşle kat kat azap et.’ Allah: ‘Hepinize kat kat azap vardır, ama bunu bilmiyor ve anlamıyorsunuz’ buyuracak. Ve Öncekiler sonrakilere şöyle diyecek: ‘Demek ki, bizim hatalarımızdan ders almadığınızdan dolayı, bize karşı bir üstünlüğünüz yok. Öyleyse yaptığınız tüm o kötülükler için tadın bu azabı’. [421]
Gelenekçi zihniyetin önemli özelliklerinden birisi, kutsayıp dinleştirdiği geleneğin somut dayanağı olan geçmiş nesilleri her zaman olumlu, güzel, doğru, iyi, mükemmel kimseler olarak algılama eğiliminde olmasıdır. Gelenekçi zihniyet geçmiş nesillerde/atalarda hiçbir şekilde herhangi bir kusur, eksiklik görmez. Ancak bu aslında geleneğe temiz, iyi, doğru bir zemin inşa edebilmek için farkına varmadan veya bilerek oynanan bir oyundur. Kendini aldatma durumudur. Kur’an dikkatleri buraya çekerek, esasında haklarında çok fazla bilgi bulunmayan veya birebir tanınmayan geçmiş nesillerin de halihazırdakilerden farksız olduğunu, hatta içlerinde son derece yanlış işler yapanların bulunduğunu açıklayarak, gelenekçi zihniyetin bir yanlışlığını daha deşifre etmiştir: ‘Şüphe yok ki, onlar atalarını sapıtmış bir halde buldular da, babalarının izinde koşup gittiler. Onlardan önce gelip geçmiş eski toplumların çoğu da sapıtmıştır. Halbuki kendilerine uyarıcılar göndermiştik. Bak da gör, uyarılanların sonucu ne oldu?[422]
Bu kitap: ‘Allah kendine bir çocuk edindi’ iddiasında bulunanları da uyarmak içindir. Allah çocuk edindi iddiasıyla ilgili, ne kendilerinin, ne de babalarının doğru bir bilgisi var. Ne ağır bir söz bu ağızlarından çıkan. Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.[423]
Müşrikler bunları duydukları zaman öfkelendiler. Bu ayetler inançlarının ve hayat tarzlarının tüm dayanaklarını yıkıyordu. Dayanabilecekleri, tutunabilecekleri sağlam hiçbir şey bırakmıyor; daha önce dayanıp tutundukları her şeyin sahte, yalan olduğunu ilan ediyordu. Kur’an, kaynağı ve niteliği belli olmayan şeyleri sahiplenmenin ve onlara göre davranmanın, insanın temel özelliği olması gereken akılla, bilinçle uyumlu olmadığını ifade ediyordu. Fakat geçmişi tamamen silmiyordu. Kur’an, niteliğine bakmaksızın geçmişi tamamıyla olumsuz değerlendirmek gibi bir yaklaşıma destek vermiyordu. Geçmişe ilişkin topyekün yaklaşım müşriklerin, vahye karşı geleneği ölçü kabul edenlerin yaklaşımıydı. Kur’an bu yaklaşımı eleştirirken, geleneğe tamamen sırt dönmüyordu. Geleneğe topyekün karşı çıkmıyor, hatta niteliği belli olan bir geleneği de savunuyordu. Niteliği ve kaynağı bilindikten sonra geçmişten yararlanılabileceğini ifade ediyordu. Geçmişte yaşayanlar arasında takip edilmesi, örnek alınması gereken şahsiyetler bulunduğunu bildiriyordu.
Fakat bunlar herhangi kimseler değil, özel kimselerdi. Kur’an’a göre, eğer birilerine uyulması gerekiyorsa, birileri örnek alınması gerekiyorsa, bunların gerçekten uyulmaya layık şahsiyetler olmalıydılar. Bunların bu özellikleri ise ancak vahiyle doğrulanabilir olmalıydı. Elbette ki bunlar Peygamberlerdi, salihlerdi, sıddıklardı. Bu konuda bizzat bir peygamberin sözleri olarak ölçü şöyle açıklandı: “Atalarım ibrahim, Ishak ve Ya’kub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz; bu tevhid inancı Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur. Ama insanların çoğu, bu lütfün değerini bilmez de onun için şükretmezler.[424] Ancak şurası da önemliydi ki, kendilerine uyulması gereken salihler ve sıddıklar, insanların kendiliklerinden öyle olduğuna inandıkları kimselere değil, vahyin salih ve sıddık olduğuna şahitlik ettiği kimselerdi.
Geleneğe yönelik eleştirel yaklaşım tüm müşrikleri rahatsız etti. Özellikle de şirk toplumunun eşrafını rahatsız etti. Onlar, atalarından kendilerine ulaşmış inanç ve uygulamaların, bir diğer isimlendirmeyle geleneklerinin eleştirilmesini kabul edemediler. Geleneklerinde yer alan bazı özelliklerin ve konuların reddedilmesini bir türlü içlerine sindiremediler. Zira sahip oldukları inançlarının, toplumsal sistemlerinin, ekonomik ve siyasî imkânlarının ve imtiyazlarının, toplumsal konumlarının, sürdürdükleri hayat tarzının meşruluk dayanakları atalarıydı; atalarında sembolleştirdikleri ve kutsadıkları gelenekleriydi. Gelenekleri, çoğu toplumlarda olduğu gibi inançlarının ve hayat tarzlarının en önemli referansı, yegâne meşruluk dayanağıydı. Dolayısıyla gelenekleri, savunmaları gereken en yüce değeri ifade ediyordu. Onlara göre gelenekleri ilimdi; gerçekti. Bu geleneğin sorgulanması ve büyük oranda reddedilmesi ise, sahip oldukları inançlarının, bütün imkân ve imtiyazlarının, prestijlerinin, gidişatlarının dayanaksız olduğunu, meşru olmadığını ilandan başka bir anlama gelmiyordu.
Ayrıca ve daha da önemlisi, Resulüllah’ın, risâletin ilk gününden itibaren insanlara tebliğ ve beyan ettiği, kabul ve uygulamaya çağırdığı ilâhî esaslar, Mekke geleneğinin onaylamadığı esaslardı. Bunlar Mekke geleneğiyle çatışan şeylerdi. Ekonomik gelirlerinin ve toplumsal prestijlerinin yegâne kaynağı ve inançlarının esası olan putlar reddediliyor, o putların bir sineği dahi yaratamayacak, kendisine seslenildiğinde bunu duyamayacak, kendisine yapılan ibadetlerden haberdar olmayacak, kendisini dahi korumaktan aciz odun ve taş parçalan olduğunun ilan edildiğini duyuyorlardı. Kabe, putçuluğun kutsal merkezi olmaktan çıkarılıyor, bütün putları ve her çeşidiyle putçuluğu reddeden tevhidin merkezi ve simgesi ilan ediliyordu. Mekke eşrafı kadınların ve kölelerin bir değeri olduğunu düşünmüyorlardı. İnsanî değeri sadece hür erkeklerin temsil ettiği kanaatin dey diler. Fakat, İslâm, kadınları ve köleleri insanlık onurunu temsil eden birer insan kabul ediyordu; kadın-erkek, köle-hür, yoksul-zengin arasında insanî boyutta hiçbir ayrım yapmıyor ve bu insanî boyutu toplumsal hayatın her alanına yansıtmanın çabasını sürdürüyordu.
Hatta, yakın zamana kadar hayvanlar gibi çalıştırdıkları, hiçbir şekilde insan olarak görmedikleri ve düşünmedikleri birçok kölenin Müslüman olmasıyla kendilerine tercih edildiğini bizzat her durumda açıkça görüyorlardı. Kadın-erkek, köle-hür, siyah-beyaz, Arap-Arap olmayan… her çeşidiyle bütün insanların aynı anne ve babanın çocukları olduğu ilanını istemese de sık sık duyuyorlardı. Kendileri gibi izzet ve şerefin, üstünlüğün temsilcisi olan seçkin şahsiyetlerin kölelerle, kadınlarla, Arap olmayanlarla aynı soydan olması kabul edebilecekleri şey değildi, işte bütün bunlar geleneklerine tersti ve onlar ise geleneklerine göre inanıp, geleneklerine göre yaşıyorlardı. Ayrıca, bunlar yetmiyor gibi, hiçbir şekilde insanî değere sahip olmadığına inandıkları, hatta ileride bir şerefsizlik nedeni olabileceğini düşündükleri ve bu nedenlerle öldürdükleri kız çocuklarının hesabı soruluyordu. [425]
Kendilerini diğer toplumlardan ayıran her türlü ahmesîliklerinin [426] hiçbir dayanağı olmadığı ilan ediliyor, bu ilanlarla bütün ayrıcalıklarını yitirme tehlikesi yaşıyorlardı. Bütün Mekke halkından, çevre toplumlara ve hatta ülkelere mensup insanlardan, valilerden, krallardan dahi saygı gören, izzet ve ikramla karşılanan kendilerinin esasında menfaatperest, çıkarcı, bencil, zorba, zalim… kişiler olarak ilan edildiklerini ve ileri gelen olmalarının bütün geleneksel dayanaklarının reddedildiğine şahit oluyorlardı. Kimlik ve kişilikleri deşifre edilip duruyordu. Tüm bu ve diğer bazı nedenlerle, Mekke’nin müşrik liderleri islâm davetine karşıydılar; vahyin konuşan dili, yaşayan bedeni olan Resulüllah’a katlanamıyorlardı.
[404] Lokman sûresi, 31:21,22
[405] Casiye, 45:17
[406] Furkan, 25:4,5
[407] Zuhruf, 43:22
[408] Zuhruf, 43:23,24
[409] Şura, 42:13
[410] Enbiya, 21:48
[411] Zuhruf, 43:6
[412] Kalem, 68:15
[413] Tur, 52:33
[414] Şura, 42:24
[415] Mü’min, 40:83
[416] Yusuf, 12:40
[417] Lokman, 31:21
[418] Maide, 5:104
[419] Bakara, 2:170
[420] Câsiye, 45:25
[421] Araf, 7:37-39
[422] Sajjat, 37:69-73
[423] Kehj, 18:4-6
[424] Yusuf, 12:38
[425] Tekvir sûresi, 81:8,9
[426] Kureyş kabilesi, kendilerine bir yığın ekonomik, siyasî, toplumsal ayrıcalıklar sağlayan bir inancın mensubuydular. Bu ayrıcalıklar hayatlarının birçok alanında güçlü bir şekilde kolaylıkla gözlenebiliyordu. Kendilerini asilzade (ahmesî) olarak niteliyorlardı. Bu ayrıcalıklarını da diğer toplumlara kabul ettirmişlerdi. ‘Ahmes’ (çoğulu ‘hums’) üstünlük anlamlarına geliyordu. Kureyşliler kendi üstünlüklerinin, ahmesiliklerinin dayanağı olarak Hz. ibrahim’in çocukları olmalarını ve Kabe’nin mütevellileri olmalarını ifade ediyorlardı. Bunu da her vesilede ifade etmekten gurur duyuyorlardı: ‘Biz İbrahim’in oğluyuz, hürmete layık insanlarız. Kabe’nin mütevellisiyiz. Bu itibarla diğer Arapların bizim kadar hürmete layık olmamaları gerekir. Hac vazifesini ifa ederken, menâsik-i hac’da bizim onlardan farklı olmamız gerekir” diyorlardı. Kendilerine şeref kazandıran ayrıcalıklarını ise Hac’da göstermeleri son derece manidardır. Hac, diğer toplumların gözlerinin önünde oldukları bir zamandı ve ‘şereflerini’ onlara büyük bir gururla gösterebiliyorlardı.
Hac sırasında herkesten farklı olarak Arafat yerine Müzdelife’de durmak, yağsız peynir (ekıt/çökelek) ve yanmış yiyecek yememek, yün eğirmemek ve çorap dokumamak, ihramda bulundukları sürece kıldan yapılmış çadırlarda kalmayıp sadece deri çadırlarda kalmak gibi uygulamalarla kendilerini diğer insanlardan ayrıcalıklı kılmışlardı. Bunlara ek olarak, diğer insanlar için bazı kurallar da oluşturmuşlardı: Başka bölgelerden gelen hacıların yanlarında getirdikleri yiyecekleri yemelerinin yasak olması, bu hacıların tavafı ancak ahmesîlerden emanet veya kirayla aldıkları giysilerle yapabilmeleri, eğer elbise kiralayamamış veya emanet alamamişlarsa Kabe’yi çıplak tavaf etmeleri, eğer muhakkak kendi elbisesiyle tavaf etmek isterse tavaf sonrasında elbisesini çıkarıp Kabe yakınındaki bir yere atarak bir daha giymemeleri Kureyş’in oluşturduğu bazı Önemli kurallardı. Kureyş kabilesine mensup olanlar Hacc aylarını istedikleri gibi değiştirebiliyorlar ve diğer toplumlar da onların bu kararma İtirazsız uyuyorlardı. Eğer bir kişi adam dövmek, yaralamak veya öldürmek gibi bir suç işler de Harem ağaçlarının kabuklarından bir gerdanlık yaparsa ona kimse dokunmazdı. Bir de günlük hayatta uygulaya geldikleri bazı ayrıcalıkları vardı. Bu konuda kaynaklarda yer alanlardan en ilginç ve şaşkınlık uyandıranı, bazı durumlarda evlerine veya çadırlarına arka kapıdan girmeleriydi. Eğer evin veya çadırın arkasında kapı yoksa evin veya çadırın arkasını delmek zorunda kalıyorlardı. Bunu ise daha çok Hac sırasında ihramlıyken yapıyorlardı. Böylelikle şereflerinin arttığına inanıyorlardı.