Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
ANKEBÛT SÛRESİNİN İKİNCİ âyetinde, “İnsanlar, ‘İnandık’ demeleriyle bırakılıp, imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?” buyurur âlemlerin ve insanın Rabbi. Soru arş-ı âzamdan geliyorsa, cevap bellidir ve sorunun içindedir: İnsanlar, ‘İnandık’ demeleriyle bırakılmayacak; bu sözlerinin içtenliği ve bu sözleri sadakatlari hususunda sınanacaklardır.
Nitekim, bir sonraki âyet, bunun Kadîr-i Zülcelâl’in insanlık için biçtiği kadîm bir kader olduğunu bildirir: “Andolsun ki, Biz onlardan evvelkileri nice sınanmalara uğrattık. İşte Allah, imanında sadakat sahibi olanlarla yalancıları böylece ayırt eder.”
Bu sırdan olsa gerek, sahabiler ve iman yolunun büyük simaları, imanlarına karşılık bir imtihan, bir musibet, bir zorluk veya darlık içinde sınandıklarında, şaşırmamış; bilakis, bu durumda bir gerçeğin ve bir kaderin teyidini görmüşlerdir. Medine’nin etrafı onbini aşkın düşman tarafından çevrildiği ve Medine içindeki Benî Kurayza Yahudileri de onlarla işbirliği yaptığı sırada münafıklar ve kalbinde hastalık olanlar Allah konusunda şüpheden şüpheye düşerlerken, aynı durumun ‘mü’minlerin sadece imanını arttırması’ ve “Bu RABBİMizin va’dettiği, yaşanacağını bildirdiği birşeydir” demeleri, bunun bir misalidir.
Gelin görün ki, mü’min imanı nisbetinde musibete karşı direnç gösterebilir ve imanı nisbetinde musibet ortamından marifet meyveleri devşirir iken, bir inşirah ve inkişaf görmediği durumlar da yaşar. Mevcut hale belki rıza gösterdiği, ama bu anın sonunu da göremediği anlar da olur. Dünyanın, olanca genişliğiyle ona dar geldiği, hâlihazırda hiçbir çıkış yolu göremediği bu anlarda, mü’min, içinde bulunduğu hale karşı isyana düşmese bile, ‘ötesi’ni düşünemez.
Duha sûresini her okuyuşumda, karşımda işte böylesi bir sınanma tablosu canlanır. Hissederim ki, bu sûresin nazil olduğu sırada, Peygamber asla Rabbine karşı isyan halinde değildir; ama hâl-i âlem o kadar karanlık, Mekke müşriklerinin inadı o kadar kavî, Mekke’nin önde gelenlerinin tavrı insanî açıdan dahi o kadar dehşet vericidir ki, Hz. Peygamber ilâhî vahyi tebliğ için elinden geleni yapsa da bir sonuç alamayacağı üzüntüsü içindedir.
İşte böyle bir durumda, gelen vahiy, en başta, Hz. Peygamberin ve hepimizin gerçekte her gün yaşadığı bir gerçeğe dikkat çeker: ‘duha’ gerçeğine. ‘Duha’ gerçeği, hepimizin her gün yaşadığı bir gerçektir, ama her gün yaşandığı için nedense dikkatimizden gizlenir. Her gün yaşandığı için onu sıradanlık örtüsüne gizler, verdiği mesajı farkedemeyiz.
Oysa, bir mucizedir ‘duha.’ Duha, yani kuşluk vakti. Her günün ertesi dünyamız karanlık bir örtüye bürünür, alacakaranlık saatler ilerledikçe zifirî karanlığa dönüşür, ama bu böyle devam etmez. Karanlık önce alacakaranlığa döner, sonra güneş ilk ışıklarını üzerimize yollar, sonra da güneşin varlığını hem ışığı, hem ısısıyla apaçık hissettirmeye başladığı kuşluk vaktine gelinir.
Günün bu çevrimini, insan da yaşar hayatında. Ama yirmidört saat içinde değil, belki bütün bir ömre, belki ömrün içinde uzun yıllara yayılmış bir vaziyette yaşar. O yüzden, günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar boyu süren bir ‘zifirî karanlık’la da imtihan olunabilir; ve karanlığın uzunluğu ve de koyuluğu nisbetinde geleceğe dair ümit halinden endişe haline doğru salınımlara maruz kalır.
Nitekim, Hz. Peygamberin o kadar sene Mekke’de gerçeği tebliğine karşı, yüzünü sahteden gerçeğe, yalandan doğruya çevirenlerin sayısı yüzü ancak bulabilmiştir. Mekke ve civarındaki büyük çoğunluk ise, tevhide karşı şirkte ayak diremektedir. Ayak diremekle kalmayıp, mü’minleri imanlarından vazgeçirmek için ellerinden geleni ardlarına koymamakta; işkenceden açlığa mahkum etmeye, her türlü yolu da denemektedirler.
İşte bu durumda, Rabb-ı Rahîm elçisine önce ‘duha’yı, ardından kuşluk vaktine hazırlık ortamını, ‘gecenin dindiği zaman’ı hatırlatır. “Andolsun kuşluk vaktine ve dindiği zaman o geceye ki, Rabbin sana veda etmedi, darılmadı da...” buyurur. Bu her gün yaşanan gerçeği hatırlattıktan sonra da, O’nun geleceğe dair müjdesi gelir: “... Ve her halde âhiri senin için evvelinden daha hayırlıdır ve ileride Rabbin sana ihsanda bulunacaktır; öyle ihsan edecek ki, rızaya ereceksin!”
Kâinat içinde, ‘kâinatın geçmişi’nde her gün yaşanan bu karanlığın aydınlığa inkılabı halini hatırlatarak Resûlüne ‘geleceğe’ dair ders ve müjdeler veren Rabb-ı Rahîm, ardısıra, ona kendi ‘kişisel geçmiş’ini de hatırlatır: O, babasız büyümüş, annesini de küçük yaşta yitirmiş bir yetim değil midir? O, kaybolduğu, yolunu yitirdiği anlar yaşamamış mıdır? O önce dedesinin, sonra amcasının gözetiminde yaşadıktan sonra, geçimini temin için bir başkasının hizmetinde çalışmaya mecbur olduğu bir gençlik yaşamamış mıdır?
Vâkıa budur. Ama Rabb-ı Rahîm, yetimliğine mukabil, onu açıkta koymamış, barındırmıştır. Yolunu yitirmiş iken, yol göstermiştir. Yoksul iken, zengin kılmıştır.
O halde, vahy-i ilâhîyi tebliğ noktasında el’an yaşadığı o karanlıklı halden de onu çıkaracak; o karanlıklı halin ‘dindiği’ ve ‘durulduğu’ bir zamanın ardından kuşluk vakti aydınlığında bir ortama onu çıkaracaktır.
Asr-ı Saadetin, bindört yüz yıllık İslâm tarihinin, bu zaman zarfında kalbini İslâm’a açmış milyarlarca insanın belgelediği üzere, çıkarmıştır da.
‘Kâinatın geçmişi’nden ve Hz. Peygamberin ‘kişisel geçmişi’nden ‘karanlıktan sonra aydınlık’ manzaralarını böylece hatırlattıktan sonra, Rabb-ı Rahîm’in “Öyleyse, sen de yetime kahretme ve ihtiyaç halinde isteyeni azarlama! Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat!” buyurması da manidardır. Zira, bu zamanda çokça görüldüğü üzere, karanlıktan aydınlığa çıkarılmışlığını kendine maledip el’an karanlıkta olanı küçümseyen, ona yardım için elini uzatmak yerine tekmesini uzatmayı tercih eden niceleri vardır. Oysa, şu an kendisine ‘duha’ hali yaşatılanlara düşen, şu an kendisine gece hali yaşatılanlara yardım etmek; onlara Rabbin nimetini kavlen anlatmak ve de fiilen hatırlatmaktır.
Yorgun bir dimağla kalbime düşeni ne kadar ifade edebildim, bilmiyorum; ama, Peygambere çok şey söyleyen Duha sûresinin bize de çok şey söylediğinden eminim.
Hiçbirimiz, şu âlemde ‘İnandık’ demekle bırakılmıyoruz. Hepimiz maddeten ve manen sınanıyor; hatta bazen ‘tünelin ötesindeki ışığı’ göremediğimiz sınanmalar dahi yaşıyoruz.
Nedendir bilmem, yaşadığım sınanmaların böylesine ağır bir biçimde üzerime çöktüğü durumlarda, Duha sûresi gelir aklıma. Sûrenin nazil olduğu zamana dair nebevî hatıranın eşliğinde, bu sûreyi tekrar tekrar okurum kendime. Ve bu sûrenin ruhuma söyledikleri ile, bir yanda musibetin ağırlığını zihnimde taşırken, öte yanda ruhumda tarifsiz bir rahatlık hissederim.
Ve şöyle düşünürüm: İnsan için belki en büyük musibet, Duha sûresini yitirmektir.
Metin Karabaşoğlu
Alıntı
Nitekim, bir sonraki âyet, bunun Kadîr-i Zülcelâl’in insanlık için biçtiği kadîm bir kader olduğunu bildirir: “Andolsun ki, Biz onlardan evvelkileri nice sınanmalara uğrattık. İşte Allah, imanında sadakat sahibi olanlarla yalancıları böylece ayırt eder.”
Bu sırdan olsa gerek, sahabiler ve iman yolunun büyük simaları, imanlarına karşılık bir imtihan, bir musibet, bir zorluk veya darlık içinde sınandıklarında, şaşırmamış; bilakis, bu durumda bir gerçeğin ve bir kaderin teyidini görmüşlerdir. Medine’nin etrafı onbini aşkın düşman tarafından çevrildiği ve Medine içindeki Benî Kurayza Yahudileri de onlarla işbirliği yaptığı sırada münafıklar ve kalbinde hastalık olanlar Allah konusunda şüpheden şüpheye düşerlerken, aynı durumun ‘mü’minlerin sadece imanını arttırması’ ve “Bu RABBİMizin va’dettiği, yaşanacağını bildirdiği birşeydir” demeleri, bunun bir misalidir.
Gelin görün ki, mü’min imanı nisbetinde musibete karşı direnç gösterebilir ve imanı nisbetinde musibet ortamından marifet meyveleri devşirir iken, bir inşirah ve inkişaf görmediği durumlar da yaşar. Mevcut hale belki rıza gösterdiği, ama bu anın sonunu da göremediği anlar da olur. Dünyanın, olanca genişliğiyle ona dar geldiği, hâlihazırda hiçbir çıkış yolu göremediği bu anlarda, mü’min, içinde bulunduğu hale karşı isyana düşmese bile, ‘ötesi’ni düşünemez.
Duha sûresini her okuyuşumda, karşımda işte böylesi bir sınanma tablosu canlanır. Hissederim ki, bu sûresin nazil olduğu sırada, Peygamber asla Rabbine karşı isyan halinde değildir; ama hâl-i âlem o kadar karanlık, Mekke müşriklerinin inadı o kadar kavî, Mekke’nin önde gelenlerinin tavrı insanî açıdan dahi o kadar dehşet vericidir ki, Hz. Peygamber ilâhî vahyi tebliğ için elinden geleni yapsa da bir sonuç alamayacağı üzüntüsü içindedir.
İşte böyle bir durumda, gelen vahiy, en başta, Hz. Peygamberin ve hepimizin gerçekte her gün yaşadığı bir gerçeğe dikkat çeker: ‘duha’ gerçeğine. ‘Duha’ gerçeği, hepimizin her gün yaşadığı bir gerçektir, ama her gün yaşandığı için nedense dikkatimizden gizlenir. Her gün yaşandığı için onu sıradanlık örtüsüne gizler, verdiği mesajı farkedemeyiz.
Oysa, bir mucizedir ‘duha.’ Duha, yani kuşluk vakti. Her günün ertesi dünyamız karanlık bir örtüye bürünür, alacakaranlık saatler ilerledikçe zifirî karanlığa dönüşür, ama bu böyle devam etmez. Karanlık önce alacakaranlığa döner, sonra güneş ilk ışıklarını üzerimize yollar, sonra da güneşin varlığını hem ışığı, hem ısısıyla apaçık hissettirmeye başladığı kuşluk vaktine gelinir.
Günün bu çevrimini, insan da yaşar hayatında. Ama yirmidört saat içinde değil, belki bütün bir ömre, belki ömrün içinde uzun yıllara yayılmış bir vaziyette yaşar. O yüzden, günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar boyu süren bir ‘zifirî karanlık’la da imtihan olunabilir; ve karanlığın uzunluğu ve de koyuluğu nisbetinde geleceğe dair ümit halinden endişe haline doğru salınımlara maruz kalır.
Nitekim, Hz. Peygamberin o kadar sene Mekke’de gerçeği tebliğine karşı, yüzünü sahteden gerçeğe, yalandan doğruya çevirenlerin sayısı yüzü ancak bulabilmiştir. Mekke ve civarındaki büyük çoğunluk ise, tevhide karşı şirkte ayak diremektedir. Ayak diremekle kalmayıp, mü’minleri imanlarından vazgeçirmek için ellerinden geleni ardlarına koymamakta; işkenceden açlığa mahkum etmeye, her türlü yolu da denemektedirler.
İşte bu durumda, Rabb-ı Rahîm elçisine önce ‘duha’yı, ardından kuşluk vaktine hazırlık ortamını, ‘gecenin dindiği zaman’ı hatırlatır. “Andolsun kuşluk vaktine ve dindiği zaman o geceye ki, Rabbin sana veda etmedi, darılmadı da...” buyurur. Bu her gün yaşanan gerçeği hatırlattıktan sonra da, O’nun geleceğe dair müjdesi gelir: “... Ve her halde âhiri senin için evvelinden daha hayırlıdır ve ileride Rabbin sana ihsanda bulunacaktır; öyle ihsan edecek ki, rızaya ereceksin!”
Kâinat içinde, ‘kâinatın geçmişi’nde her gün yaşanan bu karanlığın aydınlığa inkılabı halini hatırlatarak Resûlüne ‘geleceğe’ dair ders ve müjdeler veren Rabb-ı Rahîm, ardısıra, ona kendi ‘kişisel geçmiş’ini de hatırlatır: O, babasız büyümüş, annesini de küçük yaşta yitirmiş bir yetim değil midir? O, kaybolduğu, yolunu yitirdiği anlar yaşamamış mıdır? O önce dedesinin, sonra amcasının gözetiminde yaşadıktan sonra, geçimini temin için bir başkasının hizmetinde çalışmaya mecbur olduğu bir gençlik yaşamamış mıdır?
Vâkıa budur. Ama Rabb-ı Rahîm, yetimliğine mukabil, onu açıkta koymamış, barındırmıştır. Yolunu yitirmiş iken, yol göstermiştir. Yoksul iken, zengin kılmıştır.
O halde, vahy-i ilâhîyi tebliğ noktasında el’an yaşadığı o karanlıklı halden de onu çıkaracak; o karanlıklı halin ‘dindiği’ ve ‘durulduğu’ bir zamanın ardından kuşluk vakti aydınlığında bir ortama onu çıkaracaktır.
Asr-ı Saadetin, bindört yüz yıllık İslâm tarihinin, bu zaman zarfında kalbini İslâm’a açmış milyarlarca insanın belgelediği üzere, çıkarmıştır da.
‘Kâinatın geçmişi’nden ve Hz. Peygamberin ‘kişisel geçmişi’nden ‘karanlıktan sonra aydınlık’ manzaralarını böylece hatırlattıktan sonra, Rabb-ı Rahîm’in “Öyleyse, sen de yetime kahretme ve ihtiyaç halinde isteyeni azarlama! Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat!” buyurması da manidardır. Zira, bu zamanda çokça görüldüğü üzere, karanlıktan aydınlığa çıkarılmışlığını kendine maledip el’an karanlıkta olanı küçümseyen, ona yardım için elini uzatmak yerine tekmesini uzatmayı tercih eden niceleri vardır. Oysa, şu an kendisine ‘duha’ hali yaşatılanlara düşen, şu an kendisine gece hali yaşatılanlara yardım etmek; onlara Rabbin nimetini kavlen anlatmak ve de fiilen hatırlatmaktır.
Yorgun bir dimağla kalbime düşeni ne kadar ifade edebildim, bilmiyorum; ama, Peygambere çok şey söyleyen Duha sûresinin bize de çok şey söylediğinden eminim.
Hiçbirimiz, şu âlemde ‘İnandık’ demekle bırakılmıyoruz. Hepimiz maddeten ve manen sınanıyor; hatta bazen ‘tünelin ötesindeki ışığı’ göremediğimiz sınanmalar dahi yaşıyoruz.
Nedendir bilmem, yaşadığım sınanmaların böylesine ağır bir biçimde üzerime çöktüğü durumlarda, Duha sûresi gelir aklıma. Sûrenin nazil olduğu zamana dair nebevî hatıranın eşliğinde, bu sûreyi tekrar tekrar okurum kendime. Ve bu sûrenin ruhuma söyledikleri ile, bir yanda musibetin ağırlığını zihnimde taşırken, öte yanda ruhumda tarifsiz bir rahatlık hissederim.
Ve şöyle düşünürüm: İnsan için belki en büyük musibet, Duha sûresini yitirmektir.
Metin Karabaşoğlu
Alıntı