Dünyayı Avuçlarına Almak

Gûl-i Misbah

Aktif Üyemiz
Dünyayı Avuçlarına Almak


Dünyanın avuçlarında olmak ya da dünyayı avuçlarına almak... Seçeneklerimiz bunlardan ibaret. Yani ya Allah’ı unutup dünyanın eline düşeceğiz ya da yalnızca Allah’a muhtaç olduğumuzu bilip O’na teslim olarak fakirliğin de zenginliğin de yükünden azat olacağız. Tercih bizim.


Fakr, dünyadan kaçmak mıdır yoksa dünyayı avuçlarının içine alabilmek midir? Evet, insan bir yönüyle, dünyayı elde etmek için arkasından koşturdukça dünyayı bir türlü yakalayamaz ama dünyadan vaz geçebildiği ölçüde de dünya o kişinin arkasından koşturur.
İnsan-dünya ilişkisinde söz konusu bu durum daha çok maddî taleplerimiz anlamındadır. Ancak ortada bir gerçek de vardır ki, dünyadan ne kadar kaçmaya çalışırsak çalışalım, zaten onun içinde yaşadığımızı, bir takım ihtiyaçlarımızın olduğunu her an hissederiz. Ayrıca ailemiz de dahil olmak üzere çevremizdeki insanların dünya yaşantıları da bizlere dünyalı olduğumuzu sürekli hatırlatır.
Peygamberler başta olmak üzere nice Allah dostları dünyaya sahip değil miydiler? Maddi anlamda zengin diyebileceğimiz bir seviyede yaşamış olanlarla birlikte, pek çoğunun sadece ihtiyaçlarını giderecek kadar dünyadan nasiplendikleri de bilinmektedir. Bununla beraber Allah bu muhterem zatlara, farklı seviyelerde bile olsa, eşyanın tasarrufunu vermemiş midir?
Abdülehad Nuri Efendi’nin şu kıtası ne kadar anlamlıdır:
“Fakr ile fahra (övünmeye) vâris olduk
Zenginliğin son derecesine mâlikiz biz.
Fâniyi bekâya verdik elhak
Bâkî’de bekâya mâlikiz biz.”


Razı Olanların Tavrı
Kur’ân’da ‘halife’ olarak nitelenen insan (Bakara, 30), yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışır ve yaratılmış bütün varlıklar ve eşya üzerinde tasarrufta bulunabilir. “Müminin fakrı nedir? Doğuyu batıyı, kuzeyi güneyi hükmü altına almaktır. Kul o fakr sayesinde Hakk’ın sıfatlarına bürünür.” (İkbâl) Bu makama yükselebilen ve ‘âdem’ olup yok olmaktan kurtulan insan kendi sınırlarının ötesine
geçmez mi?
Şairin, “Arif, konuşmanın kapısını kapattı, kendiliğinden mest olup dünyadan vaz geçti.” şeklinde ifade ettiği gibi, fakr sahibi insan, gönlünü Hakk’a bağlamış ve hem rızkı hem de hayatta olup bitenler hakkında Allah karşısında her şeye razı olmuş bir kuldur.
Bir defasında Mevlâna Hazretleri Sadreddin Konevî Hazretleri’nin dergâhına gitmişti. Karşılıklı durmuşlar, hiç konuşmuyorlardı. Bu sırada Sadreddin Konevî’nin hizmetini gören dervişlerden olan Hacı Maruf Kâşifî içeri girdi. Bu hizmetçi defalarca yaya olarak hacca gitmişti. Pek çok velinin sohbetinde bulunmuştu. İçeri girince Mevlâna Hazretleri’ne, “Fakr nedir?” diye bir soru sordu. Fakat o hiç cevap vermedi. Bunun üzerine tekrar, “Fakr nedir?” diye sordu. Yine cevap vermedi. Tekrar tekrar sorunca Mevlâna Hazretleri kalkıp gitti. Bunun üzerine Sadreddin Konevî rahatsız olup; “Ey pîr-i ham! Neden vakitsiz soru sorarsın? Sordun, cevap verdiler. Tekrar neden sordun?” deyince derviş, “Ne cevap verdiler?” dedi. Konevî Hazreteri ise, “Fakrın tarifini yaptı. O; ‘Allah Tealâ’yı tanıyınca dil tutulur.’ hadis-i şerifi gereğince cevap verdi. Şimdi layık olan şudur ki, derviş şeyhi huzurunda tam bir teslimiyetle bulunmalıdır...” uyarısında bulundu.


Kime Muhtacız?
Bekâ b. Batû Hazretleri buyurur ki: “Fakrın, yani kalpten mülk sevgilerinin ayrılmış olduğunun alameti, hiçbir halde kulda bir değişiklik olmamasıdır. Yani bir kalpte dünya muhabbetinin bulunup bulunmadığının alameti, bir şeyin olması ile olmaması arasında fark bulunmamasıdır. Bu şeylerin varlığı veya yokluğu onda değişiklik yapmamalıdır. Mülklerin varlığı onu şımartmamalı, yokluğu ise onu harekete geçirmemelidir.
Durum böyle olunca hiçbir tehlikeli hal ona tesir etmez. Hatta bu kişinin hali öyle olur ki, bir mülke sahip ise onun tutumu, mülkü yok gibi olur. Şayet bir mülke sahip değil ise tutumu sanki dünyaya sahipmiş gibi olur. Görenler böyle hissederler.
Böyle bir kimse, dünya ve ahirette kendisi için bir makam görmez. Haline bakar ve kendini bir şey görmeyen, bir talepte bulunmayan kimseye benzetir. Kulun Allah Tealâ’ya kavuşmak yolunda bulunması, yukarıda bildirilen bu sıfatların hakikatine vardıktan sonra başlar. İşte bu hallerin sahipleri, yüksek derece ve makam sahibidirler.”
Allah’ın lütfettiği rızık olarak elimizdeki malımızın çokluğuna rağmen acziyetimizi hiç unutmamaktır yiğitlik. Yüce Peygamberimiz s.a.v.’in kendisine teklif edilenler karşısında, “Bir elime güneşi, diğer elime ay’ı verseniz de yine davamdan dönmem.” buyurması gibi, insan avucunda dünyayı bile bulsa, Allah yolunda ilerlemekten bir an bile geri durmamalıdır. Dünyada mala sahip olduğu zaman insan muhtaç olduğu geçmişini unutursa, mağrur bir eda ile diğer insanları küçümsemeye başlarsa, malının sürekli kendisine ait olduğunu vurgulayarak vereni yok sayar da, “Allah fakirdir, biz zenginleriz.” (Âl-i İmran, 181) derse, işte o insan fakrdan söz edebilir mi?


Önceliklerimiz
Allah dilerse, kendisine dost olanlara nimetlerinin pek çoğunu nasip etmez mi? Çünkü onlar darlık zamanlarında nice imtihanlardan geçmişler ve her zaman O’ndan yardım istemişlerdir. Yine Allah dostları, dünyevî ihtiyaçlarına veya sahip oldukları servetlerine rağmen insanın halifelik makamına ulaşabilmesi için asıl muhtaç olduğu şeylerin Allah katındaki manevi yücelikler olduğunu iyi bilirler.
Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri, bu yüceliklere erebilmenin temel iki yolunu mısralarında özetler: Servete güvenmekten dolayı insanda oluşabilecek gururdan arınabilmek ve fakr yolunun mihmandarı olan Rasul-i Kibriya’nın izinden gitmek:
“Fakr ile fakreyle çün ‘Elfakrı fahrî’ der Rasul
Mala mülke mağrur olma deme heyhat ta ebed.”
(Eşrefoğlu Rûmî Divanı, s. 16)
Peygamber s.a.v. Efendimiz’in “Fakr ile övünürüm.” (Râmuzü’l-Ehadis) şeklinde buyurmasına rağmen, fakrdan uzak yaşamamızın temel sebeplerinden biri, rızık konusunda kesin bir sebep-sonuç ilişkisine dayanmamızdır. Ne kadar çalışırsak o kadar kazanacağımızı düşünürüz. Bu düşünce maddi rızık anlamında söz konusu olduğu gibi zaman zaman manevi rızık anlamında da dile getirilmektedir.
Evet, insana verilen manevi güzellikler de birer rızıktır; ancak bu lütuflarda da hem şükretmesini bilmeli, hem de kendimizi manevi anlamdaki hırstan da korumalıyız.
Kur’an’da belirtildiği üzere, rızkımızı temin etmek üzere çalışmamızın gereğine rağmen rızkımızın miktarı Allah katındadır: “Allah, rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı.” (Nahl, 71). Bu dünyada dünyevî menfaatler anlamında niçin farklılıklar yaşıyoruz? Cevabı yine ayetlerde bulabiliriz: “O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkarandır.” (En’âm, 165)
Hepimiz bu dünya hayatında sürekli bir imtihan halinde değil
miyiz? Bazılarımız rızkı genişlediğinde imtihanı kaybedebilir, bazılarımız da rızkı daraldığında... Olgun insan her iki halde de Allah’a şükredebilen ve manevi halini koruyabilendir: “Şüphesiz Rabbin, dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğini de daraltır. Çünkü O, kullarının her halinden haberdardır; her şeyi hakkıyla görendir.” (İsra, 30)
İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin buyurdukları gibi; “Hak Tealâ çok merhametli ve ihsanı bol olduğundan, kullarının rızkına kefil olmuştur. Yani kendi üzerine almıştır. Bizi ve sizi bu düşünceden kurtarmıştır. Evde bulunanların sayısı çok ise rızkı çok gönderir. Biz kullar, bütün düşüncemizi, bütün gücümüzü Hak Tealâ’nın razı olduğu şeyleri yapmak için kullanacağız. Evdekilerin yükünü O’nun ihsanına bırakacağız.” (Mektubât-ı Rabbânî, 224. Mektup)


Fakr ile Fakirlik Aynı Değil
İbadetlerini yerine getirmeye çalışan, ancak tahkikî düzeyde kâmil bir imana ulaşmada yetersiz kalabilen insanların fakr konusundaki olumsuz yaklaşımlarından biri de, fakrı maddi anlamdaki fakirlikle karıştırmalarıdır. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, kaderin bir cilvesi olarak fakirlik de insan içindir. Hatta insan yoksul iken kişiliğini ve benliğini muhafaza edebilirse fakirlik bir değer de ifade edebilir. Fakir insan, zengine göre acziyetini daha derinden hissedebilir.
Fakr sahibi insanın en büyük özelliği, ihtiyaçları konusunda tam anlamıyla Allah’a tevekkül ettiğinden dolayı başkalarından bir şey istememesidir. Nasıl güneş aydan ışık almazsa, bu insanlar da, Allah’ın vesile kıldığı kişiler müstesna olmak üzere, Allah varken başkasından bir şey istemezler. Allah Tealâ, Bayezid-i Bistamî Hazretleri’ne “Ne istersin?” diye kalbine ilham ettiğinde o yüce insan, “İstememeyi isterim.” şeklinde kutlu bir cevap vermişti.
Abdullah Dehlevî Hazretleri, zamanın padişahının dergâhın ihtiyaçlarını karşılayacak yardım tekliflerini kabul etmemiştir. Ayrıca Vali Emir Han da dergâhın ihtiyaçları için yardım teklif ettiğinde talebelerinden Rauf Ahmed’e demiştir ki: “Hediye gönderen Emir Han’a şu beyti cevap olarak yazınız: ‘Biz fakr ü kanaati şeref biliriz / Emir Han’a söyleyin, mukadderdir rızkımız.’ Ve biz, Allah Tealâ’nın, ‘Semada ise rızkınız ve vaad olunduğunuz Cennet vardır.’ (Zariyat, 22) ayet-i kerimesine güveniriz.”
Fakirlik ile fakr arasında her zaman doğru orantı yoktur. Bir başka ifadeyle her fakir fakr sahibi olmayabilir. Nice fakir insanlar vardır ki, kalpleri sahip olmasını istedikleri servet hayalleri ve sevgisiyle dopdoludur; nice zengin insanlar da vardır ki, mallarının çokluğuna, hizmetçilerinin bolluğuna rağmen Allah’a karşı acziyetlerini ve manevi haller açısından fakirliğini hiç
unutmazlar.
Asıl dikkat edilmesi gereken nokta, insanın miskinlikten, tembellikten vazgeçmesi, imkanları ölçüsünde çalışmasıdır. İnsanı veya topluluk olarak milleti zillete düşüren fakirlik, dinimize göre fakr değildir. Fakr sahibi kişinin kendisine has bir asaleti vardır:
“Avcıyı av yapan bir fakirlik vardır.
İnsana fetih sırları öğreten fakirlik de vardır!
Milletleri miskinliğe ve zillete düşüren fakirlik olduğu gibi,
Bir fakirlik de var ki değdiği eşyayı altın yapma sanatı ondandır.” (İkbâl)
Fakr kavramı belki bazı müslüman kardeşlerimiz tarafından sadece mutasavvıflara ait bir kavrammış gibi algılanabilmektedir. Veya “Biz ancak dinin ana hükümlerini yerine getirebiliyoruz; fazlasını yapamıyoruz.” şeklinde düşünülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki fakr yolu, dinin temel yapısıdır; özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir. (Sultan Veled, Maârif, 3. Fasıl)
Bu anlamda fakr, Kelime-i Tevhide iyice sarılmak, imanın derinliğine nüfuz edebilmek ve böylece Hak’tan gelen her şeye istekle razı olabilmektir.
İnsanın kemale ermesi için çok önemli bir etken olan fakr, Cenab-ı Hakk’a inanan her insan tarafından, hangi seviyede olurlarsa olsunlar, ciddiye alınmalıdır. Her türlü ihtiyaçları karşısında Allah’a iltica eden müminleri, ahireti dünyadan daha çok önemseyen ve “Yarabbi! Dünyayı gözümüzde küçült; ahireti de kalplerimizde büyüt.” diye dua eden insanları küçümseyen veya ayıplayan insanlar bilmelidirler ki, bu durum kendilerinin gurur ve benliklerine olan düşkünlüklerinden ortaya çıkmaktadır. Gurur ise şeytanın en çok sevdiği günahtır. Oysa küçümsedikleri fakr sahibi insan, “bu keyfiyet ve kemiyet cihanına sığmayan” bir büyüklüktedir.
Yazımıza Ahmed Yesevî k.s. Hazretleri’nin fakr sahibi insanın özelliklerini anlatan mısralarıyla son verelim:
Gönül vermeyip dünyaya, el uzatmamışlar harama,
Hak seven âşıklar ahaliden geçmişler.
Dünya benim diyenler, cihan malını alanlar,
Kerkenez kuşu gibi olup o harama batmışlar.” (Hikmetler, 99. Hikmet)

FAKR NEDİR?

Fakr, dünya ve dünyadakiler avucumuzda olsa bile, her zaman ve her işte yalnızca Allah Tealâ’ya muhtaç olduğumuzu bilmemiz ve elimizdeki dünyevî imkanlara rağmen bütün ihtiyaçlarımızı derin bir mahcubiyetle O’na arz edebilmemizdir. Fakr, dünyayı avucumuzda taşımamıza rağmen kalbimizi ve zihnimizi dünyadan uzak tutabilmektir. İkbâl’in ifadesiyle, “Dünyada bulunurken dünyadan kurtulabilmektir.”
Bu anlamıyla fakr ve fakirlik iki farklı kavramdır. Şu tarif iki kavram arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olur: “Fakr, bedenimiz bile dahil olmak üzere varlıklarımızı gönül tahtımıza yaklaştırmamaktır. Çünkü gönlümüz bizlerin en özel, en mahrem yeridir.”
Bekâ b. Batû Hazretleri fakrın kapsamı konusunda şöyle buyurmuşlardır: “Fakr hali odur ki kalpten Allah Tealâ’dan başka her şey ile olan bağ koparılmalı, dünya sevgileri oraya girmemelidir. Böyle bir sevgisi varsa silmelidir; çünkü bu sevgi insana birçok meşguliyetler çıkarır. Allah yolunda bulunmaya engel olan sebepler meydana çıkarsa ve herhangi bir kimsenin kalbi, o maddi ve geçici mülklere bağlanırsa o kimse bu yolda bulunamaz.”


Ahmet ALEMDAR



SEMERKAND
 

_bamteli_

Aktif Üyemiz
“Fakr ile fahra (övünmeye) vâris olduk
Zenginliğin son derecesine mâlikiz biz.
Fâniyi bekâya verdik elhak
Bâkî’de bekâya mâlikiz biz.”

a.r.o:gül
 
Üst Alt