1. Elest Meclisi (Bezm-i Elest)
Bezm-i Elest, Farsça’daki “sohbet meclisi” anlamına gelen bezm sözcüğüyle Arapça’da “ben değil miyim” anlamındaki çekimli bir fiil olan elestü’den oluşan bezm-i elest terkibi “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” hitabının yapıldığı ve ruhların da “belâ / evet” diye cevap verdikleri meclis anlamında kullanılmaktadır. Kurân’da geçmişte Allah’ın Âdem oğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) zürriyetini çıkardığı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye hitap ettiği, onların da “evet” dedikleri anlatılmaktadır (A’râf, 7/172). Allah’la insanlar arasında meydana gelen bu sözleşmeye misâk, kâlu belâ, rûz-i elest, bezm-i ezel, ahid, belâ ahdi gibi çeşitli isimler verilmiştir. Kur’ân’da aynı konuyla ilgili açık veya dolaylı ifadeler çeşitli sûrelerde yer almaktadır (Rûm, 30/30).[1]
Evvelden var oluş hikmeti, elest meclisine dayanır. Elest meclisinde bütün varlıklar Allah’ın “Elestü bi Rabbiküm” hitabına muhatap oldukları zaman evvela büyük bir heyecana ve coşkuya kapıldılar. Bu durum, sonradan paniğe dönüştü. Çünkü bütün varlıklar benlik sıkıntısına düştüler. Allah bir anlamda, “her şey benim, benden başka hiçbir şey yok” dedi. Peki insan ne idi? Bunun cevabını verememenin sıkıntısı içerisinde paniğe düştüler. Bu panik evet demelerini geciktirdi. Evet sözü gecikince de, Cenab-ı Hakk bütün âlemlere bir anlamda ”siz bilirsiniz. Kapatıyorum öyleyse!” anlamına gelen bir cereyan kesikliği verdi ve alemler, kendi üzerlerinde yavaş yavaş buruşmaya, kapanmaya, dürülmeye başladılar. Bütün alemler yok oluyordu. Ta ki Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Kalb-i Muhammedi’sinden “BELÎ Allah” diye bir niyaz çıkana kadar. Allah o kadar mutlu oldu ki, bütün eşyanın yeniden var olmasına, yaşamasına izin verdi. Hatta bu izin verişteki coşku, gelecekteki varlıkların yaratılmasına vesile oldu.
Elest meclisinde madde olmadığı halde, atomlar olmadığı halde, bu meclisten kaç trilyon sene sonra ortaya çıktıkları halde, o gün Efendimizin ‘BELÎ’ niyazıyla, Allah’ta meydana gelen coşku o kadar şiddetli oldu ki, bütün varlıklar gelecekte olmalarına rağmen o gün için varlık perdesine bir daha düştüler. Atomlar, galaksiler Elest Meclisine gelip Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ‘BELÎ’ cevabının, niyazının cuşi ile raksettiler. Bu raksları öyle tescil oldu ki, öyle neşe ile oynadılar ki, Allah bu dönmeyi fizik kanunu haline getirdi. O elestte, Fahr-i Kainat Efendimiz’in etrafında coşkudan doğan bir hadisedir.
Yoksa Cenab-ı Hakk cazibeye karşı koymak için merkez kaç kuvveti yaratmak zorunda değildi. Başka bir çareyle yaratırdı. Ama o coşku o kadar çok hoşuna gitti ki, Cenab-ı Hakk ondan sonra bütün varlıklara o anı hatırlatmak için dönme sırrını verdi. Dönme sırrı içerisinde ayakta kalmalarını mümkün kıldı. Ne kadar varlık varsa dönmeye mecburdur. Dönmeyen yok olur. İşte bu Elest Meclisinden gelen bir var oluşun sırrıdır.
Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Elestte ‘BELÎ’ dedikten sonra, Cenab-ı Hakk’ın bu müthiş coşkusu, müthiş rıza mutluluğu öyle bir doza geldi ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz elestte mevcut olan bütün varlıklara bir hamd namazı kıldırdı. O zaman varlıklara dedi ki; “Allah’a bir hamd namazı kılalım”. Kendi imametinde bir hamd namazı kıldırdı. Bütün eşya, bütün varlıklar, melekler, bildiğimiz bilmediğimiz her türlü eczaa Cenab-ı Hakk’ın huzurunda hamd namazı kıldırdı. Bu hamd namazı kılındığı an Allah O’nun ismini getirdi; “Senin ismin Muhammed’dir dedi”. Hamd namazını en mükemmel şekilde kıldırmanın bil farz ilahi bahşişi oldu.
Ve o anda bu isim intikal ettiği zaman Nur-u Muhammedi diye bütün evrenlere tescil oldu ve ondan sonra kurulan levh-i mahfuz dev kompitürün anahtarı haline geldi. Levh-i mahfuz, biliyorsunuz evrenlerin, bütün varlıkların temel yasalarını temsil eden bir kompitur sistemidir. Bu sistemde yok, yoktur. Her hadise ne zaman olacak, nasıl olacak, nereden dönecek, dönerse nasıl dönecek, tekrar ikame olursa nasıl olacak sorularının cevabı, levh-i mahfuz dediğimiz büyük bilgisayar da yazılıdır. Levh-i mahfuzun anahtar şifresi de, Hz.Muhammed’dir. Hiç kimse, bu sırrın dışında olduğunu sanmasın. Bunun ispatı çok açıktır.[2]
Konu ile ilgili olarak hadis diye nakledilen bazı ifadeler de mevcuttur. Bu rivayetlerde belirtildiğine göre Allah, Âdem’i yaratınca kıyamete kadar gelecek olan bütün insanları onun sırtından (sağ ve sol tarafından) veya sulbünden zerreler halinde çıkarmıştır.[3] Übey b. Kâ’b’den kendi görüşü olarak nakledilen bir rivayete göre Allah bu zerrelere ruh ve şekil verip onları konuşturmuş, sonra da kendilerini şahit tutarak, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” hitabında bulunmuş, kıyamet gününde bundan habersiz olduklarını ileri sürmemeleri için bütün kâinatı ve Âdem’i şahit tutmuş ve daha başka tavsiyelerde bulunmuş, onlar da bütün bunları kabul etmişlerdir.[4]
Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları iki grupta toplamak mümkündür.
1. Allah’ın insanlardan aldığı ahid insan türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş, bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu tür haberlerin mecaz ve temsil yoluyla açıklanması uygun değildir, söz konusu olayın gerçekten vuku bulduğuna inanmak gereklidir. Zira âyet ve hadislerin zahirî mânalarını terkedip te’vil yolunu benimsemek için haklı bir gerekçe yoktur. Selefiyye, Sünnî kelâmcıların ekserisi, sûff âlimler ve Şîa bilginlerinin çoğunluğu bu görüşü benimser. Bu âlimler sözü edilen ahdin gerçekleştiği yer konusunda kesin görüş belirtmekten çekinmişlerdir. Çünkü bazı rivayetlerde bunun Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilmesinden önce gökte vuku bulduğu, bazılarında Mekke yakınlarındaki Na’man’da, diğer bazı rivayetlerde ise Hindistan’in Dehnâ adlı bir bölgesinde gerçekleştiği bildirilmektedir.[5]
2. İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce zerreler halindeki zürriyetlerinden (ruhlarından) topluca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sözü edilen sözleşme mecazi anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu temel görüşü benimseyenlerin bazılarına göre mîsâk zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı sırasında, bazılarına göre anne rahmine yerleşip organik teşekkülünü tamamlaması esnasında vuku bulmuştur.[6] Sözleşmenin dünyadaki yaratılışla tahakkuk ettiğini kabul edenlerin çoğunluğuna göre ise bu olay her insanın baba sulbünden anne rahmine intikal etmesiyle başlar, burada oluşum devresini tamamlayıp dünyaya gelmesinden sonra bulûğ çağına girinceye kadar sürer. Çünkü insanın kendisini ve çevresini tanıması, bilgi sahibi olması bu devreye ulaşmasıyla mümkündür. Böylece âkil-baliğ olan her insan yaratılmış olduğunu ve yaratıcısına itaat etmesi gerektiğini hem kendisi hem de diğer nesne ve olaylar hakkında tefekkür ve muhakemelerde bulunarak kabul eder. Şüphe yok ki Allah zihnî ve kalbî fonksiyonu insanların psikolojik muhtevasına fıtrî bir özellik olarak yerleştirmiş, iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok delil yaratmış, insanları kendi ulûhiyyetini kavramalarına yetecek ölçüde bilgi kapasitesiyle donatmış, böylelikle sanki onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” diye sormuş, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmişlerdir. İşte insanın Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte yaratılmış olması sözlü olmayan, fakat fıtrî denebilecek bir ahid ve mîsâk niteliğindedir. Esasen mecaz ve temsile dayanan bu tür ifadeler Arap dilinde sıkça kullanılır; ayrıca, “Allah göğe ve yere, isteyerek veya istemeyerek geliniz, dedi; onlar da, isteyerek geldik, dediler” (Fussilet, 11) mealindeki âyette olduğu gibi bunların örnekleri Kurân-ı Kerîm’de de mevcuttur. Kaynaklarda Mu’tezile’ye nisbet edilen bu görüş Ebû Mansûr el-Mâtürîdi’nin yanı sıra bazı Eş’arî ve Şiî âlimlerce de benimsenmiştir. Fahreddin er-Râzî de tutarsız ve tenkit edilebilecek bir noktası bulunmadığını belirtmek suretiyle bu görüşe temayül göstermiştir.[7] Yukarıdaki iki görüşten ilkini insan türüne ait umumi bir sözleşme, ikincisini de her ferdin bizzat yaptığı sözleşme olarak değerlendirenler de vardır.[8][9]
Allah-u Tealâ’nın kulları ile yaptığı bu misakı (ilahi sözleşmeyi), şimdilik hatırlamıyor olsak bile, Yüce Rabbimizin hatırlatmasıyla, bizim O’nunla böyle bir sözleşme yaptığımızı kesin olarak kabul ederiz. Biz unuturuz, fakat Rabbimiz unutmaz, biz yanılırız, ancak O yanılmaz Biz zamana bağlıyız, O ise zamanı yoktan var edendir, zaman ve mekan onu bağlamaz.
İnsanoğlunun varlık alemine ilk adımı, ruhuyla oldu. İlahi ilimde bilinen ve ezelde takdir edilen insan vücudunun, yokluktan varlığa geçişi ruhuyla gerçekleşti. Ruh, dünya aleminde kendisini taşıyacak vücutla ana rahminde buluştu İnsanın ilk zerreleri, ilahi kudretle belli bir kıvam ve şekil aldıktan sonra, ruhla ayrı bir güzellik ve özellik kazandı; böylece insanın madde alemindeki hayatı başladı Ruhla bütünleşen bu et ve kemikten meydana gelen vücutta, insani özellikler ve kabiliyetler oluştu İnsanın bünyesine, hayvanlardan ayrı olarak, kalp, akıl, düşünce, hafıza, şuur, sevgi gibi insanı insan yapan özellikler yerleştirildi Bütün bu özellikler ona Rabbini tanıması için verildi.
Her insan, Yüce Yaratıcısını tanıyacak özellik ve kabiliyette yaratıldı Yani Allahu Tealâ, ana rahminde şekil verdiği insanla ikinci anlaşmayı yaptı Ona, benliğini verirken, bir benlik şuuru da verdi Ayrıca onu, varlığının sahibini tanıyacak, onu hissedecek ve sevecek bir özellikle donattı Böylece Allah, kulu ile yeni bir anlaşma yapmış oldu Sanki insana “sana bunları verdim, onların gereği şunları isterim” dedi İnsanın bu şekilde iman ve İslam fıtratı üzere yaratılması, insani özelliklerle donatılması, kendisinden iman ve İslam’ın gereklerinin beklenmesi için bir sebep oluşturdu
Bu sıfat ve özelliklerle dünyaya gelen insana, Allah, onun zerreleriyle ve fıtratıyla yaptığı anlaşmaları hatırlatacak ve gereğini öğretecek peygamberler gönderdi Peygamberlerin gelmesiyle üçüncü bir sözleşme gerçekleşti Bu tebliğ, uyarı ve fiili anlaşma buluğ çağında yapıldı Yani buluğ çağına gelen her insana Allah’ın daveti ulaştırıldığında, artık ruhuyla verdiği sözü tutması istendi ve vicdanına yerleştirilen Allah inancına uygun hareket etmesi Allah’ın davetine uyması ve fıtratındaki gerçekle zıtlaşmaması gerektiği hatırlatıldı Aksi durumda insan mesul olacak, hesap verecek ve ceza çekecektir
Buluğa ermeden ölenler, birinci ve ikinci sözleşmenin gereğini yapmakla mükellef olmadıkları için, hesaba çekilmezler Çünkü sözleşmenin yerine getirilmesi, akıl ve buluğ şartına bağlı olarak istenmektedir.
Hz Peygamber (S.A.V.)’in başında bulunduğu İslam daveti kendisine ulaşan buluğa ermiş her akıllı insan, ilk iki sözleşmenin gereği olarak bu davetten sorumludur
Akıllı olup buluğa erdiği halde, Rabbiyle yaptığı sözleşmelerin hiç birisine sahip çıkmayan, fıtratını bozan, insanlık değerlerini kaybeden ve Rabbini unutup eşyaya tapan insanlık, dünyada ve ahirette mutlu olamayacaktır Çünkü imansızlık ve şirk, insan kalbi ve fıtratı için en büyük kötülüktür Tevbe edilmezse bunun cezası da büyük olacaktır
Arifler demişlerdir ki: Kalp, iman, ibadet, zikir, fikir ve sevgiyle uyanır, asli safiyetine kavuşursa, Allah-u Tealâ’ya ruhu ve bütün zerreleriyle verdiği sözü hatırlar, fıtratına konmuş Allah sevgisini tadar, her şeyin O’na şahitlik yaptığını görür, kainatla birlikte zikre geçer.
Her şey O’nun varlığına, birliğine ve sonsuz rahmetine şahitlik ederken, insanın kendi varlığını bile ihmal etmesi ve küfre girmesi ne kadar acıdır! Allahu Tealâ’dan kalp safiyeti ve iman selameti dileriz.[10]
2. Kâlu Belâ
Kâlu Bela, “Evet, dediler” anlamında akaid ve Kur’anî bir terimdir. Bu terkiple Yüce Allah’ın insanları rubûbiyet ve ulûhiyetini tanık kılarak onlardan buna dair söz almasıyla ilgili olay kastedilir.[11] Daha açık bir ifadeyle, Rabbimizin ruhlar âleminde kullarına, “Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sualine karşılık, onların da “Evet, sen bizim Rabbimizsin” cevabını vermeleridir.[12]
Belâ, gam, musibet, azap, imtihan demektir. Evet, hayhay, peki anlamlarındadır. Tasavvufi anlamı ise Hakkın kulunu denemesi, kendisinde mevcut olan iyi hallere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen göstermesi, bu maksatla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir.
Kulun Hakk’a yakınlığı, ondan gelen eza ve cefâlara samimi surette katlanması nispetinde olur. Hak Teâlâ, insanlardan çok evvel onların ruhlarını yaratmış ve sormuş: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?”(Elestü bi-Rabbiküm) [13] diye sorar. Allah’ın cemali ile kendinden geçen ve hayran olan ruhlar, bu soruya “evet” anlamına gelen “Belâ.” [14] demişler. Böylece Allah’la kulları arasında bir sözleşme yapılmış; kullar, Allah’a ahid ve söz vermişler. Buna “Bezm-i elest”, “bezm-i ezel” (Ezeldeki meclis ve ahid) denir.[13] İşte bütün ruhlar, hâlâ o sarhoşluk içindedirler ve “belâ” (evet) sözünü söyledikten sonra belâ (musibetler)’ya uğramışlardır. Bu sözden itibaren ruhlar, hicrana düşmüşler ve vuslatı arar olmuşlardır.[14]
Allah’ın insanlardan bu şekilde söz alması, Arapça telaffuzuyla “Kalu belâ” şeklinde halk arasında yaygınlaşmıştır.[11] “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusunun cevabı şudur: “Kâlû belâ’dan beri.” [13]
Bu sözleşmenin oluşumu şöyle açıklanmaktadır:
Allah, nesilden nesile Hz. Âdem’e varıncaya kadar Âdemoğullarının her birinin sulbünden zürriyetlerini alıp varlık âlemine çıkardı. Onlarda ilke olarak “ben” ve “başkası” bilincini yarattı. Sonra da onları birbirine şahit tuttu ve “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diyerek rubûbiyetini, mutlak malik ve hakim olduğunu bildirdi. Hiçbir şey değil iken, alemlerin Rabb’inin hikmet ve kudretiyle, şuursuz halde çıkarılıp bütün zevkleriyle şuurlu bir insan şahsiyeti kazandırılan bu zerreler, hiçbir olumsuz etkiyle karşılaşmadıklarından hiçbir itirazda bulunmadan “Evet, Rabbimizsin, şahidiz!” dediler; böylece yaratılıştan bir akit, bir sözleşme altına girmiş oldu. Bu mukavele, insanoğlunun dînî, hukuki, medeni ve sosyal başlangıcı olmuştur.[15]
Bezm-i Elest, Farsça’daki “sohbet meclisi” anlamına gelen bezm sözcüğüyle Arapça’da “ben değil miyim” anlamındaki çekimli bir fiil olan elestü’den oluşan bezm-i elest terkibi “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” hitabının yapıldığı ve ruhların da “belâ / evet” diye cevap verdikleri meclis anlamında kullanılmaktadır. Kurân’da geçmişte Allah’ın Âdem oğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) zürriyetini çıkardığı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye hitap ettiği, onların da “evet” dedikleri anlatılmaktadır (A’râf, 7/172). Allah’la insanlar arasında meydana gelen bu sözleşmeye misâk, kâlu belâ, rûz-i elest, bezm-i ezel, ahid, belâ ahdi gibi çeşitli isimler verilmiştir. Kur’ân’da aynı konuyla ilgili açık veya dolaylı ifadeler çeşitli sûrelerde yer almaktadır (Rûm, 30/30).[1]
Evvelden var oluş hikmeti, elest meclisine dayanır. Elest meclisinde bütün varlıklar Allah’ın “Elestü bi Rabbiküm” hitabına muhatap oldukları zaman evvela büyük bir heyecana ve coşkuya kapıldılar. Bu durum, sonradan paniğe dönüştü. Çünkü bütün varlıklar benlik sıkıntısına düştüler. Allah bir anlamda, “her şey benim, benden başka hiçbir şey yok” dedi. Peki insan ne idi? Bunun cevabını verememenin sıkıntısı içerisinde paniğe düştüler. Bu panik evet demelerini geciktirdi. Evet sözü gecikince de, Cenab-ı Hakk bütün âlemlere bir anlamda ”siz bilirsiniz. Kapatıyorum öyleyse!” anlamına gelen bir cereyan kesikliği verdi ve alemler, kendi üzerlerinde yavaş yavaş buruşmaya, kapanmaya, dürülmeye başladılar. Bütün alemler yok oluyordu. Ta ki Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Kalb-i Muhammedi’sinden “BELÎ Allah” diye bir niyaz çıkana kadar. Allah o kadar mutlu oldu ki, bütün eşyanın yeniden var olmasına, yaşamasına izin verdi. Hatta bu izin verişteki coşku, gelecekteki varlıkların yaratılmasına vesile oldu.
Elest meclisinde madde olmadığı halde, atomlar olmadığı halde, bu meclisten kaç trilyon sene sonra ortaya çıktıkları halde, o gün Efendimizin ‘BELÎ’ niyazıyla, Allah’ta meydana gelen coşku o kadar şiddetli oldu ki, bütün varlıklar gelecekte olmalarına rağmen o gün için varlık perdesine bir daha düştüler. Atomlar, galaksiler Elest Meclisine gelip Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ‘BELÎ’ cevabının, niyazının cuşi ile raksettiler. Bu raksları öyle tescil oldu ki, öyle neşe ile oynadılar ki, Allah bu dönmeyi fizik kanunu haline getirdi. O elestte, Fahr-i Kainat Efendimiz’in etrafında coşkudan doğan bir hadisedir.
Yoksa Cenab-ı Hakk cazibeye karşı koymak için merkez kaç kuvveti yaratmak zorunda değildi. Başka bir çareyle yaratırdı. Ama o coşku o kadar çok hoşuna gitti ki, Cenab-ı Hakk ondan sonra bütün varlıklara o anı hatırlatmak için dönme sırrını verdi. Dönme sırrı içerisinde ayakta kalmalarını mümkün kıldı. Ne kadar varlık varsa dönmeye mecburdur. Dönmeyen yok olur. İşte bu Elest Meclisinden gelen bir var oluşun sırrıdır.
Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Elestte ‘BELÎ’ dedikten sonra, Cenab-ı Hakk’ın bu müthiş coşkusu, müthiş rıza mutluluğu öyle bir doza geldi ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz elestte mevcut olan bütün varlıklara bir hamd namazı kıldırdı. O zaman varlıklara dedi ki; “Allah’a bir hamd namazı kılalım”. Kendi imametinde bir hamd namazı kıldırdı. Bütün eşya, bütün varlıklar, melekler, bildiğimiz bilmediğimiz her türlü eczaa Cenab-ı Hakk’ın huzurunda hamd namazı kıldırdı. Bu hamd namazı kılındığı an Allah O’nun ismini getirdi; “Senin ismin Muhammed’dir dedi”. Hamd namazını en mükemmel şekilde kıldırmanın bil farz ilahi bahşişi oldu.
Ve o anda bu isim intikal ettiği zaman Nur-u Muhammedi diye bütün evrenlere tescil oldu ve ondan sonra kurulan levh-i mahfuz dev kompitürün anahtarı haline geldi. Levh-i mahfuz, biliyorsunuz evrenlerin, bütün varlıkların temel yasalarını temsil eden bir kompitur sistemidir. Bu sistemde yok, yoktur. Her hadise ne zaman olacak, nasıl olacak, nereden dönecek, dönerse nasıl dönecek, tekrar ikame olursa nasıl olacak sorularının cevabı, levh-i mahfuz dediğimiz büyük bilgisayar da yazılıdır. Levh-i mahfuzun anahtar şifresi de, Hz.Muhammed’dir. Hiç kimse, bu sırrın dışında olduğunu sanmasın. Bunun ispatı çok açıktır.[2]
Konu ile ilgili olarak hadis diye nakledilen bazı ifadeler de mevcuttur. Bu rivayetlerde belirtildiğine göre Allah, Âdem’i yaratınca kıyamete kadar gelecek olan bütün insanları onun sırtından (sağ ve sol tarafından) veya sulbünden zerreler halinde çıkarmıştır.[3] Übey b. Kâ’b’den kendi görüşü olarak nakledilen bir rivayete göre Allah bu zerrelere ruh ve şekil verip onları konuşturmuş, sonra da kendilerini şahit tutarak, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” hitabında bulunmuş, kıyamet gününde bundan habersiz olduklarını ileri sürmemeleri için bütün kâinatı ve Âdem’i şahit tutmuş ve daha başka tavsiyelerde bulunmuş, onlar da bütün bunları kabul etmişlerdir.[4]
Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları iki grupta toplamak mümkündür.
1. Allah’ın insanlardan aldığı ahid insan türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş, bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu tür haberlerin mecaz ve temsil yoluyla açıklanması uygun değildir, söz konusu olayın gerçekten vuku bulduğuna inanmak gereklidir. Zira âyet ve hadislerin zahirî mânalarını terkedip te’vil yolunu benimsemek için haklı bir gerekçe yoktur. Selefiyye, Sünnî kelâmcıların ekserisi, sûff âlimler ve Şîa bilginlerinin çoğunluğu bu görüşü benimser. Bu âlimler sözü edilen ahdin gerçekleştiği yer konusunda kesin görüş belirtmekten çekinmişlerdir. Çünkü bazı rivayetlerde bunun Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilmesinden önce gökte vuku bulduğu, bazılarında Mekke yakınlarındaki Na’man’da, diğer bazı rivayetlerde ise Hindistan’in Dehnâ adlı bir bölgesinde gerçekleştiği bildirilmektedir.[5]
2. İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce zerreler halindeki zürriyetlerinden (ruhlarından) topluca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sözü edilen sözleşme mecazi anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu temel görüşü benimseyenlerin bazılarına göre mîsâk zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı sırasında, bazılarına göre anne rahmine yerleşip organik teşekkülünü tamamlaması esnasında vuku bulmuştur.[6] Sözleşmenin dünyadaki yaratılışla tahakkuk ettiğini kabul edenlerin çoğunluğuna göre ise bu olay her insanın baba sulbünden anne rahmine intikal etmesiyle başlar, burada oluşum devresini tamamlayıp dünyaya gelmesinden sonra bulûğ çağına girinceye kadar sürer. Çünkü insanın kendisini ve çevresini tanıması, bilgi sahibi olması bu devreye ulaşmasıyla mümkündür. Böylece âkil-baliğ olan her insan yaratılmış olduğunu ve yaratıcısına itaat etmesi gerektiğini hem kendisi hem de diğer nesne ve olaylar hakkında tefekkür ve muhakemelerde bulunarak kabul eder. Şüphe yok ki Allah zihnî ve kalbî fonksiyonu insanların psikolojik muhtevasına fıtrî bir özellik olarak yerleştirmiş, iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok delil yaratmış, insanları kendi ulûhiyyetini kavramalarına yetecek ölçüde bilgi kapasitesiyle donatmış, böylelikle sanki onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” diye sormuş, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmişlerdir. İşte insanın Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte yaratılmış olması sözlü olmayan, fakat fıtrî denebilecek bir ahid ve mîsâk niteliğindedir. Esasen mecaz ve temsile dayanan bu tür ifadeler Arap dilinde sıkça kullanılır; ayrıca, “Allah göğe ve yere, isteyerek veya istemeyerek geliniz, dedi; onlar da, isteyerek geldik, dediler” (Fussilet, 11) mealindeki âyette olduğu gibi bunların örnekleri Kurân-ı Kerîm’de de mevcuttur. Kaynaklarda Mu’tezile’ye nisbet edilen bu görüş Ebû Mansûr el-Mâtürîdi’nin yanı sıra bazı Eş’arî ve Şiî âlimlerce de benimsenmiştir. Fahreddin er-Râzî de tutarsız ve tenkit edilebilecek bir noktası bulunmadığını belirtmek suretiyle bu görüşe temayül göstermiştir.[7] Yukarıdaki iki görüşten ilkini insan türüne ait umumi bir sözleşme, ikincisini de her ferdin bizzat yaptığı sözleşme olarak değerlendirenler de vardır.[8][9]
Allah-u Tealâ’nın kulları ile yaptığı bu misakı (ilahi sözleşmeyi), şimdilik hatırlamıyor olsak bile, Yüce Rabbimizin hatırlatmasıyla, bizim O’nunla böyle bir sözleşme yaptığımızı kesin olarak kabul ederiz. Biz unuturuz, fakat Rabbimiz unutmaz, biz yanılırız, ancak O yanılmaz Biz zamana bağlıyız, O ise zamanı yoktan var edendir, zaman ve mekan onu bağlamaz.
İnsanoğlunun varlık alemine ilk adımı, ruhuyla oldu. İlahi ilimde bilinen ve ezelde takdir edilen insan vücudunun, yokluktan varlığa geçişi ruhuyla gerçekleşti. Ruh, dünya aleminde kendisini taşıyacak vücutla ana rahminde buluştu İnsanın ilk zerreleri, ilahi kudretle belli bir kıvam ve şekil aldıktan sonra, ruhla ayrı bir güzellik ve özellik kazandı; böylece insanın madde alemindeki hayatı başladı Ruhla bütünleşen bu et ve kemikten meydana gelen vücutta, insani özellikler ve kabiliyetler oluştu İnsanın bünyesine, hayvanlardan ayrı olarak, kalp, akıl, düşünce, hafıza, şuur, sevgi gibi insanı insan yapan özellikler yerleştirildi Bütün bu özellikler ona Rabbini tanıması için verildi.
Her insan, Yüce Yaratıcısını tanıyacak özellik ve kabiliyette yaratıldı Yani Allahu Tealâ, ana rahminde şekil verdiği insanla ikinci anlaşmayı yaptı Ona, benliğini verirken, bir benlik şuuru da verdi Ayrıca onu, varlığının sahibini tanıyacak, onu hissedecek ve sevecek bir özellikle donattı Böylece Allah, kulu ile yeni bir anlaşma yapmış oldu Sanki insana “sana bunları verdim, onların gereği şunları isterim” dedi İnsanın bu şekilde iman ve İslam fıtratı üzere yaratılması, insani özelliklerle donatılması, kendisinden iman ve İslam’ın gereklerinin beklenmesi için bir sebep oluşturdu
Bu sıfat ve özelliklerle dünyaya gelen insana, Allah, onun zerreleriyle ve fıtratıyla yaptığı anlaşmaları hatırlatacak ve gereğini öğretecek peygamberler gönderdi Peygamberlerin gelmesiyle üçüncü bir sözleşme gerçekleşti Bu tebliğ, uyarı ve fiili anlaşma buluğ çağında yapıldı Yani buluğ çağına gelen her insana Allah’ın daveti ulaştırıldığında, artık ruhuyla verdiği sözü tutması istendi ve vicdanına yerleştirilen Allah inancına uygun hareket etmesi Allah’ın davetine uyması ve fıtratındaki gerçekle zıtlaşmaması gerektiği hatırlatıldı Aksi durumda insan mesul olacak, hesap verecek ve ceza çekecektir
Buluğa ermeden ölenler, birinci ve ikinci sözleşmenin gereğini yapmakla mükellef olmadıkları için, hesaba çekilmezler Çünkü sözleşmenin yerine getirilmesi, akıl ve buluğ şartına bağlı olarak istenmektedir.
Hz Peygamber (S.A.V.)’in başında bulunduğu İslam daveti kendisine ulaşan buluğa ermiş her akıllı insan, ilk iki sözleşmenin gereği olarak bu davetten sorumludur
Akıllı olup buluğa erdiği halde, Rabbiyle yaptığı sözleşmelerin hiç birisine sahip çıkmayan, fıtratını bozan, insanlık değerlerini kaybeden ve Rabbini unutup eşyaya tapan insanlık, dünyada ve ahirette mutlu olamayacaktır Çünkü imansızlık ve şirk, insan kalbi ve fıtratı için en büyük kötülüktür Tevbe edilmezse bunun cezası da büyük olacaktır
Arifler demişlerdir ki: Kalp, iman, ibadet, zikir, fikir ve sevgiyle uyanır, asli safiyetine kavuşursa, Allah-u Tealâ’ya ruhu ve bütün zerreleriyle verdiği sözü hatırlar, fıtratına konmuş Allah sevgisini tadar, her şeyin O’na şahitlik yaptığını görür, kainatla birlikte zikre geçer.
Her şey O’nun varlığına, birliğine ve sonsuz rahmetine şahitlik ederken, insanın kendi varlığını bile ihmal etmesi ve küfre girmesi ne kadar acıdır! Allahu Tealâ’dan kalp safiyeti ve iman selameti dileriz.[10]
2. Kâlu Belâ
Kâlu Bela, “Evet, dediler” anlamında akaid ve Kur’anî bir terimdir. Bu terkiple Yüce Allah’ın insanları rubûbiyet ve ulûhiyetini tanık kılarak onlardan buna dair söz almasıyla ilgili olay kastedilir.[11] Daha açık bir ifadeyle, Rabbimizin ruhlar âleminde kullarına, “Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sualine karşılık, onların da “Evet, sen bizim Rabbimizsin” cevabını vermeleridir.[12]
Belâ, gam, musibet, azap, imtihan demektir. Evet, hayhay, peki anlamlarındadır. Tasavvufi anlamı ise Hakkın kulunu denemesi, kendisinde mevcut olan iyi hallere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen göstermesi, bu maksatla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir.
Kulun Hakk’a yakınlığı, ondan gelen eza ve cefâlara samimi surette katlanması nispetinde olur. Hak Teâlâ, insanlardan çok evvel onların ruhlarını yaratmış ve sormuş: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?”(Elestü bi-Rabbiküm) [13] diye sorar. Allah’ın cemali ile kendinden geçen ve hayran olan ruhlar, bu soruya “evet” anlamına gelen “Belâ.” [14] demişler. Böylece Allah’la kulları arasında bir sözleşme yapılmış; kullar, Allah’a ahid ve söz vermişler. Buna “Bezm-i elest”, “bezm-i ezel” (Ezeldeki meclis ve ahid) denir.[13] İşte bütün ruhlar, hâlâ o sarhoşluk içindedirler ve “belâ” (evet) sözünü söyledikten sonra belâ (musibetler)’ya uğramışlardır. Bu sözden itibaren ruhlar, hicrana düşmüşler ve vuslatı arar olmuşlardır.[14]
Allah’ın insanlardan bu şekilde söz alması, Arapça telaffuzuyla “Kalu belâ” şeklinde halk arasında yaygınlaşmıştır.[11] “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusunun cevabı şudur: “Kâlû belâ’dan beri.” [13]
Bu sözleşmenin oluşumu şöyle açıklanmaktadır:
Allah, nesilden nesile Hz. Âdem’e varıncaya kadar Âdemoğullarının her birinin sulbünden zürriyetlerini alıp varlık âlemine çıkardı. Onlarda ilke olarak “ben” ve “başkası” bilincini yarattı. Sonra da onları birbirine şahit tuttu ve “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diyerek rubûbiyetini, mutlak malik ve hakim olduğunu bildirdi. Hiçbir şey değil iken, alemlerin Rabb’inin hikmet ve kudretiyle, şuursuz halde çıkarılıp bütün zevkleriyle şuurlu bir insan şahsiyeti kazandırılan bu zerreler, hiçbir olumsuz etkiyle karşılaşmadıklarından hiçbir itirazda bulunmadan “Evet, Rabbimizsin, şahidiz!” dediler; böylece yaratılıştan bir akit, bir sözleşme altına girmiş oldu. Bu mukavele, insanoğlunun dînî, hukuki, medeni ve sosyal başlangıcı olmuştur.[15]