MURATS44
Özel Üye
Antik uygarlıklar zamanımıza nispet edildiğinde, hangi teknolojik noktalarda olduklarını bilemiyoruz. Ancak Maya medeniyeti ve eski Mısır medeniyeti araştırıldığında ileri bir teknolojik seviyede oldukları, bilhassa astronomi ve benzeri ilimlerde son derece ileri oldukları gözlenmektedir.
Dünya yaşamını mutlaka maddi bir şeye bağlamak ve insanlardaki Allah inancını ortadan kaldırmak amacını taşıyan birtakım kimseler de, "Dünya yaşamındaki teknoloji bize uzaydan gelmiştir" demektedirler. Peki, "Allah dünya dışındaki varlıklara teknoloji ilhamı veriyor da dünya insanlarına neden vermesin?"
Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan bazı buluntulara bakılarak bunların ait olduğu zaman diliminde yapılmasının mümkün olmadığı iddia edilmekte ve "Olsa olsa bunlar uzaydan gelen varlıklar tarafından yapılmıştır." denilmekte ve insanlar kandırılmaktadır. Neden dünyadaki insanlarda, "Biz ileri teknolojik ürünler yapmaktan uzağız, uzaylılar bizlerden daha gelişmiş teknolojiye sahiptir." anlayışı vardır? Bugün dünya çok ileri bir teknolojiye sahip değil midir? Burada bir atlama vardır.
Tarihçilerin var olduğunu söylediği en eski dönem Paleolitik Çağ, diğer bir deyişle Taş Devri ortalama M.Ö 10.000 yılından daha eski dönemlerdir. Onlara göre insanlık, var oluşundan, yaklaşık M.Ö. 10.000 yıllarına kadar geçen süre içerisinde Taş Devrini yaşamıştır. Ancak bizim kanaatimize göre böyle bir çağ hiçbir zaman olmamıştır. Sadece ilkel bir şekilde yaşayan bazı topluluklar var olmuştur ve günümüzde dahi bazı toplumlar, bu tür bir yaşam tarzını benimsemekte ve devam ettirmektedir. Örneğin Afrika’da birçok kabile, hâlâ bu şekilde yaşamaktadır.
Dünya üzerinde yaşanan yıkıcı ve yok edici felaketler sonucu batan (Kurân’ın tabiriyle helak edilen) çok gelişmiş bu toplumların felaketten kurtulabilen az sayıdaki insanları, eskiden sahip oldukları o gelişmiş teknolojilerinden yoksun olarak mağaralarda ilkel şartlarda yaşamaya başlamışlar. Ancak buna rağmen bu insanlar, günümüze kadar gelenlerinin ve ilkel insanların yapamayacağı kalitedeki muhteşem mağara resimleri ile bizlere, bazı mesajlar bırakmak istemişlerdir. Muhakkak ki, yüz binlerce yıl önce mağaralarda yaşayan çok ilkel insanlar vardı. Ancak mağara resimlerini yapanlar bu ilkel insanlar olmayıp, tabi afetlerle yok olan medeniyetlerden arta kalan bir avuç gelişmiş insanlardır.
Eski dönemlerden beri söylenegelen bir çok efsane yanardağların patlaması sonucu yok olan kentleri, tufanların silip süpürdüğü ülkeleri anlatmaktadır. Nuh Tufanı’nda bütün yeryüzünün su baskını altında kalması söz konusu edilmektedir.Bu büyük doğal afetlerde bilindiği gibi önce Pasifik Okyanusu’ndaki Mu Kıtası daha sonra da Atlantik Okyanusu’ndaki Adantis Kıtası parçalanarak hemen hemen tamamen sulara gömülmüşler, diğer kıtalarda ise kısmi parçalanmalar ve büyük su baskınları meydana gelmiştir.
Meydana gelen tüm bu büyük doğal afetlerin sonucunda Dünya üzerinde yok olmaktan kurtulabilen tüm uygarlıklarda büyük bir gerileme kaçınılmaz olmuştur. Dünya’nın büyük bir bölümünde kelimenin tam anlamıyla, korkunç bir gerileme yaşanmıştır. Kurtulabilenler boş alanlara yerleşmişler ve her türlü teknolojik imkândan bir anda yoksun kalıvermişlerdir. İşte günümüz Klasik Tarih Bilimi’nin bundan 9.000 yıl önce yaşadığını iddia ettiği Taş Devri’nin altında yatan gerçek, bu gerilemedir.
Bu konuda elbette ki tarihsel bir kayıt veya buluntu henüz elimizde mevcut değildir ama buna benzer, efsaneye dönüşmüş bir hikâye, tarihin derinliklerinden günümüze ulaşmıştır. Bunun adı Atlantis Efsanesidir. “Burada Atlantis Efsanesi, kesinlikle Tufan öncesi dünyayı anlatıyor.” demek istemiyoruz ya da bu efsaneyi kesin bir referans olarak da almıyoruz. Ancak aradaki bazı dikkat çekici benzerlikler nedeniyle onu göz ardı etmemizin bir eksiklik olacağı düşüncesinden hareketle, bilgi edinme ve bir ufuk açmak açısından Atlantis konusuna kısaca da olsa değinmek istiyoruz. Ama ondan önce, Eski Dünya Toplumunun ulaştığı teknolojik seviyenin bizden üstün olduğuna dair birkaç delil getirmek isteriz:
"Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonları nice olmuş görsünler? Onlar, hem kuvvetçe hem de yeryüzündeki eserleri bakımından bunlardan daha üstündüler. Ama Allah, onları günahları yüzünden yakaladı ve Allah’a karşı bir koruyanları da olmadı." (Kurân-ı Kerîm)
"Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonu nice olmuş diye bakmıyorlar mı? Öncekiler bunlardan sayıca daha çok, kuvvetçe daha zorlu ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha üstün idiler. Ama kazanmış oldukları şeyler, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı." (Kurân-ı Kerîm)
"Yeryüzünde dolaşıp bir bakmıyorlar mı ki, nasıl oldu kendilerinden öncekilerin sonu? Onlar, kuvvet yönünden bunlardan daha ağır ve baskındılar. Toprağı eşip deşip didik didik etmişlerdi ve yeryüzünü, bunların imar ettiklerinden çok daha fazla imar etmişlerdi. Ve resulleri onlara açık seçik deliller getirmişti. O halde, Allah, onlara zulmediyor değildi. Doğrusu, onlardı öz benliklerine zulmedip duranlar." (Kurân-ı Kerîm)
Kurân ayetlerini okurken, onların tüm zamanlara hitap ettiğini bilirsek, bugüne kadar açıklayamadığımız birçok ayetin, zihinlerimizde nasıl anlam kazandığını da görebiliriz. Mesela Adiyat sûresinin ilk 4 ayeti bu açıdan çok enteresandır. Surenin birinci ayetinde وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحاً (Vel âdiyâti dabhâ) yani “And olsun derinden gelen bir ses çıkaran Adiyat’a” deniyor. Bugüne kadar yapılmış bütün meallerde Adiyat, “dört nala koşanlar” veya “harıl harıl koşanlar” seklinde çevrilmiştir. Dabh ise derinden gelen hırıltılı bir sestir. Bunu da atların veya koşan insanların nefes nefese kaldıkları zaman çıkan ses olarak düşünmüşlerdir.
Açıkça anlaşılmaktadır ki “Adiyat”, hem hızla ilerleyen hem de gürültü çıkaran bir şeydir. Eski müfessirlerin Adiyat’ı, dörtnala koşan atlar veya koşuşturan insanlar seklinde anlamış olması garip değildir. Asıl garip olan, sûrenin devamındaki ayetlere rağmen bizim de Adiyat’ı bu şekilde anlamaya devam ediyor olmamızdır. Buyurun, devam eden ayetleri okuyun! Yorum sizin...
Adiyat Sûresinin ilk 6 ayetinin meali: "Andolsun gürültülü Adiyata, böylece çarparak ateş saçanlara, sabah vakti baskın verenlere, böylece onunla tozu dumana katanlara, onunla topluluğun ortasına dalanlara. Şüphesiz ki insan Rabbine karsı nankördür." Bu ülkenin halkı, daha önce hiç kimsenin ulaşamadığı kadar ileri bir uygarlığa ve güce sahip olmuş. Daha sonra bir tufan yüzünden okyanusun sularına gömülmüşler.
Tibet’ten Avustralya’ya, Sibirya’dan Güney Denizlerine kadar pek çok yer gezen Churchward, 1868’de İngiliz ordusunda görevli bir subay olarak Hindistan’da görev yaparken bir tapınak rahibiyle yakın dost olmuş ve ondan asırlardır tapınak mahzenlerinde yatan antik tabletlerin nasıl tercüme edileceğini öğrenmiş. Bu tabletler, bizim uygarlığımızdan çok önceleri, muazzam bir uygarlığın doğduğunu, geliştiğini ve yok olduğunu anlatıyormuş. Bu bahsettiği uygarlık, Mu uygarlığıymış. Mu Kıtası bir tufanda sulara gömülmüş. Ve yine daha sonra sulara gömülen Atlantisliler de Mu’nun bir kolonisiymiş. Ve o zamanlarda tek bir dil konuşuluyormuş.
Bu anlatılanlar, efsaneler yoluyla günümüze ulaşmış bilgilerdir. Ancak kaynakların yeteri kadar güvenilir olmaması nedeniyle bunları da kesin birer referans almanın doğru olmadığının bilinciyle, sadece içerdikleri enteresan ve hakikat ile benzeşen noktaların dikkat çekiciliği sebebiyle özet olarak aktarma ihtiyacı duyduk.
Nuh kavminden sonra putlara tapan ilk kavim olan Âd kavminin başkenti, şehirler içinde benzeri kurulmamış olan, sütun ve kulelerle dolu İrem şehriydi. Bu şehre arkeolojik kaynaklarda "Ubar" adı da verilir. Yemen’de, Hadramut’un kuzeyinde yer alan bu görkemli şehir, sekizgen kuleleri ve 15 metreye varan sur duvarlarıyla muhteşemdi. Âdlılar, yüksek yerlere şato gibi binalar yaparak, lüks ve eğlence içinde günlerini gün ediyorlardı. Bazı sarayları o kadar şatafatlıydı ki, bu sarayların içinde ölümsüzlüğü bulacaklarına inanmışlardı. Âdlılar, sahip oldukları güç ve teknolojiyi güçsüzlerin üzerinde bir zorbalık ve yıkım aracı olarak kullanmayı da ihmal etmiyorlardı. (Şuara, 26/128-130). Onlar, sahip oldukları teknolojiyle böbürlenerek “Bizden daha güçlü kim var?” diyorlardı (Fussilet, 41/15).
Semudluların da, ataları Âdlılar gibi teknolojiyle arası iyiydi. Semudlular, vadide kayaları yontarak kurdukları şehirlerinin görkemi içinde, her türlü ahlaksızlığı yapıyor, bu kayaların kendilerini her şeyden koruyacağını düşünüyorlardı.Yaygın kanıya göre Kurân’da yok edildiği bildirilen Semud kavminin yaşadığı bölge, bugün Ürdün’deki Nebâtîlere başkentlik yapan Pedra harabeleridir.
Bizim geleneksel Dünya Tarihimiz ise, 6 bin yıl önceden yazılmaya başlanmış olup, bu dönemi 9.000 yıl önceye ait taş devri olarak zikreder. Geleneksel tarih 9.000 yıl önce insanlığın taş devrini yaşadığını yaza dursun, bugün günümüze kadar gelen 15.000 yıl ve daha eski zamanlarda inşa edildiği bugünün teknolojileri ile tespit edilmiş olan devasa eserler, Dünya üzerinde dimdik durmaktadır. Bunlardan birisi ve en ünlüsü, Mısır’daki büyük Gize Sfenksidir.
Mısır’da Gize Piramitlerinin bulunduğu sahada ve piramitlerin yanında, piramitlerden binlerce sene önce inşa edildiği tespit edilen ve günümüze kadar hafif hasarlarla sağlam bir şekilde ayakta kalan Dünya’nın en ünlü anıtlarından biridir. Yüksekliği 20, boyu 73.5 ve eni 6 metre olan, som kayadan oyulma, Dünya’daki en büyük heykeldir. Pençelerinin arasında bir tapınak bulunur, yatan aslan biçiminde gövdesinin üzerinde aslan başı yerine insan başı vardır. Tapınaklarının inşaatında kullanılan taş blokların her birinin ağırlığı 200 tondur. Bu taşlar heykel oyulurken heykelin etrafından çıkarılmıştır.
İddialara göre, Sfenks’in ayaklarının altındaki gizli oda da Atlantis tarihi ile ilgili çok özel bilgiler bulunmaktadır. Ancak var olduğu söylenen bu gizli oda, bugüne kadar keşfedilmemiştir. Mısır Hükümeti de herhangi bir kazı izni vermemektedir.
Tarih kitapları, Gize Piramitlerinin ve Sfenks’in takriben M.Ö. 2500 yıllarında yapıldığını yazar. Bu varsayım, uzun yıllar hep böyle kabul edilmiştir. Ta ki, gazeteci ve yazar Graham Hancock, 1990 yılında Gize Piramitlerini ziyaret edene kadar…Graham Hancock, piramitleri bu ilk ziyaretinden sonra 1993’de piramitleri tekrar ziyaretinde yaptığı uzun araştırmalarından sonra bunların yapılış tarihlerinin çok daha eski olduğunu ve bu inşaatları yapanların çok üstün teknolojiye sahip olduklarını iddia etmiştir. Ona göre bu eserler, çok daha eski kayıp uygarlıklar tarafından yapılmıştır.
Sfenks Dünya’nın en büyük heykelidir. Bu heykel, ilkel barbarlar tarafından değil, gelişmiş hem de çok gelişmiş bir medeniyet tarafından yapılmıştır. Üstelik bu Dünya’da tarihsel olarak bildiğimiz bir medeniyet tarafından da yapılmamıştır. Sfenks örneğinde olduğu gibi geçmişte büyük medeniyetlerin var olduğuna dair daha bir çok kanıt vardır. Ancak tutucu bilim ve insanlar bunları görmezlikten gelip sürekli halının altına süpürmektedirler. 1990 yılında ispatlanan Sfenks’in yaşıyla artık Dünya’da 10.000 yıl öncesinde yüksek medeniyete sahip birilerinin yaşadığını biliyoruz. Tutucu bilim ne kadar inkar ederse etsin, bugün bildiğimiz Sümer, Mısır, Maya ve diğerlerinin dışında daha eski olan Atlantis ve ondan daha da eski olan bir Uygur ve Mu Medeniyetleri vardır.
Dünya yaşamını mutlaka maddi bir şeye bağlamak ve insanlardaki Allah inancını ortadan kaldırmak amacını taşıyan birtakım kimseler de, "Dünya yaşamındaki teknoloji bize uzaydan gelmiştir" demektedirler. Peki, "Allah dünya dışındaki varlıklara teknoloji ilhamı veriyor da dünya insanlarına neden vermesin?"
Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan bazı buluntulara bakılarak bunların ait olduğu zaman diliminde yapılmasının mümkün olmadığı iddia edilmekte ve "Olsa olsa bunlar uzaydan gelen varlıklar tarafından yapılmıştır." denilmekte ve insanlar kandırılmaktadır. Neden dünyadaki insanlarda, "Biz ileri teknolojik ürünler yapmaktan uzağız, uzaylılar bizlerden daha gelişmiş teknolojiye sahiptir." anlayışı vardır? Bugün dünya çok ileri bir teknolojiye sahip değil midir? Burada bir atlama vardır.
Tarihçilerin var olduğunu söylediği en eski dönem Paleolitik Çağ, diğer bir deyişle Taş Devri ortalama M.Ö 10.000 yılından daha eski dönemlerdir. Onlara göre insanlık, var oluşundan, yaklaşık M.Ö. 10.000 yıllarına kadar geçen süre içerisinde Taş Devrini yaşamıştır. Ancak bizim kanaatimize göre böyle bir çağ hiçbir zaman olmamıştır. Sadece ilkel bir şekilde yaşayan bazı topluluklar var olmuştur ve günümüzde dahi bazı toplumlar, bu tür bir yaşam tarzını benimsemekte ve devam ettirmektedir. Örneğin Afrika’da birçok kabile, hâlâ bu şekilde yaşamaktadır.
Dünya üzerinde yaşanan yıkıcı ve yok edici felaketler sonucu batan (Kurân’ın tabiriyle helak edilen) çok gelişmiş bu toplumların felaketten kurtulabilen az sayıdaki insanları, eskiden sahip oldukları o gelişmiş teknolojilerinden yoksun olarak mağaralarda ilkel şartlarda yaşamaya başlamışlar. Ancak buna rağmen bu insanlar, günümüze kadar gelenlerinin ve ilkel insanların yapamayacağı kalitedeki muhteşem mağara resimleri ile bizlere, bazı mesajlar bırakmak istemişlerdir. Muhakkak ki, yüz binlerce yıl önce mağaralarda yaşayan çok ilkel insanlar vardı. Ancak mağara resimlerini yapanlar bu ilkel insanlar olmayıp, tabi afetlerle yok olan medeniyetlerden arta kalan bir avuç gelişmiş insanlardır.
Eski dönemlerden beri söylenegelen bir çok efsane yanardağların patlaması sonucu yok olan kentleri, tufanların silip süpürdüğü ülkeleri anlatmaktadır. Nuh Tufanı’nda bütün yeryüzünün su baskını altında kalması söz konusu edilmektedir.Bu büyük doğal afetlerde bilindiği gibi önce Pasifik Okyanusu’ndaki Mu Kıtası daha sonra da Atlantik Okyanusu’ndaki Adantis Kıtası parçalanarak hemen hemen tamamen sulara gömülmüşler, diğer kıtalarda ise kısmi parçalanmalar ve büyük su baskınları meydana gelmiştir.
Meydana gelen tüm bu büyük doğal afetlerin sonucunda Dünya üzerinde yok olmaktan kurtulabilen tüm uygarlıklarda büyük bir gerileme kaçınılmaz olmuştur. Dünya’nın büyük bir bölümünde kelimenin tam anlamıyla, korkunç bir gerileme yaşanmıştır. Kurtulabilenler boş alanlara yerleşmişler ve her türlü teknolojik imkândan bir anda yoksun kalıvermişlerdir. İşte günümüz Klasik Tarih Bilimi’nin bundan 9.000 yıl önce yaşadığını iddia ettiği Taş Devri’nin altında yatan gerçek, bu gerilemedir.
Bu konuda elbette ki tarihsel bir kayıt veya buluntu henüz elimizde mevcut değildir ama buna benzer, efsaneye dönüşmüş bir hikâye, tarihin derinliklerinden günümüze ulaşmıştır. Bunun adı Atlantis Efsanesidir. “Burada Atlantis Efsanesi, kesinlikle Tufan öncesi dünyayı anlatıyor.” demek istemiyoruz ya da bu efsaneyi kesin bir referans olarak da almıyoruz. Ancak aradaki bazı dikkat çekici benzerlikler nedeniyle onu göz ardı etmemizin bir eksiklik olacağı düşüncesinden hareketle, bilgi edinme ve bir ufuk açmak açısından Atlantis konusuna kısaca da olsa değinmek istiyoruz. Ama ondan önce, Eski Dünya Toplumunun ulaştığı teknolojik seviyenin bizden üstün olduğuna dair birkaç delil getirmek isteriz:
"Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonları nice olmuş görsünler? Onlar, hem kuvvetçe hem de yeryüzündeki eserleri bakımından bunlardan daha üstündüler. Ama Allah, onları günahları yüzünden yakaladı ve Allah’a karşı bir koruyanları da olmadı." (Kurân-ı Kerîm)
"Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonu nice olmuş diye bakmıyorlar mı? Öncekiler bunlardan sayıca daha çok, kuvvetçe daha zorlu ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha üstün idiler. Ama kazanmış oldukları şeyler, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı." (Kurân-ı Kerîm)
"Yeryüzünde dolaşıp bir bakmıyorlar mı ki, nasıl oldu kendilerinden öncekilerin sonu? Onlar, kuvvet yönünden bunlardan daha ağır ve baskındılar. Toprağı eşip deşip didik didik etmişlerdi ve yeryüzünü, bunların imar ettiklerinden çok daha fazla imar etmişlerdi. Ve resulleri onlara açık seçik deliller getirmişti. O halde, Allah, onlara zulmediyor değildi. Doğrusu, onlardı öz benliklerine zulmedip duranlar." (Kurân-ı Kerîm)
Kurân ayetlerini okurken, onların tüm zamanlara hitap ettiğini bilirsek, bugüne kadar açıklayamadığımız birçok ayetin, zihinlerimizde nasıl anlam kazandığını da görebiliriz. Mesela Adiyat sûresinin ilk 4 ayeti bu açıdan çok enteresandır. Surenin birinci ayetinde وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحاً (Vel âdiyâti dabhâ) yani “And olsun derinden gelen bir ses çıkaran Adiyat’a” deniyor. Bugüne kadar yapılmış bütün meallerde Adiyat, “dört nala koşanlar” veya “harıl harıl koşanlar” seklinde çevrilmiştir. Dabh ise derinden gelen hırıltılı bir sestir. Bunu da atların veya koşan insanların nefes nefese kaldıkları zaman çıkan ses olarak düşünmüşlerdir.
Açıkça anlaşılmaktadır ki “Adiyat”, hem hızla ilerleyen hem de gürültü çıkaran bir şeydir. Eski müfessirlerin Adiyat’ı, dörtnala koşan atlar veya koşuşturan insanlar seklinde anlamış olması garip değildir. Asıl garip olan, sûrenin devamındaki ayetlere rağmen bizim de Adiyat’ı bu şekilde anlamaya devam ediyor olmamızdır. Buyurun, devam eden ayetleri okuyun! Yorum sizin...
Adiyat Sûresinin ilk 6 ayetinin meali: "Andolsun gürültülü Adiyata, böylece çarparak ateş saçanlara, sabah vakti baskın verenlere, böylece onunla tozu dumana katanlara, onunla topluluğun ortasına dalanlara. Şüphesiz ki insan Rabbine karsı nankördür." Bu ülkenin halkı, daha önce hiç kimsenin ulaşamadığı kadar ileri bir uygarlığa ve güce sahip olmuş. Daha sonra bir tufan yüzünden okyanusun sularına gömülmüşler.
Tibet’ten Avustralya’ya, Sibirya’dan Güney Denizlerine kadar pek çok yer gezen Churchward, 1868’de İngiliz ordusunda görevli bir subay olarak Hindistan’da görev yaparken bir tapınak rahibiyle yakın dost olmuş ve ondan asırlardır tapınak mahzenlerinde yatan antik tabletlerin nasıl tercüme edileceğini öğrenmiş. Bu tabletler, bizim uygarlığımızdan çok önceleri, muazzam bir uygarlığın doğduğunu, geliştiğini ve yok olduğunu anlatıyormuş. Bu bahsettiği uygarlık, Mu uygarlığıymış. Mu Kıtası bir tufanda sulara gömülmüş. Ve yine daha sonra sulara gömülen Atlantisliler de Mu’nun bir kolonisiymiş. Ve o zamanlarda tek bir dil konuşuluyormuş.
Bu anlatılanlar, efsaneler yoluyla günümüze ulaşmış bilgilerdir. Ancak kaynakların yeteri kadar güvenilir olmaması nedeniyle bunları da kesin birer referans almanın doğru olmadığının bilinciyle, sadece içerdikleri enteresan ve hakikat ile benzeşen noktaların dikkat çekiciliği sebebiyle özet olarak aktarma ihtiyacı duyduk.
Nuh kavminden sonra putlara tapan ilk kavim olan Âd kavminin başkenti, şehirler içinde benzeri kurulmamış olan, sütun ve kulelerle dolu İrem şehriydi. Bu şehre arkeolojik kaynaklarda "Ubar" adı da verilir. Yemen’de, Hadramut’un kuzeyinde yer alan bu görkemli şehir, sekizgen kuleleri ve 15 metreye varan sur duvarlarıyla muhteşemdi. Âdlılar, yüksek yerlere şato gibi binalar yaparak, lüks ve eğlence içinde günlerini gün ediyorlardı. Bazı sarayları o kadar şatafatlıydı ki, bu sarayların içinde ölümsüzlüğü bulacaklarına inanmışlardı. Âdlılar, sahip oldukları güç ve teknolojiyi güçsüzlerin üzerinde bir zorbalık ve yıkım aracı olarak kullanmayı da ihmal etmiyorlardı. (Şuara, 26/128-130). Onlar, sahip oldukları teknolojiyle böbürlenerek “Bizden daha güçlü kim var?” diyorlardı (Fussilet, 41/15).
Semudluların da, ataları Âdlılar gibi teknolojiyle arası iyiydi. Semudlular, vadide kayaları yontarak kurdukları şehirlerinin görkemi içinde, her türlü ahlaksızlığı yapıyor, bu kayaların kendilerini her şeyden koruyacağını düşünüyorlardı.Yaygın kanıya göre Kurân’da yok edildiği bildirilen Semud kavminin yaşadığı bölge, bugün Ürdün’deki Nebâtîlere başkentlik yapan Pedra harabeleridir.
Bizim geleneksel Dünya Tarihimiz ise, 6 bin yıl önceden yazılmaya başlanmış olup, bu dönemi 9.000 yıl önceye ait taş devri olarak zikreder. Geleneksel tarih 9.000 yıl önce insanlığın taş devrini yaşadığını yaza dursun, bugün günümüze kadar gelen 15.000 yıl ve daha eski zamanlarda inşa edildiği bugünün teknolojileri ile tespit edilmiş olan devasa eserler, Dünya üzerinde dimdik durmaktadır. Bunlardan birisi ve en ünlüsü, Mısır’daki büyük Gize Sfenksidir.
Mısır’da Gize Piramitlerinin bulunduğu sahada ve piramitlerin yanında, piramitlerden binlerce sene önce inşa edildiği tespit edilen ve günümüze kadar hafif hasarlarla sağlam bir şekilde ayakta kalan Dünya’nın en ünlü anıtlarından biridir. Yüksekliği 20, boyu 73.5 ve eni 6 metre olan, som kayadan oyulma, Dünya’daki en büyük heykeldir. Pençelerinin arasında bir tapınak bulunur, yatan aslan biçiminde gövdesinin üzerinde aslan başı yerine insan başı vardır. Tapınaklarının inşaatında kullanılan taş blokların her birinin ağırlığı 200 tondur. Bu taşlar heykel oyulurken heykelin etrafından çıkarılmıştır.
İddialara göre, Sfenks’in ayaklarının altındaki gizli oda da Atlantis tarihi ile ilgili çok özel bilgiler bulunmaktadır. Ancak var olduğu söylenen bu gizli oda, bugüne kadar keşfedilmemiştir. Mısır Hükümeti de herhangi bir kazı izni vermemektedir.
Tarih kitapları, Gize Piramitlerinin ve Sfenks’in takriben M.Ö. 2500 yıllarında yapıldığını yazar. Bu varsayım, uzun yıllar hep böyle kabul edilmiştir. Ta ki, gazeteci ve yazar Graham Hancock, 1990 yılında Gize Piramitlerini ziyaret edene kadar…Graham Hancock, piramitleri bu ilk ziyaretinden sonra 1993’de piramitleri tekrar ziyaretinde yaptığı uzun araştırmalarından sonra bunların yapılış tarihlerinin çok daha eski olduğunu ve bu inşaatları yapanların çok üstün teknolojiye sahip olduklarını iddia etmiştir. Ona göre bu eserler, çok daha eski kayıp uygarlıklar tarafından yapılmıştır.
Sfenks Dünya’nın en büyük heykelidir. Bu heykel, ilkel barbarlar tarafından değil, gelişmiş hem de çok gelişmiş bir medeniyet tarafından yapılmıştır. Üstelik bu Dünya’da tarihsel olarak bildiğimiz bir medeniyet tarafından da yapılmamıştır. Sfenks örneğinde olduğu gibi geçmişte büyük medeniyetlerin var olduğuna dair daha bir çok kanıt vardır. Ancak tutucu bilim ve insanlar bunları görmezlikten gelip sürekli halının altına süpürmektedirler. 1990 yılında ispatlanan Sfenks’in yaşıyla artık Dünya’da 10.000 yıl öncesinde yüksek medeniyete sahip birilerinin yaşadığını biliyoruz. Tutucu bilim ne kadar inkar ederse etsin, bugün bildiğimiz Sümer, Mısır, Maya ve diğerlerinin dışında daha eski olan Atlantis ve ondan daha da eski olan bir Uygur ve Mu Medeniyetleri vardır.
Son düzenleme: