MURATS44
Özel Üye
BİLGİ
Konun ilk kısmına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://www.rasulehasret.com/ilginc-...in-sasirtan-teknolojileri-1-a.html#post131882
http://www.rasulehasret.com/ilginc-...in-sasirtan-teknolojileri-1-a.html#post131882
Gizemini Koruyan Teknolojik Keşiflerasifik Okyanusu’ndaki Mikronezya adası yakınlarına kurulu antik Nan Madol kentinin inşası, M.Ö 200′de başladı ve 1000 yıl sürdü. 250 milyon tonluk dev bazalt bloklar kullanılarak yapılan bu kent, 100 yapay adayı kanallarla birbirine bağlıyor. Bu kadar bazaltın bölgeye nasıl getirildiği ise hala sır.
Resimde gördüğünüz çekiç bir kum taşı içinde bulundu. Yani prensibe göre, bu kum taşı oluşurken çekiç oradaydı. Keşif, 1844 yılında Fizikçi David Brewster tarafından yapıldı. (Kingoodie, Myinfield-İngiltere). İngiliz jeoloji araştırma merkezinden Dr. A. W. Med tarafından yapılan analizlerde bu kum taşının yaşının 360 ile 460 milyon yıl olduğu saptandı. Yani çekicin de o kadar eski olması gerekiyor. Ama bilim dünyasına göre böyle bir şey imkansız!
Arkeologlar, İran’da 5000 yıllık bir altın yapay göz buldu. Kâhin ya da rahibe olduğu olduğu sanılan kadının gözüne operasyonla takma gözü yerleştirdiği sanılıyor.
O dönemde yaşayan insanların bu yapay göz sayesinde gizli güçlere sahip olduğuna ve geleceği görebildiğine inanılıyordu.Yaklaşık 30 yaşlarındaki kadının mezarında süslü bir bronz ayna da bulundu. Afganistan sınırında 5000 yıllık keşfi yapan İtalyan ve İranlı arkeolog grubunun lideri Lorenzo Costantini, gözün kadına gizemli güçleri olduğu izlenimini verdiği için takıldığını söyledi.
1877 yılında Montezuma tünel şirketinin bir tünel çalışması sırasında 50 milyon yıl eski olan bir lav akıntısının içinde bir tokmak ile bir kap bulundu.( Table dağı - California) Tokmak, yaklaşık 30 cm uzunluğunda ve kap ise 10 cm çapındadır. Bu buluntudan şu sonuç çıkıyor: 50 milyon yıl önce yanardağdan fışkıran lavlar sel olup akarken bu tokmak ile kap oradaydı ve ikisi de lavın içinde gömülü kaldılar. 50 milyon yıl önce...
Bu metal kürecikler, Güney Afrika, Klerksdorp’tan. Birinin üzerinde kürenin çevresini dolaşacak şekilde birbirine paralel 3 çizgi oyulmuş. Bu küreler Cambrian devri öncesine ait pek çok mineral arasında bulunmuştur (2,8 milyar yıl öncesi). Bu kürelerden bazıları 6 milimetre kalınlığında, ince bir kabuğa sahiptirler. Bu ince kabuk kırıldığı zaman kürenin içinden süngerimsi garip bir şey çıkıyor.Bu süngerimsi şey havayla temas edince parçalanıp toz haline geliyor. Bu kürelerin ne oldukları, kimler tarafından ve ne amaçla yapıldıkları bilinmiyor. Üstelik bu metal kürecikler, 2,8 milyar yaşındalar.
1900’da, Yunanistan’da küçük Antikythera Adası kıyılarındaki bir batıkta araştırma yapan dalgıçlar, bir kutu buldular. Bu tahta kutunun içinde mekanik bir düzenek bulunuyordu. Fakat, düzeneği oluşturan çarklar ezilip iç içe geçmişti. Bu yüzden de nasıl çalıştığını anlamak olanaksızdı. Arkeologlar yıllar sonra, yeni geliştirilen röntgen ve tomografi gibi görüntüleme yöntemlerini kullanarak düzeneğin nasıl çalıştığını ortaya çıkardılar. Sonunda, Antikythera düzeneğinin M.Ö. 1. yüzyılda yaşamış insanların kullandığı bir tür mekanik hesap aygıtı olduğu anlaşıldı. Bu ilkel bilgisayarın bilime dayalı ilk teknoloji ürünü bir bilimsel alet olduğu varsayılıyor.
Antikythera Düzeneği’nin aslında analog bilgisayar sistemlerinin bilinen eski atası olduğu 2006’da Londra Bilim Müzesi’ndeki antik makinelerden sorumlu Michael Wright’ın bu düzeneğin tomografisini çekmesiyle anlaşıldı. Wright’ın tomografi kullanarak yaptığı incelemeye göre, ön kadran, sadece Güneş ve Ay’ı göstermemekte, düzeneği 8 kollu bir planetaryuma çevirmekteydi. Bu kolların yedisi, Güneş’in, Ay’ın ve o zamanlar bilinen 5 gezegenin konumlarını, son kol ise tarihi gösteriyordu. Tarih kolu istenilen tarihe ayarlandığında, diğer kollar da o tarihteki gezegen konumlarını gösterir şekilde kendiliğinden ayarlanıyordu. Phillip Ball’a göreyse bu düzenek, antik çağlardaki olimpiyatların zaman planlamasında bile kullanılmış olabilirdi.
Antik bir metalürji harikası arıyorsak, Hindistan’a Delhi’ye gitmemiz yeterlidir. Çünkü Ashoka Sütunu oradadır. Boyu 23 m., çapı 40 cm., ağırlığı 6 tondur. İşlenmiş demir şaft olan sütunun kaynakla birleştirilmiş disklerden yapıldığı belirlenmiştir.
Bir iddiaya göre bu sütun, M.S. 413’te ölen Kral II. Chandra Grupta’nın mezar taşıdır . Böyle olsa dahi sütunun 1500 yıldan beri aynen kaldığı ve hiç bozulmadığı gerçeği değişmeyecektir. Sütunun yüzeyi yumuşak ve pirinçle kaplı izlenimini vermektedir. Hava koşullarından etkilendiğini gösteren birkaç iz bu kaplama yüzeyde görülebilir. 1600 yıllık süreç içerisinde Hint yağmur ormanlarında, muson ikliminde, sert rüzgarların ve yüksek nemli ısının altında eşdeğer bir demir kütlesinin paslanıp çürümemesini düşünmek ancak bir hayaldir.
Demir yapımı ve paslanmaya karşı korunma teknikleri bilindiği kadarıyla ancak 5. yüzyıldan sonra geliştirilmeye başlanmıştır ama bu bilgi, Ashoka Sütunu’nda geçerli değildir. Bu garip sütunu yapan gizemli metalürjistler kimlerdir ve onların uygarlıklarına ne oldu? Ve neden onlardan kalan başka bir ize ulaşamıyoruz? Yoksa geçmişin tarihini yazarken atalarımızı ilkel insanlar sanıyor ve saçmalıyor muyuz?
Lübnan’daki Baalbek şehri. 20 metreden daha büyük taşlarında kullanıldığı bu antik şehir, Roma İmparatorluğu’ndan da eski. Hatta Sümerlilerin bilgilerine göre bile burası antik bir şehirdi o zamanlar. Taşların büyüklüğünü göstermek amacıyla 2 kişi yapıların arasında dikiliyor. Bugün kimse burasını kimlerin yaptığını, nasıl yaptığını, ne amaçla ve ne zaman yaptığını bilemiyor. Modern bilim ise Baalbek’i görmezlikten gelmeye devam ediyor.
Lübnan’ın Baalbek şehri yakınlarındaki işlenmiş dev kaya blokları. Bu taşlar binlerce yıl öncesinde buraya getirilmişti. Resimde gördüğünüz parça 1050 ton ağırlığında ve 25 metre uzunluğundadır. Bu “momolit” takma adlı yekpare blok, dünya üzerindeki işlenmiş en büyük taş bloktur. Soru şu: Bu taşları kimler, hangi teknolojiyle ve nasıl buraya getirebilmişti?
1938 yılında Avusturyalı Arkeolog Dr. Wilhelm Konig, bir müze oluşturmaya çalışıyor ve durmaksızın kazı yapıyordu Kazı sırasında, 15 cm yüksekliğinde parlak sarı renkte kilden yapılmış 2000 yıllık bir çömlek buldu. Çömleğin içinde bakır levhadan yapılmış 381 cm çapında 5 cm yüksekliğinde bir silindir vardı.
Silindirin kenarları, 60/40 oranında kurşun/kalay alaşımıyla kaplanmıştı ve bu oran, günümüzde kullanılan en iyi orandı. Tepesinde şapka gibi duran katlanmış ve bakırın içine gömülmüş mühre benzer zift ya da asfalt bir parça veya katman görülüyordu. Bu katmanın içinden çıkan bir demir çubuk, bakır silindirin içine doğru asılı duruyordu. Bakar bakmaz demir çubuğun paslanmış olduğu yani asitlendiği anlaşılıyordu. Bir mekanik uzmanı olmayan Dr Konig, bu garip cisme önce uzun uzun baktı; ama fazla düşünmesine ve uzman olmasına hiç gerek yoktu. Çünkü kil çömlek, antik pilden başka bir şey olamazdı.
Bu pil, şu anda Bağdat Müzesindedir ve resmi tarihlemesi ise M.Ö. 248 ile M.S. 226 arasındaki Part/Pers işgalidir. Yani o dönemden kaldığı bilimsel olarak kabul edilmiştir. Dr. Konig, bu garip çömleğin dışında yine şu anda aynı müzede bulunan gümüş kaplı başka bakır çömlekler de bulmuştu. Tüm çömleklerin bulunduğu yer, Güney Irak’taki Sümer kazılarıydı ve bu alanın arkeolojik tarihi M.Ö. 2500 olarak belirlenmişti.Çin’de bir dağın tepesinde üçgen şeklinde, 40 cm genişliğinde, dağın derinlerine doğru giden, kısmen paslanmış borular bulundu. Daha insanların eti nasıl pişireceklerini bilmedikleri dönemlerde bu boruları nasıl ve neden inşa etmiş olabileceklerine bilim insanları açıklama getiremiyor.
1945 yılında Waldemar Julsrud adlı deneyimli bir arkeolog, Meksika’daki El Toro Dağı eteklerinde gömülmüş vaziyette kilden yapılmış küçük heykelcikler buldu. Daha sonra El Toro şehri yakınlarında ve şehrin diğer tarafında Chivo Dağ yakınlarında porselenden yapılmış 33.000’den fazla heykelcik bulundu. Buluntular, Chupicuaro, klasik kültür öncesine aitti. (M.Ö. 800’den M.Ö. 200’e kadar olan dönem) Bulunan heykelcikler, 65 milyon yıl önce yok oldukları düşünülen çeşitli türlerdeki dinozorları kusursuzca tasvir ediyordu. Modern bilim döneminde neye benzedikleri ancak çözümlenen tarih öncesi bu yaratıkları nasıl oldu da böyle eski bir uygarlık, kusursuzca sanat eserlerine yansıtabilmişti?
Bu 120 milyon yıllık taş parçasının yüzeyi, Ural Bölgesini gösteren bir haritayla kaplıdır. Görünüşe göre bu kadar eski bir haritanın olması imkansızdır. Bashkir State Üniversitesindeki bilim insanları, bu eseri çok eski zamanlarda, gelişmiş uygarlıkların olduğuna dair kanıtlardan biri olarak yorumluyorlar. Bu gerçekten de insan eliyle yapılmış bir rölyeftir.
Günümüz askeri haritalarıyla neredeyse aynı karakterik özellikleri sergilemektedir. Harita sivil çalışmaları göstermekte yani uzunluğu 12.000 km.’yi bulan kanallar, nehirlere çekilen çitler, güçlü barajlar… Kanallardan çokta uzakta olmayan yerde elmas biçimindeki yerler gösterilmiştir. (Ne anlattığı bilinmemektedir). Ayrıca harita bazı yazıları da içermektedir. Hatta sayılar bile vardır. Bilim insanları önce bunun eski Çince olduğunu düşündüler. Daha sonra bu düşünce bilinmeyen bir kaynağa ait hiyeroglif – syllabic türü yazıya dönmüştür. Bilim insanları bu yazıları şimdiye kadar çözemediler.
Mısır’da özellikle Dendera Tapınak Kompleksi’ndeki Hathor Tapınağı’nda bulunmalarıyla dikkat çeken bazı duvar resimleri, Antik Mısır’la ilgili oldukça ilginç bir bilgiyi gün yüzüne çıkarmıştır. Yazı boyunca incelenen duvar resimlerinin büyük kısmı Mısır’daki Dendera Tapınak kompleksinde yer almaktadır. Bu resimlerde Mısırlıların günümüzdekullandığımız ampul ve ark lambası tekniğini kullanarak aydınlatma yaptıkları görülmektedir. Hathor tapınağının duvarlarındaki bu resimler dikkatlice incelendiğinde, tıpkı günümüzdeki gibi yüksek voltaj yalıtımının o günlerde de kullanıldığı görülür: Ampul görünümündeki şekil dikdörtgen bir sütun (bu sütun izolatör olarak kullanıldığı tahmin edilen ve ced sütunu olarak adlandırılan bir sütundur) tarafından desteklenmektedir.
Mısır’da elektriğin kullanılmış olabileceğini gösteren bir başka delil de piramitlerin iç duvarlarında hiç is izinin bulunmamasıdır. Eğer evrimci arkeologların iddia ettiği gibi, aydınlatma için meşale ve benzeri malzemeler kullanılmış olsaydı duvarlarda mutlaka is olması gerekirdi. Ancak piramitlerin en içteki dehlizlerinde dahi böyle bir is izi yoktur. Gerekli aydınlatma sağlanmadan, inşaatın devam etmesi, daha da önemlisi duvarlardaki gösterişli resimlerin yapılabilmesi mümkün değildir. Bu da Mısır’da elektriğin kullanılmış olma ihtimalini daha da kuvvetlendirmektedir.
Mısır ‘daki Abydos tapınağındaki hiyerogliflerde, helikopteri, tankı, kargo uçağını ve planörü çağrıştıran şekiller vardır. Bu hiyeroglifler başka hiyerogliflerin altına gizlenmişlerdi. İlk tabaka hiyerogliflerin yerinden kopup düşmesiyle bu esrarengiz şekiller gün yüzüne çıkmıştır.
Geçmiş medeniyetlerinin hava ulaşımını kullandıklarına işaret eden delillerden biri, Mısır’da bulunan planör modelidir. 1898 yılında arkeologlar tarafından bulunan bu planör modelinin M.Ö. 200 yıllarında yapılmış olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bundan yaklaşık 2200 yıl öncesine ait bir planör modelinin ortaya çıkarılması elbette olağanüstü bir durumdur. Bu, evrimci tarih anlayışını temelden sarsan arkeolojik bir buluştur. Söz konusu modelin teknik özellikleri incelendiğinde ortaya çok daha ilginç bir manzara çıkmaktadır. Bu ahşap model, günümüzün en ileri teknolojisiyle yapılan Concorde uçaklarda olduğu gibi, hızdan minimum kayıpla maksimum yük taşıyabilecek şekilde tasarlanmıştır. Bu durum, Antik Mısırlıların çok iyi aerodinamik bilgisine sahip olduklarını da göstermektedir.
Peru ‘daki Ica çölünde bulunan ve binlerce yıl öncesine ait Ica taşları akılları karıştırıyor. Dr. Javier Cabrera büyük bir sabırla bu taşları koleksiyonunda toplamış ve binlerce taştan oluşan bir müze açmıştır. Bu taşlara kazınmış olarak kalp naklini gösteren ameliyatlardan dinozorları avlayan insanlara kadar bir çok olay gösterilmektedir. Hatta evcilleştirilmiş dinozorların üzerinde oturan insanlar bile tasvir edilmiştir.
1954 yılında Kolombiya Hükümeti, antik altın eserlerden oluşan bir koleksiyonu ABD’ye sergilemeye gönderdi . Amerika’nın önde gelen mücevher uzmanlarından Emmanuel Staubs, sipariş üzerine cisimlerin altı tanesinin röprodüksüyonlarını yapacaktı.15 yıl sonra bunların bir tanesi, analiz için biyolog-zoolog Ivan T. Sanderson’a verildi. Sanderson, kısa bir çalışmadan sonra bir grup danışmanı toplayarak vardığı sonucu açıkladı. Bu model, en azından 1000 yıllıktı ve yüksek hızda uçabilen bir uçak modelinden hatta bir jetten başka bir şey değildi . Modelin uzunluğu 5 santimetreydi ve bir zincirin ucuna takılıp kolye olarak kullanılmıştı .
Tahminen M.S. 500-800 arasında, Sinu Bölgesi’ndeki İnka öncesi dönemden kalmaydı . Sanderson ve New York Aeronotik Enstitüsü’nden Dr. Arthur Poyslee, bu tür bir kanatlı hayvanın olmadığı sonucunda birleştiler. Cisim, biyolojik olmaktan öte mekanikti. Örneğin ön kanatları delta şeklindeydi. Kenarları çok belirgindi ve bir hayvana hiç benzemiyordu. Ama daha da ilginci, bir dümen vardı. Bütün bunların ötesinde, cismin üzerinde Aramaik yani eski İbrani alfabesindeki "B" harfinin bulunması inanılmazdı. Yani cismin kökeni Kolombiya değil, Ortadoğu olmalıydı; ama orada ne arıyordu? Bu, gerçekten de bir uçak modeli miydi? Harfin şekli, bir rastlantı mı? Yoksa eski Ortadoğulular uçmanın sırrına sahip miydiler?
Son düzenleme: