MURATS44
Özel Üye
İnsanlar tarih boyunca Tanrı dışında görülmeyen, olağanüstü başka varlıklara da inanmışlar, çeşitli devirlerde ve coğrafî bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine değişik isimler vermişlerdir. Bunlar bazen tanrılaştırılmış ya da ikinci dereceden tanrısal varlıklar olarak görülmüş, bazen de insanî özellik ve nitelikler içinde düşünülmüş, Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta bile birbirine karıştırılmıştır. İslâm dininde Allah, melek, şeytan, cin ve peygamberin nitelikleri ve fonksiyonları tam olarak belirlenmiş olduğundan bir karışıklığa meydan verilmemiştir. Cinlerin mahiyetleri, değişik varlık kalıplarına girerek görünmeleri, barındıkları yerler, insanlarla ilişkileri, iyi ya da kötü etkisi, adlandırılmaları çeşitli ülkelerin dinî ve dindışı literatürlerinde geniş bir yer tutar.
Eski Asurlular ve Bâbilliler arasında toplumun her kesiminde kötü ruh ve cinlere inanılırdı. Bâbilliler bu inançları Sümerlerden aldıklarından bu konuda kullandıkları kelimeler de Sümerceydi. Babillilerin "edimmu" dedikleri kötü ruhlar, öldükten sonra kendileri için âyin yapılmaması ve yeterli takdime sunulmaması yüzünden dünyaya geri döndüğüne inanılan ölü ruhlarıydı. Bunların insanlara musallat olduklarına inanılmış ve uzaklaştırılmaları için çeşitli çarelere başvurulmuştu.
Asurlularda ve diğer Sâmî kökenli kavimlerde yaratılışları insanlardan farklı olan cinlerin değişik sınıfları bulunmaktaydı. Bunlardan "utukku" denilen bir grup çölde tuzak kurup insanlara musallat olmak için bekleyen, denizde, dağda, mezarlıkta yaşayan kötü ruhlardan oluşmaktaydı. "Gallû" denilen ve daha az tanınan diğer bir grup da görünüşte cinsiyetsiz cinlerden meydana gelmekteydi. "Rabisu" adı verilen başka bir cin sınıfının gizlice dolaşıp insanlara tuzak kurduğuna inanılırdı. Ayrıca "labartu" denilen dişi cinlerin de içinde yer aldığı üçlü bir cin grubunun zararından özellikle çocukları korumak için boyunlarına afsunlu tabletlerden muska asılırdı. Sâmî kavimleri arasında insana benzemeyen bu cin sınıflarından başka bir de yarı insan görünüşündeki cinlere inanılmaktaydı. Birer canavar olarak göründüğüne inanılan bu cinler "lilu", "lilitu", "ardat lili" diye 3 sınıfa ayrılırdı. Bunların ilki erkek, diğerleriyse dişi cinler kabul edilirdi.
Eski Mısırlılarda, Asurlular ya da Hintlilerde olduğu kadar çok sayıda ve çeşitte cin görülmez. Asya dinlerindeki insan azmanı cinler Mısırlılarda yoktur. Eski Mısır dinindeki telakkiye göre cinler genellikle yabani hayvan, yılan ve kertenkele gibi sürüngen ya da siyah vücutlu insan şeklinde yaratıklar olup Ra’nın düşmanları sayılırdı. Ölüler Kitabı’nda anlatıldığına göre özellikle yılan, timsah ve maymun şeklindeki cinler öteki dünyaya sık sık gidebilirdi. Gökle ilgili cinler kuş şeklindedir. Eski Mısır halkı cinlerin delilik, sara gibi hastalıklara neden olduklarına, büyücülerin cinleri kullanarak insanlara korkunç rüyalar gösterdiklerine, insanlara ve hayvanlara zarar verdiklerine inanırlardı.
Eski Yunanlılarda "daimon", 2. derecede tanrılara verilen bir isimdi. Yunan mitolojisinde bu kelime insan üstü varlıklar için kullanılır. Fakat daimonlar da insanlar ve melekler gibi Tanrı tarafından yaratılmış, iyisi kötüsü bulunan varlıklar olarak görülmüştür. Batı dillerinde cin için kullanılan "demon" kelimesi, Tanrı'yla insan arasında aracılık yapan yarı tanrı bir varlık anlamında Ortaçağ sonlarının Latincesi yoluyla Yunanca daimondan gelmiştir. Homer bu kelimeyi theos ile eş anlamlı olarak kullanır.
Greko-Romen devresinin sonlarında daimon Latince genius gibi genellikle yarı tanrı, yarı insan ya da 2. dereceden ruhlar, özellikle çiftlik ve evleri, malı mülkü koruyan ruhlar için kullanıldı. Daha sonra kelimenin anlamı değişikliğe uğradı ve insanları tâciz eden, onları bedenî ya da zihnî zarara uğratan, fenalığa iten kötü ruhları ifade etmeye başladı. “Yetmişler” çevirisinde, Yeni Ahit’in ilk şeklinde ve kilise babalarının yazdıklarında bu kelime şeytanî tabiatlı şey, kötü ruhlar, Vulgat’taysa kötü ruhlar yanında putperestlerin putları ya da tanrıları için kullanılmıştır. Eski Roma’da genius (müennesi juno) kelimesi uzun bir gelişmeden sonra bazen ruhu, bazen de ölülerin ruhlarını ifade etmeye başladı; nihayet bu kelime evi ya da yeri koruyan cin için kullanıldı.
Eski Slavların ruhlara ve cinlere olan inançları günümüze kadar gelmiştir. Bu varlıklar rüya, hastalık, ev ve tabiatla ilgiliydiler. Eski Keltlerde iyi ya da kötü tabiatlı cinlere inanılırdı. Bunlar mağaralarda, çukur yerlerde, ormanların derinliklerinde yaşayan varlıklardı. Eski Germenlerde ruhlar ve ruhlara benzeyen varlıklar, hortlaklar arasında tam bir ayırım yapmak güçtür. Germen mitolojisinde ölü ruhları yanında rüya ve trans halinde insandan ayrılıp başkasına zarar veren ruhlardan da söz edilir. Evi koruyan ruhlar, ırmaklarda, çaylarda, kuyularda, ormanlarda, dağların içinde ya da üstünde yaşayan cinnî varlıklar da onların inançları arasındadır. Bu ruhlar ve cinler yağmur, şimşek ve gök gürültüsüne neden olurlar.
Batı'da olduğu gibi doğuda da ruhlar ve cinler konusu her zaman önemini korumuştur. Çinlilerde kuei (cinler) ve shen (ruhlar ya da tanrılar) telakkisi bütün Çin görünmezler âlemini kapsar. Kuei, ölünce görünen âlemden görünmeyen aleme gitmiş insan ve hayvan ruhlarıdır. Bunların yaşayanları aldatmak, zarara sokmak için insan ya da hayvan şekline girebileceklerine inanılır. Ayrıca dağlar, ırmaklar, kayalar, ağaçlar vb. yerlerde oturan ya da onlarla bağlantılı olan tabiat üstü varlıklar da kuei kelimesiyle ifade edilir. Çin folklor ve literatürü cinlerin ve ruhların yaptıklarıyla doludur. Bu korkulan varlıklarla ilgili inançlar geniş çapta taoizm kaynaklıdır. Bununla beraber Budizm Çin’e gelince bu dindeki görünmeyen iyi ve kötü varlıklar inancı da buna eklenmiştir. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğuna, onların ölüleri canlandırabileceklerine, mezarları, yol kavşaklarını ve akrabalarının evlerini sık sık ziyaret ettiklerine inanırlar. Onlara göre cinlerin bir kısmı Yen-lo Wang’ın emrinde cehennemde ölülerin cezalandırılmasında görevli olarak o âlemde, bir kısmı gökte, bir kısmı da ancak geceleyin gözükerek insanlar arasında yaşarlar. Çin’de özellikle taoist rahipleri cinlerin kötü etkilerinden korunmak için muskalar, tılsımlar, afsun ve tütsüler, okuma ve üflemelerle ve kimi tâlimatlarla tedbirler alırlar. Birçok zihnî ve bedenî hastalık cinlerden bilinir. Cin zapt etme, talihin açılması için ata ruhları ve iyi ruhlarla haberleşme yaygındır. Çin’de taoist ve Budist halk tapınakları bu gibi işleri rahiplerin yürüttüğü merkezler olarak kullanılır. Konfüçyüsçülük böyle faaliyetlere karşı çıkmıştır.
Japonlarda da görünmeyen varlıklar, hayvan ve insan ruhları, hortlak, hayaletler ve cinlerle ilgili inançlar vardır. Japonlar bu konuda Çinlilerden etkilenmişlerdir. Genellikle tilki, porsuk gibi hayvan ruhları şeklinde insanda etkinlik gösterdiğine inanılan kötü ruhları ve cinleri çıkarmak için çeşitli yöntemler kullanılır. Nichiren mezhebinin böyle tedavi işlerinde ayrı bir yeri vardır. Tokyo yakınındaki Nakayama köyü bu konuda çok ünlüdür. Bu köyde Nichiren mezhebine ait bir tapınakta her çeşit kötü ruh ve cin tedavisi yapılır.
Hindistan’da en eski zamanlardan beri tanrılar, görünmeyen varlıklar, bu arada insanlara daha yakın varlıklar arasında cinlerle ilgili mitolojik anlatımlar bulunmaktadır. En eski Hint kutsal metinleri olan Vedalar’da görünmeyen cinnî varlıklar 2 gruba ayrılmaktadır. İnsanlara iyi davranan 1. gruptakiler gökte bulunur; düşman olanlarsa yeryüzünde, mağaralarda ve yeraltında yaşar. Bunlar insanlarla birlikte hayvanlara da hastalık, sıkıntı ve ölüm getirirler, hatta ölüm ötesinde bile insanların ruhlarını tâciz ederler.
Hintliler melek, cin, tanrı kavramlarını birbirine karıştırmışlardır. Onlarda doğrudan doğruya melek tabiatında varlıklar görülmemektedir. Yukarıdaki 2 sınıftan insana iyi davranan varlıklar her ne kadar cinlerin bir sınıfı olarak gösterilmekteyse de yarı tanrı durumlarıyla melek kavramına daha yakın bulunmaktadırlar. Bunlar arasında, insanları zafere ulaştırması için İndra’ya yardımcı olan rbhular vardır. Sular ve ağaçlarda yaşayan semavî su perileri olan apsaralar da bunlardandır. Apsaralar zamanla erkekleri güzellikleriyle çarpan bâkireler haline getirildi. Onların kocaları, semavî ışıktan vücutlarıyla gandharvalardır. Gandharvalarsa kutsal içki somayı korurlar. 2. gruptakiler kötü ve karanlık tabiatlı varlıklardır. Tanrıların, özellikle İndra’nın ve bütün yaratıkların düşmanı olup karanlık ve ölümle bütünleştirilen asuralar, yine İndra’ya düşman olan arilerin ineklerini çalan paniler, bütün insanlara düşman olan yırtıcı hayvan, hortlak ya da insan azmanı şekline girebilen, et yiyen, kan içen “rakşasa” denilen semavî cinler bu kötü tabiatlı varlıklardandır.
Hint mitolojisindeki bhutalar, genellikle ölülerin yakıldığı yerlerde bulunduğuna inanılan cinler ya da hortlaklardır. Kırmızı gözlü, duman gibi vücutlu, kanlı keskin dişli ve korkunç pençeli olarak düşünülen pisakalarla yatudhanalar ve rakşasalar bir üçlü oluştururlar. İnsanlara ölüm ve hastalık verdiğine inanılan bu varlıklardan pisakalar insan yiyen cinler olarak da bilinir. Hindistan’ın kuzeybatısında bu adla anılan ve yamyam olarak bilinen bir kabile de vardır.
Pisakalar Budizm’de de geçer. Yakhalar da pisakalar gibi. Budist kutsal metninde geçen, ıssız yerlerde yaşayan vahşi bir hayvan ya da kuş şekline bürünerek meditasyondaki rahip ve rahibeleri rahatsız eden, korkutan cinlerdir. Budizm’de Mara, kökü cin olan şeytan gibi kutsal hayatı isteyenlere düşman bir varlık olarak kabul edilir. Pali metinlerinde Buda'yla Mara arasındaki mücadelelere yer verilir. Onun insan ya da hayvan şekline girebildiğine inanılır. Böyle tek bir kötü varlık anlayışı Hint dinlerinde yalnız Budizm’de vardır. Cin konusu Budist düşüncenin bir ürünü olmayıp aslında Hindistan’ın dinler arası ortak geleneğidir. Fakat ilk Budizm’de cinler, tenâsüh sistemine göre önceki dünyaya gelişlerdeki kötü karmanın sonucu olarak görülmüştür. Budizm yayıldığı yerlerdeki mahallî cin anlayışlarına dokunmamakla beraber dikkatleri ahlâkî ve psikolojik kötülüklere çekmeyi başarmıştır.
Zerdüşt eski İran’ın deva denilen tanrılarını cin saymıştı. Zerdüştçü düalizmde kötülüğün prensibi Gathalarda druj (yalan) diye adlandırılmıştı. İyilikle kötülük arasında bitmez bir mücadele vardır. Cinler bu kötü düşünceden, hile ve yalandan ortaya çıkıyordu. Bundahişn denilen Pehlevî dilindeki eski bir dinî metinde cinleri ve zararlı hayvanları Ehrimen’in (Zerdüşt zamanında Angramainyu), yani kötü gücün (şeytan) yarattığına yer verilir. Zerdüşt cinlere kurban kesilmesini yasaklamıştı. Daha sonra cinlerle ilgili tasnifler yapıldı. Buna göre baş cin Aesma şiddet, soygunculuk ve şehvet işlerini yürütür (İbrânîce Tobit’te Asmodoeus olarak geçer). Eski İran cinleri erkek cinsiyetine sahiptir. Fakat drujdan gelme dişi cinler de vardır. Cinler karanlık ve kirli yerleri, şimdiki Hindistan Parsilerinde görülen ve dakhma denilen ölü kulelerini sık sık ziyaret ederler. Zerdüştî efsanelerde Azhi Dahaka gibi omuzlarından 2 yılan çıkan cinnî devler geçer. Zerdüştî eskatolojide Ohrmazd’ın (önceleri Ahura Mazda) Ehrimen’i yenmesinde cinler de yer alacaktır. Yine eski İran’da Zerdüşt öncesinde kültü bulunan ve Zerdüşt’ten sonra Mecûsîlik’te Zerdüştîlik’le birleştirilen Zurvanizm’de şehvet, Âz adlı dişi bir cinle sembollendirilmişti. Âz Maniheizm’e de geçmiştir.
Türklerin Müslüman olmadan önceki inançlarına göre bütün dünya ruhlarla doludur ve dağlar, göller, ırmaklar hep canlı nesnelerdir. Doğanın her tarafına yayılmış olan bu ruhlar iyi ve kötü olmak üzere 2 kısma ayrılmaktadır. Tanrı Ülgen’in emrindeki iyi ruhlar hem onun hizmetini görmekte hem de insanlara yardımcı olmaktadır. Bu ruhlardan Yayık, Ülgen’le insanlar arasında aracılık yapmakta, Suyla insanları korumakta ve ileride olacak şeyleri onlara haber vermekte, Ayısıt ise bereket ve bolluk sağlamaktadır. Diğer taraftan yeraltı dünyasının prensi olan Erlik’in emrindeki kötü ruhlarsa insanlara her türlü kötülüğü yapmakta, onlara ve hayvanlara hastalık göndermektedir. Erlik’in karanlık dünyasına mensup bu ruhlara siyah nemeler ya da yekler denilmektedir ki yek Uygurca dinî metinlerde “şeytan” anlamındadır. Kötü ruhlar arasında daima kavga, ihtilâf ve savaş olmakta, hastalık, ölüm ve yaralar onlar tarafından yapılmaktadır. Her türlü hastalık ve kötülüğün nedeni sayılan bu cinler şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılmaktadır.
Yahudilik’te Bâbil sürgünü öncesi döneminde genel olarak melekler Mezopotamyalılardan, Kenânîlerden geçme münferit cinnî-ilâhî varlıklar ve kavramlar olsa da bu devrede cinlere ve kötü ruhlara inancın İsrailli’nin hayatında fazla bir rolü bulunmamaktaydı. Fakat dış etkilerle, özellikle İran’ın düalist sisteminin tesiriyle iyi ve kötü varlıklar arasında ayırım başlamış, kötü varlıklar arasında kötü cin ve ruh anlayışı ortaya çıkmıştır. Rabbiler devresi Yahudiliğinde (Rabbinik Yahudilik’te) cinler Aggada’da (Haggadah) ileri derecede, Halakha’daysa nispeten önemli bir duruma sahiptir.
Yahudi kutsal kitabında iyi olsun kötü olsun bütün ruhanî, mânevî varlıkların Tanrı’nın kontrolünde olduğu belirtilir. Bu metinlerde şeytan bile insanların Tanrı’ya itaatleri konusunda bir hizmetçi ve elçi olarak, ya da ilâhî mahkeme önünde onların sınırı aştıkları noktalarda bir davacı olarak görülür. Bununla beraber halk inanışlarının kutsal kitabı etkilemesine örnek olarak görülebilecek “şedim” ya da “lilit” gibi deyimler de vardır. Bunlardan şedim putperestlerin tanrıları Seirimle, lilit ise Mezopotamyalılar’ın Lilitus’uyla bir tutulur. Bu putperest tanrıları satir (yarı insan, yarı keçi) ve tüylü olarak tasvir edilmekteydi. Bunlar Yahudilerce harabelerde bulunduğuna inanılan cinnî varlıklar haline dönüştürülmüştür. Ayrıca yine önemli 2 cinnî kişilik de Kippur denilen, kefâret günü günah keçisinin salıverildiği çöllük yerlerde yaşayan ve Levililerde adı geçen "azazel" ile kutsal kitap sonrası Yahudi menkıbelerinde geçen, çocuklara saldırması ve Âdem’in ilk karısı olmasıyla bilinen dişi cin "lilith"tir. Eski Ahit ya da Yahudi kutsal kitabında ağrı ve felâket veren, kan emici cinlerden de bahsedilir.
Yahudilerde Bâbil sürgünü sonrası dinî literatüründe cinlerle ilgili anlatımların arttığı görülmektedir. Sonraki kutsal metinlerde, apokrif eserlerde ve halk menkıbelerinde, özellikle kabala denilen mistik gelenekte şekilsiz ve gölge gibi cinler, adları, özel görevleri bulunan birçok önde gelen cinlerle birlikte tasvir edilmekte; yarı melek, yarı insan olarak ıssız yerlerde yaşayan, geceleri hünerlerini gösteren varlıklar kabul edilmekteydi. Bunlar, bedenî ve ekonomik felâket ve musibetlerle insanları ziyaret edip onları Allah’ın yolundan saptıran varlıklar olarak düşünüldü. Böylece İran etkisiyle cinler sadece rahatsızlık, hastalık veren değil aynı zamanda kötülüğe sevk eden kötülüğün başı şeytanın emrindeki varlıklar olarak düşünülmeye başlandı. Bu temayül özellikle apokrif metinlerde görülmektedir.
Aggadayla ilgili gelenekte cinlerin kaynağı hakkında çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Buna göre cinler ilk sebt gününün akşamının alaca karanlığında Allah tarafından yaratılmıştır ya da Âdem’in lilithten zürriyetidir, ya da kadınlarla cinsî yakınlığa giren kovulmuş meleklerin zürriyetidir; başka bir anlayışa göre de şeytanın başkanlığı altında Tanrı’ya isyan eden kovulmuş meleklerdir.
Klasik Yahudilik’teki cin kavramının genel mahiyetini en iyi "Leviathan" örneklendirebilir. Leviathan, Habeşlilerin 7 başlı dişi deniz canavarı, daha eski kökeniyle Bâbillilerin "Tiamat"ı ya da Kenânîlerin "Lotan"ıyla eş tutulabilen bir kötülük kaynağıdır; cinnî bir çöl varlığı olan "Behemoth" ve "Rahab"la da yakından ilgilidir.
Ortaçağ Yahudiliğinde ve kabalist gelenekte cinler önemli bir yer işgal etmişse de 15. yüzyıldan sonra bu literatürde geçmeyen "dibbuk" denilen ayrı bir cinnî varlık anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu varlık günahları dolayısıyla yeryüzünde dolaşmayıp yaşayan bir insana girerek onu saptırır. Dibbuku uzaklaştırmak özel dinî âyinleri gerektirir.
Yahudilik’te şeytanın Cennet’ten kovulması, cinlerin başına geçmesi, sonunda Mihael ve semavî ordu tarafından mağlûp edilmesi önemli bir olaydır. Hz. Îsâ dönemi Yahudilerinin kabul ettiği diğer bir cin de Beelzebul’dur. O cinlerin prensiydi.
Hıristiyanlık’ta cin anlayışı Yahudilik, Maniheizm, gnostisizm, Greko-Romen düşüncesi, Yahudi apokrif ve apokaliptik geleneklerinin bir karışımıdır. Fakat Hıristiyan cin telakkisi daha çok milâttan önce 2 ve 1. yüzyıllardaki Yahudi apokrif ve apokaliptik literatüründen etkilenmiş, meleklerle birlikte yaşayan insan kızlarından yasak ilişki sonucu bir dev sınıfı oluşup bunların da zamanla bir kötü ruhlar zümresine dönüştüğü konusu, Yeni Ahit yazarlarınca şeytan ve emrindeki cinnî topluluk haline getirilmiştir. Aslında şeytan (satan) apokrif Yahudi metinlerinde tedricî olarak kötülüğün kaynağı haline getirilmekle beraber Tekvîn’in 3. bâbındaki yılanla bir tutulması, Eden bahçesinde ilk insan çiftine günah işleterek buradan kovulmalarına yol açması ve kendisinin de kovulması Yeni Ahit devresindedir.
Yeni Ahit, cinlerin putperestlerin tanrıları olduğunu bildirmekteyse de onların bedenî ve ruhî hastalıkların kaynağı olduğunu da açıklamaktadır. Yeni Ahit’e göre cinler insanın içine girip hastalık yaparlar; onlar ancak Tanrı’nın adı anılarak bedenden çıkarılabilir.
Pavlos, şeytan ve kötü güçlerin kozmik bir tiyatroda, havada, yeryüzünde ve yer altında iş gördüklerini, şeytanın Îsâ Mesîh’in 2. gelişinde kötülüğün krallığını yapacağını yazmıştı. Vahiy kitabında Armageddon Savaşı’nda iyi ve kötünün nihaî mücadelesi anlatılır. Bununla beraber Origen, ilk kilisenin cinler ve melekler konusunda ciddi bir doktrin geliştirememesinden yakınmaktaydı. Tatian cinlerin tabiatı üstünde dururken İrenaeus cin ve meleklerin insanla Tanrı arasındaki durumunu tartışıyordu. Bütün bunlara rağmen ilk Hıristiyanlık’ta daha fazla melek ve ruh üstünde durulduğu, cin konusuna pek el atılmadığı görülmektedir.
Yüzyıllar geçtikçe büyü yapma ve cinleri kullanma uygulamaları artmış, 12. yüzyıldan itibaren cinler Hıristiyan sanatında her çeşit talihsizlik, felâket, sel, zelzele, ferdî ıstıraplar ve ölümün nedeni olarak tasvir edilmeye başlanmıştır. 4. Lataron Konsili’nde cinler ve kâfirlerin şeytanla birlikte sonsuz cezaya çarptırılacağı açıklanmış, 15 ve 16. yüzyıllarda cinnî inançlar zirveye çıkmış, ayrıca Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük büyük bir ilgi görmüştür. Reformcular da cin inancını kabul ettiler. Fakat ilmî ilerlemeler sonucu Protestan ülkelerde bu konu eski itibarını kaybetti. Bununla birlikte cin çıkarma, Protestanlığın bir kolu olan reforme Hıristiyan kilisesiyle doğu kiliselerinde hâlâ uygulanmaktadır.
İslâm öncesi Arap toplumunun inancında ruhlar âleminin, iyi ve kötü güçlerin önemli bir yeri vardı. Kimi taş ve ağaçlarda, kuyu, mağara ve benzeri yerlerde insan hayatına tesir eden varlıkların mevcudiyetine inanılıyordu. Ruhlar âleminin iyi ve faydalı olanlarını meleklerle cinlerin bir kısmı, kötü ve zararlı olanlarını da şeytanlar ve cinlerin diğer kısmı teşkil ediyordu. Câhiliye Arapları cinleri yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ediyor, meydana gelen pek çok olayı onların yaptığına inanıyorlardı. Kurân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre Kureyşliler, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürüyor, cinleri Allah’a ortak koşuyor ve cinlere tapıyorlardı.
Câhiliye Arapları, cinlerin de kabile ve gruplar halinde yaşadıklarına, birbirleriyle savaştıklarına, fırtına gibi kimi tabii olayların cinlerin işi olduğuna inanıyorlardı. İnsanları öldürdüklerini, kaçırdıklarını, kimi cinlerin ise insanlara yardım ettiklerini, cinlerle evlenen insanların olduğunu kabul ediyorlardı. Cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine, hastalıkları onların getirdiğine, delilerin cinlerin istilâsına uğramış kişiler olduğuna inanılıyordu.
Eski Asurlular ve Bâbilliler arasında toplumun her kesiminde kötü ruh ve cinlere inanılırdı. Bâbilliler bu inançları Sümerlerden aldıklarından bu konuda kullandıkları kelimeler de Sümerceydi. Babillilerin "edimmu" dedikleri kötü ruhlar, öldükten sonra kendileri için âyin yapılmaması ve yeterli takdime sunulmaması yüzünden dünyaya geri döndüğüne inanılan ölü ruhlarıydı. Bunların insanlara musallat olduklarına inanılmış ve uzaklaştırılmaları için çeşitli çarelere başvurulmuştu.
Asurlularda ve diğer Sâmî kökenli kavimlerde yaratılışları insanlardan farklı olan cinlerin değişik sınıfları bulunmaktaydı. Bunlardan "utukku" denilen bir grup çölde tuzak kurup insanlara musallat olmak için bekleyen, denizde, dağda, mezarlıkta yaşayan kötü ruhlardan oluşmaktaydı. "Gallû" denilen ve daha az tanınan diğer bir grup da görünüşte cinsiyetsiz cinlerden meydana gelmekteydi. "Rabisu" adı verilen başka bir cin sınıfının gizlice dolaşıp insanlara tuzak kurduğuna inanılırdı. Ayrıca "labartu" denilen dişi cinlerin de içinde yer aldığı üçlü bir cin grubunun zararından özellikle çocukları korumak için boyunlarına afsunlu tabletlerden muska asılırdı. Sâmî kavimleri arasında insana benzemeyen bu cin sınıflarından başka bir de yarı insan görünüşündeki cinlere inanılmaktaydı. Birer canavar olarak göründüğüne inanılan bu cinler "lilu", "lilitu", "ardat lili" diye 3 sınıfa ayrılırdı. Bunların ilki erkek, diğerleriyse dişi cinler kabul edilirdi.
Eski Mısırlılarda, Asurlular ya da Hintlilerde olduğu kadar çok sayıda ve çeşitte cin görülmez. Asya dinlerindeki insan azmanı cinler Mısırlılarda yoktur. Eski Mısır dinindeki telakkiye göre cinler genellikle yabani hayvan, yılan ve kertenkele gibi sürüngen ya da siyah vücutlu insan şeklinde yaratıklar olup Ra’nın düşmanları sayılırdı. Ölüler Kitabı’nda anlatıldığına göre özellikle yılan, timsah ve maymun şeklindeki cinler öteki dünyaya sık sık gidebilirdi. Gökle ilgili cinler kuş şeklindedir. Eski Mısır halkı cinlerin delilik, sara gibi hastalıklara neden olduklarına, büyücülerin cinleri kullanarak insanlara korkunç rüyalar gösterdiklerine, insanlara ve hayvanlara zarar verdiklerine inanırlardı.
Eski Yunanlılarda "daimon", 2. derecede tanrılara verilen bir isimdi. Yunan mitolojisinde bu kelime insan üstü varlıklar için kullanılır. Fakat daimonlar da insanlar ve melekler gibi Tanrı tarafından yaratılmış, iyisi kötüsü bulunan varlıklar olarak görülmüştür. Batı dillerinde cin için kullanılan "demon" kelimesi, Tanrı'yla insan arasında aracılık yapan yarı tanrı bir varlık anlamında Ortaçağ sonlarının Latincesi yoluyla Yunanca daimondan gelmiştir. Homer bu kelimeyi theos ile eş anlamlı olarak kullanır.
Greko-Romen devresinin sonlarında daimon Latince genius gibi genellikle yarı tanrı, yarı insan ya da 2. dereceden ruhlar, özellikle çiftlik ve evleri, malı mülkü koruyan ruhlar için kullanıldı. Daha sonra kelimenin anlamı değişikliğe uğradı ve insanları tâciz eden, onları bedenî ya da zihnî zarara uğratan, fenalığa iten kötü ruhları ifade etmeye başladı. “Yetmişler” çevirisinde, Yeni Ahit’in ilk şeklinde ve kilise babalarının yazdıklarında bu kelime şeytanî tabiatlı şey, kötü ruhlar, Vulgat’taysa kötü ruhlar yanında putperestlerin putları ya da tanrıları için kullanılmıştır. Eski Roma’da genius (müennesi juno) kelimesi uzun bir gelişmeden sonra bazen ruhu, bazen de ölülerin ruhlarını ifade etmeye başladı; nihayet bu kelime evi ya da yeri koruyan cin için kullanıldı.
Eski Slavların ruhlara ve cinlere olan inançları günümüze kadar gelmiştir. Bu varlıklar rüya, hastalık, ev ve tabiatla ilgiliydiler. Eski Keltlerde iyi ya da kötü tabiatlı cinlere inanılırdı. Bunlar mağaralarda, çukur yerlerde, ormanların derinliklerinde yaşayan varlıklardı. Eski Germenlerde ruhlar ve ruhlara benzeyen varlıklar, hortlaklar arasında tam bir ayırım yapmak güçtür. Germen mitolojisinde ölü ruhları yanında rüya ve trans halinde insandan ayrılıp başkasına zarar veren ruhlardan da söz edilir. Evi koruyan ruhlar, ırmaklarda, çaylarda, kuyularda, ormanlarda, dağların içinde ya da üstünde yaşayan cinnî varlıklar da onların inançları arasındadır. Bu ruhlar ve cinler yağmur, şimşek ve gök gürültüsüne neden olurlar.
Batı'da olduğu gibi doğuda da ruhlar ve cinler konusu her zaman önemini korumuştur. Çinlilerde kuei (cinler) ve shen (ruhlar ya da tanrılar) telakkisi bütün Çin görünmezler âlemini kapsar. Kuei, ölünce görünen âlemden görünmeyen aleme gitmiş insan ve hayvan ruhlarıdır. Bunların yaşayanları aldatmak, zarara sokmak için insan ya da hayvan şekline girebileceklerine inanılır. Ayrıca dağlar, ırmaklar, kayalar, ağaçlar vb. yerlerde oturan ya da onlarla bağlantılı olan tabiat üstü varlıklar da kuei kelimesiyle ifade edilir. Çin folklor ve literatürü cinlerin ve ruhların yaptıklarıyla doludur. Bu korkulan varlıklarla ilgili inançlar geniş çapta taoizm kaynaklıdır. Bununla beraber Budizm Çin’e gelince bu dindeki görünmeyen iyi ve kötü varlıklar inancı da buna eklenmiştir. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğuna, onların ölüleri canlandırabileceklerine, mezarları, yol kavşaklarını ve akrabalarının evlerini sık sık ziyaret ettiklerine inanırlar. Onlara göre cinlerin bir kısmı Yen-lo Wang’ın emrinde cehennemde ölülerin cezalandırılmasında görevli olarak o âlemde, bir kısmı gökte, bir kısmı da ancak geceleyin gözükerek insanlar arasında yaşarlar. Çin’de özellikle taoist rahipleri cinlerin kötü etkilerinden korunmak için muskalar, tılsımlar, afsun ve tütsüler, okuma ve üflemelerle ve kimi tâlimatlarla tedbirler alırlar. Birçok zihnî ve bedenî hastalık cinlerden bilinir. Cin zapt etme, talihin açılması için ata ruhları ve iyi ruhlarla haberleşme yaygındır. Çin’de taoist ve Budist halk tapınakları bu gibi işleri rahiplerin yürüttüğü merkezler olarak kullanılır. Konfüçyüsçülük böyle faaliyetlere karşı çıkmıştır.
Japonlarda da görünmeyen varlıklar, hayvan ve insan ruhları, hortlak, hayaletler ve cinlerle ilgili inançlar vardır. Japonlar bu konuda Çinlilerden etkilenmişlerdir. Genellikle tilki, porsuk gibi hayvan ruhları şeklinde insanda etkinlik gösterdiğine inanılan kötü ruhları ve cinleri çıkarmak için çeşitli yöntemler kullanılır. Nichiren mezhebinin böyle tedavi işlerinde ayrı bir yeri vardır. Tokyo yakınındaki Nakayama köyü bu konuda çok ünlüdür. Bu köyde Nichiren mezhebine ait bir tapınakta her çeşit kötü ruh ve cin tedavisi yapılır.
Hindistan’da en eski zamanlardan beri tanrılar, görünmeyen varlıklar, bu arada insanlara daha yakın varlıklar arasında cinlerle ilgili mitolojik anlatımlar bulunmaktadır. En eski Hint kutsal metinleri olan Vedalar’da görünmeyen cinnî varlıklar 2 gruba ayrılmaktadır. İnsanlara iyi davranan 1. gruptakiler gökte bulunur; düşman olanlarsa yeryüzünde, mağaralarda ve yeraltında yaşar. Bunlar insanlarla birlikte hayvanlara da hastalık, sıkıntı ve ölüm getirirler, hatta ölüm ötesinde bile insanların ruhlarını tâciz ederler.
Hintliler melek, cin, tanrı kavramlarını birbirine karıştırmışlardır. Onlarda doğrudan doğruya melek tabiatında varlıklar görülmemektedir. Yukarıdaki 2 sınıftan insana iyi davranan varlıklar her ne kadar cinlerin bir sınıfı olarak gösterilmekteyse de yarı tanrı durumlarıyla melek kavramına daha yakın bulunmaktadırlar. Bunlar arasında, insanları zafere ulaştırması için İndra’ya yardımcı olan rbhular vardır. Sular ve ağaçlarda yaşayan semavî su perileri olan apsaralar da bunlardandır. Apsaralar zamanla erkekleri güzellikleriyle çarpan bâkireler haline getirildi. Onların kocaları, semavî ışıktan vücutlarıyla gandharvalardır. Gandharvalarsa kutsal içki somayı korurlar. 2. gruptakiler kötü ve karanlık tabiatlı varlıklardır. Tanrıların, özellikle İndra’nın ve bütün yaratıkların düşmanı olup karanlık ve ölümle bütünleştirilen asuralar, yine İndra’ya düşman olan arilerin ineklerini çalan paniler, bütün insanlara düşman olan yırtıcı hayvan, hortlak ya da insan azmanı şekline girebilen, et yiyen, kan içen “rakşasa” denilen semavî cinler bu kötü tabiatlı varlıklardandır.
Hint mitolojisindeki bhutalar, genellikle ölülerin yakıldığı yerlerde bulunduğuna inanılan cinler ya da hortlaklardır. Kırmızı gözlü, duman gibi vücutlu, kanlı keskin dişli ve korkunç pençeli olarak düşünülen pisakalarla yatudhanalar ve rakşasalar bir üçlü oluştururlar. İnsanlara ölüm ve hastalık verdiğine inanılan bu varlıklardan pisakalar insan yiyen cinler olarak da bilinir. Hindistan’ın kuzeybatısında bu adla anılan ve yamyam olarak bilinen bir kabile de vardır.
Pisakalar Budizm’de de geçer. Yakhalar da pisakalar gibi. Budist kutsal metninde geçen, ıssız yerlerde yaşayan vahşi bir hayvan ya da kuş şekline bürünerek meditasyondaki rahip ve rahibeleri rahatsız eden, korkutan cinlerdir. Budizm’de Mara, kökü cin olan şeytan gibi kutsal hayatı isteyenlere düşman bir varlık olarak kabul edilir. Pali metinlerinde Buda'yla Mara arasındaki mücadelelere yer verilir. Onun insan ya da hayvan şekline girebildiğine inanılır. Böyle tek bir kötü varlık anlayışı Hint dinlerinde yalnız Budizm’de vardır. Cin konusu Budist düşüncenin bir ürünü olmayıp aslında Hindistan’ın dinler arası ortak geleneğidir. Fakat ilk Budizm’de cinler, tenâsüh sistemine göre önceki dünyaya gelişlerdeki kötü karmanın sonucu olarak görülmüştür. Budizm yayıldığı yerlerdeki mahallî cin anlayışlarına dokunmamakla beraber dikkatleri ahlâkî ve psikolojik kötülüklere çekmeyi başarmıştır.
Zerdüşt eski İran’ın deva denilen tanrılarını cin saymıştı. Zerdüştçü düalizmde kötülüğün prensibi Gathalarda druj (yalan) diye adlandırılmıştı. İyilikle kötülük arasında bitmez bir mücadele vardır. Cinler bu kötü düşünceden, hile ve yalandan ortaya çıkıyordu. Bundahişn denilen Pehlevî dilindeki eski bir dinî metinde cinleri ve zararlı hayvanları Ehrimen’in (Zerdüşt zamanında Angramainyu), yani kötü gücün (şeytan) yarattığına yer verilir. Zerdüşt cinlere kurban kesilmesini yasaklamıştı. Daha sonra cinlerle ilgili tasnifler yapıldı. Buna göre baş cin Aesma şiddet, soygunculuk ve şehvet işlerini yürütür (İbrânîce Tobit’te Asmodoeus olarak geçer). Eski İran cinleri erkek cinsiyetine sahiptir. Fakat drujdan gelme dişi cinler de vardır. Cinler karanlık ve kirli yerleri, şimdiki Hindistan Parsilerinde görülen ve dakhma denilen ölü kulelerini sık sık ziyaret ederler. Zerdüştî efsanelerde Azhi Dahaka gibi omuzlarından 2 yılan çıkan cinnî devler geçer. Zerdüştî eskatolojide Ohrmazd’ın (önceleri Ahura Mazda) Ehrimen’i yenmesinde cinler de yer alacaktır. Yine eski İran’da Zerdüşt öncesinde kültü bulunan ve Zerdüşt’ten sonra Mecûsîlik’te Zerdüştîlik’le birleştirilen Zurvanizm’de şehvet, Âz adlı dişi bir cinle sembollendirilmişti. Âz Maniheizm’e de geçmiştir.
Türklerin Müslüman olmadan önceki inançlarına göre bütün dünya ruhlarla doludur ve dağlar, göller, ırmaklar hep canlı nesnelerdir. Doğanın her tarafına yayılmış olan bu ruhlar iyi ve kötü olmak üzere 2 kısma ayrılmaktadır. Tanrı Ülgen’in emrindeki iyi ruhlar hem onun hizmetini görmekte hem de insanlara yardımcı olmaktadır. Bu ruhlardan Yayık, Ülgen’le insanlar arasında aracılık yapmakta, Suyla insanları korumakta ve ileride olacak şeyleri onlara haber vermekte, Ayısıt ise bereket ve bolluk sağlamaktadır. Diğer taraftan yeraltı dünyasının prensi olan Erlik’in emrindeki kötü ruhlarsa insanlara her türlü kötülüğü yapmakta, onlara ve hayvanlara hastalık göndermektedir. Erlik’in karanlık dünyasına mensup bu ruhlara siyah nemeler ya da yekler denilmektedir ki yek Uygurca dinî metinlerde “şeytan” anlamındadır. Kötü ruhlar arasında daima kavga, ihtilâf ve savaş olmakta, hastalık, ölüm ve yaralar onlar tarafından yapılmaktadır. Her türlü hastalık ve kötülüğün nedeni sayılan bu cinler şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılmaktadır.
Yahudilik’te Bâbil sürgünü öncesi döneminde genel olarak melekler Mezopotamyalılardan, Kenânîlerden geçme münferit cinnî-ilâhî varlıklar ve kavramlar olsa da bu devrede cinlere ve kötü ruhlara inancın İsrailli’nin hayatında fazla bir rolü bulunmamaktaydı. Fakat dış etkilerle, özellikle İran’ın düalist sisteminin tesiriyle iyi ve kötü varlıklar arasında ayırım başlamış, kötü varlıklar arasında kötü cin ve ruh anlayışı ortaya çıkmıştır. Rabbiler devresi Yahudiliğinde (Rabbinik Yahudilik’te) cinler Aggada’da (Haggadah) ileri derecede, Halakha’daysa nispeten önemli bir duruma sahiptir.
Yahudi kutsal kitabında iyi olsun kötü olsun bütün ruhanî, mânevî varlıkların Tanrı’nın kontrolünde olduğu belirtilir. Bu metinlerde şeytan bile insanların Tanrı’ya itaatleri konusunda bir hizmetçi ve elçi olarak, ya da ilâhî mahkeme önünde onların sınırı aştıkları noktalarda bir davacı olarak görülür. Bununla beraber halk inanışlarının kutsal kitabı etkilemesine örnek olarak görülebilecek “şedim” ya da “lilit” gibi deyimler de vardır. Bunlardan şedim putperestlerin tanrıları Seirimle, lilit ise Mezopotamyalılar’ın Lilitus’uyla bir tutulur. Bu putperest tanrıları satir (yarı insan, yarı keçi) ve tüylü olarak tasvir edilmekteydi. Bunlar Yahudilerce harabelerde bulunduğuna inanılan cinnî varlıklar haline dönüştürülmüştür. Ayrıca yine önemli 2 cinnî kişilik de Kippur denilen, kefâret günü günah keçisinin salıverildiği çöllük yerlerde yaşayan ve Levililerde adı geçen "azazel" ile kutsal kitap sonrası Yahudi menkıbelerinde geçen, çocuklara saldırması ve Âdem’in ilk karısı olmasıyla bilinen dişi cin "lilith"tir. Eski Ahit ya da Yahudi kutsal kitabında ağrı ve felâket veren, kan emici cinlerden de bahsedilir.
Yahudilerde Bâbil sürgünü sonrası dinî literatüründe cinlerle ilgili anlatımların arttığı görülmektedir. Sonraki kutsal metinlerde, apokrif eserlerde ve halk menkıbelerinde, özellikle kabala denilen mistik gelenekte şekilsiz ve gölge gibi cinler, adları, özel görevleri bulunan birçok önde gelen cinlerle birlikte tasvir edilmekte; yarı melek, yarı insan olarak ıssız yerlerde yaşayan, geceleri hünerlerini gösteren varlıklar kabul edilmekteydi. Bunlar, bedenî ve ekonomik felâket ve musibetlerle insanları ziyaret edip onları Allah’ın yolundan saptıran varlıklar olarak düşünüldü. Böylece İran etkisiyle cinler sadece rahatsızlık, hastalık veren değil aynı zamanda kötülüğe sevk eden kötülüğün başı şeytanın emrindeki varlıklar olarak düşünülmeye başlandı. Bu temayül özellikle apokrif metinlerde görülmektedir.
Aggadayla ilgili gelenekte cinlerin kaynağı hakkında çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Buna göre cinler ilk sebt gününün akşamının alaca karanlığında Allah tarafından yaratılmıştır ya da Âdem’in lilithten zürriyetidir, ya da kadınlarla cinsî yakınlığa giren kovulmuş meleklerin zürriyetidir; başka bir anlayışa göre de şeytanın başkanlığı altında Tanrı’ya isyan eden kovulmuş meleklerdir.
Klasik Yahudilik’teki cin kavramının genel mahiyetini en iyi "Leviathan" örneklendirebilir. Leviathan, Habeşlilerin 7 başlı dişi deniz canavarı, daha eski kökeniyle Bâbillilerin "Tiamat"ı ya da Kenânîlerin "Lotan"ıyla eş tutulabilen bir kötülük kaynağıdır; cinnî bir çöl varlığı olan "Behemoth" ve "Rahab"la da yakından ilgilidir.
Ortaçağ Yahudiliğinde ve kabalist gelenekte cinler önemli bir yer işgal etmişse de 15. yüzyıldan sonra bu literatürde geçmeyen "dibbuk" denilen ayrı bir cinnî varlık anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu varlık günahları dolayısıyla yeryüzünde dolaşmayıp yaşayan bir insana girerek onu saptırır. Dibbuku uzaklaştırmak özel dinî âyinleri gerektirir.
Yahudilik’te şeytanın Cennet’ten kovulması, cinlerin başına geçmesi, sonunda Mihael ve semavî ordu tarafından mağlûp edilmesi önemli bir olaydır. Hz. Îsâ dönemi Yahudilerinin kabul ettiği diğer bir cin de Beelzebul’dur. O cinlerin prensiydi.
Hıristiyanlık’ta cin anlayışı Yahudilik, Maniheizm, gnostisizm, Greko-Romen düşüncesi, Yahudi apokrif ve apokaliptik geleneklerinin bir karışımıdır. Fakat Hıristiyan cin telakkisi daha çok milâttan önce 2 ve 1. yüzyıllardaki Yahudi apokrif ve apokaliptik literatüründen etkilenmiş, meleklerle birlikte yaşayan insan kızlarından yasak ilişki sonucu bir dev sınıfı oluşup bunların da zamanla bir kötü ruhlar zümresine dönüştüğü konusu, Yeni Ahit yazarlarınca şeytan ve emrindeki cinnî topluluk haline getirilmiştir. Aslında şeytan (satan) apokrif Yahudi metinlerinde tedricî olarak kötülüğün kaynağı haline getirilmekle beraber Tekvîn’in 3. bâbındaki yılanla bir tutulması, Eden bahçesinde ilk insan çiftine günah işleterek buradan kovulmalarına yol açması ve kendisinin de kovulması Yeni Ahit devresindedir.
Yeni Ahit, cinlerin putperestlerin tanrıları olduğunu bildirmekteyse de onların bedenî ve ruhî hastalıkların kaynağı olduğunu da açıklamaktadır. Yeni Ahit’e göre cinler insanın içine girip hastalık yaparlar; onlar ancak Tanrı’nın adı anılarak bedenden çıkarılabilir.
Pavlos, şeytan ve kötü güçlerin kozmik bir tiyatroda, havada, yeryüzünde ve yer altında iş gördüklerini, şeytanın Îsâ Mesîh’in 2. gelişinde kötülüğün krallığını yapacağını yazmıştı. Vahiy kitabında Armageddon Savaşı’nda iyi ve kötünün nihaî mücadelesi anlatılır. Bununla beraber Origen, ilk kilisenin cinler ve melekler konusunda ciddi bir doktrin geliştirememesinden yakınmaktaydı. Tatian cinlerin tabiatı üstünde dururken İrenaeus cin ve meleklerin insanla Tanrı arasındaki durumunu tartışıyordu. Bütün bunlara rağmen ilk Hıristiyanlık’ta daha fazla melek ve ruh üstünde durulduğu, cin konusuna pek el atılmadığı görülmektedir.
Yüzyıllar geçtikçe büyü yapma ve cinleri kullanma uygulamaları artmış, 12. yüzyıldan itibaren cinler Hıristiyan sanatında her çeşit talihsizlik, felâket, sel, zelzele, ferdî ıstıraplar ve ölümün nedeni olarak tasvir edilmeye başlanmıştır. 4. Lataron Konsili’nde cinler ve kâfirlerin şeytanla birlikte sonsuz cezaya çarptırılacağı açıklanmış, 15 ve 16. yüzyıllarda cinnî inançlar zirveye çıkmış, ayrıca Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük büyük bir ilgi görmüştür. Reformcular da cin inancını kabul ettiler. Fakat ilmî ilerlemeler sonucu Protestan ülkelerde bu konu eski itibarını kaybetti. Bununla birlikte cin çıkarma, Protestanlığın bir kolu olan reforme Hıristiyan kilisesiyle doğu kiliselerinde hâlâ uygulanmaktadır.
İslâm öncesi Arap toplumunun inancında ruhlar âleminin, iyi ve kötü güçlerin önemli bir yeri vardı. Kimi taş ve ağaçlarda, kuyu, mağara ve benzeri yerlerde insan hayatına tesir eden varlıkların mevcudiyetine inanılıyordu. Ruhlar âleminin iyi ve faydalı olanlarını meleklerle cinlerin bir kısmı, kötü ve zararlı olanlarını da şeytanlar ve cinlerin diğer kısmı teşkil ediyordu. Câhiliye Arapları cinleri yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ediyor, meydana gelen pek çok olayı onların yaptığına inanıyorlardı. Kurân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre Kureyşliler, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürüyor, cinleri Allah’a ortak koşuyor ve cinlere tapıyorlardı.
Câhiliye Arapları, cinlerin de kabile ve gruplar halinde yaşadıklarına, birbirleriyle savaştıklarına, fırtına gibi kimi tabii olayların cinlerin işi olduğuna inanıyorlardı. İnsanları öldürdüklerini, kaçırdıklarını, kimi cinlerin ise insanlara yardım ettiklerini, cinlerle evlenen insanların olduğunu kabul ediyorlardı. Cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine, hastalıkları onların getirdiğine, delilerin cinlerin istilâsına uğramış kişiler olduğuna inanılıyordu.