MURATS44
Özel Üye
Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş, büyük ve güçlü ordular kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe bağlı bir sonuçtur.
“Gelişkin” toplumlar, gelişkin ordular kurarlar. Bu konuda erişilen düzey, aynı zamanda, orduları içinden çıkaran toplumun gelişkinlik düzeyinin de bir göstergesidir. Ortak bir ulusal istence dönüşen savaşçılık ruhuyla, teknoloji geliştirme ve örgütlenme yeteneği, eski Türkler’de kusursuz bir bütünlüğe ulaşmış ve bu yetenek, kuşaklar boyu süren ulusal bir gelenek olmuştur.
“Gelişkin” toplumlar, gelişkin ordular kurarlar. Bu konuda erişilen düzey, aynı zamanda, orduları içinden çıkaran toplumun gelişkinlik düzeyinin de bir göstergesidir. “Çadırda yaşayan”, “tarımı bilmeyen” ya da “bir şey üretemeyen” bir toplumun, tarihin hemen her döneminde ve geniş alanlarda uzun süren egemenlikler kurması, buradaki toplumları içinde eritebilmesi olanaksızdır. Günümüzde, teknolojik üstünlüğe sahip ordularıyla övünen ve bu orduları uygarlıklarının doğal ürünü olarak kabul eden Batılıların, konu Türk tarihi ve ordusu olduğunda içine düştüğü çelişki, kuşkusuz bilimin değil, siyasi propagandanın ilgi alanına giren bir konu olmalıdır.
Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş, büyük ve güçlü ordular kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe bağlı bir sonuçtur.
Ortak bir ulusal istence dönüşen savaşçılık ruhuyla, teknoloji geliştirme ve örgütlenme yeteneği, eski Türkler’de kusursuz bir bütünlüğe ulaşmış ve bu yetenek, kuşaklar boyu süren ulusal bir gelenek olmuştur.
Geçmişte birçok Batılı düşünür, Roma ordusunu Türk ordusuyla kıyaslamış ve bu kıyaslama kimi zaman hayranlık belirtisi, kimi zaman da “korkutucu olan Türk gücüne” karşı önlem alınması istemiyle yapılmıştır.
Venedikli Francesco Sansovino, 1560’da yazdığı Türk İmparatorluğu’nun Kökeni ve Tarihi adlı kitabında; Osmanlı İmparatorluğu’nun, “büyük bir millet olan Türklerin tarihsel mirasını taşıması nedeniyle incelemeyi en çok hak eden ülke” olduğunu söyler ve şu görüşleri dile getirir; “Eğer Türkler’in iç ve dış işlerini ve askeri disiplinlerini iyi gözlemlersek, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Romalılar’ın bağlılık ve buyruğa uyma yeteneğinin bu ırka geçtiğini öne sürebiliriz.”
Aynı yazar, Türklerin Kıbrıs’ı alması nedeniyle, konuyu ele alan Annali Turchesehi adlı bir inceleme yayınlar. Sansovino’nun amacı Türkler’e duyduğu hayranlığı dile getirmek değil, Türk ilerleyişinin nasıl önlenebileceği konusunda ülkesini uyarmaktır. Bu kitapta şu görüşleri ileri sürer: “Ordularını ve yönetim düzenlerini gözlemlediğimde Türk milletinin heybeti ve gücünün, ne kadar çok incelenmesi gerektiğini görüyorum. Günümüz orduları içinde, askeri disiplin ve ordu düzeni açısından Romalılar’a en yakın millet Türkler’dir. Aynı onlar gibi; savaşlarda zorluklara katlanır, her türlü zorluk karşısında sabrederler; önderlerinin buyruklarına uyarlar, zafer ve fetih konusunda inatçıdırlar. Ordu, zafer kazanmak için gerekli olan herşeyi, hiçbir güçlük karşısında geri adım atmadan yerine getirir. Ülkenin iç huzurunu sağlamak için, bozgunculuk çıkaran kim varsa, onların hakkından gelir; hızla adaleti ve barışı sağlar. Umarım ki; yazdıklarım okunur ve insanlarımız, durdurulamaz bir yangın gibi Hıristiyanlık dünyasını yakmak için ilerleyen bu ateşin nasıl doğduğunu görür ve onları durduracak çareyi bulur.”
Yaşama tutkuyla bağlıydılar. Dünyayı severler, ölmekten “nefret” ederlerdi ancak millet varlığına yönelen bir tehlike söz konusu olduğunda, ölmekten hiç çekinmezlerdi. Bir gelenek halinde, iç içe geçerek günümüze dek gelen bu ikili davranış, kalıcılığı olan bir toplumsal ahlak ve bu ahlak’a dayanan bir ulusal bilinçti. Başka toplumlar, özellikle Batılılar, her zaman ve kolayca eyleme dönüşen bu bilinç karşısında şaşkınlığa düşmüşler, kimi zaman korku kimi zaman da hayranlıklarını gizlememişlerdir.
Fransız gezgin Guillaume de Rubrouck, Orta Asya bozkır askeri için; “yiyecekleri olmadığında bir iki gün hiçbir şey yemezler ve hiç sabırsızlanmazlardı. Sanki tıka basa tokmuş gibi dans etmeğe, şarkı söylemeye ve çarpışmaya hazırlanmaya devam ederlerdi” der. Venedikli gezgin Marko Polo, Rubrouck’la aynı kanıdadır ve Türk askeri için İl Milione adlı ünlü gezi kitabında şunları yazmıştır: “Göçebe askeri, koca bir ay boyunca yalnızca kımız içerek ve avladığı hayvanların etiyle beslenerek yaşayabilir ve savaşa her an hazır olurdu. Bunlar dünyada en çetin şartlarda çalışan, yorgunluğa en fazla dayanan insanlardı ve çok azla yetinerek yaşayabilirlerdi.”
I.Dünya Savaşı’nda, Arapları Türk Ordusuna karşı ayaklandırıp binlerce askerin ölümüne neden olan, İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence bile, Türk karşıtı savlarla dolu anılarında şunları yazacaktır: “Anadolu Türk’ü dünyadaki en inatçı savaşçıydı. Kazım tekniğinde şahane yeteneğe sahip olduğu siperin içine bir kez yerleştikten sonra, artık yerinden oynatılması olanaksızdı. Cephelerinin yarısı çöktüğü halde geri çekilmez, olduğu yerde direnmeye devam ederlerdi; sert disipline sahip bu erler, muhteşem bir düşmandı... Günlerce yürüyüş yapma gücüne sahiptirler... Kente girdiklerinde sırtları çantalı olarak bin kilometre yürüyen askerlerin postalları parçalanmış durumdaydı; yine de trampetin ritmine uyarak disiplin içinde yürüdüler. Türk askerlerinden biri, daha sonra, tutsak bir İngiliz subayının postalını, parçalanmış olan kendisininkiyle değiştirmeye kalktığında, bir Türk subayı derhal müdahale etti; postal geri verildi. Türk subay askerin yüzünü tokatlamaya başladı. Asker hazırolda duruyor ve her tokattan sonra selam veriyordu. Bu disipline hepimiz hayran kaldık.”
Çanakkale Savaşlarında, İngilizler’in Karma Kolordu Komutanı General William Birdword ise Türk askerinin savaşkanlığı konusunda şunları söyleyecektir: “Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş anında müthiş cesaret ve fırtınalar yaratan; ateş kesildiğinde onun kadar iyi yürekli, yumuşak kalpli, düşmanın yaralarını saran bir asker yeryüzünde görülmemiştir.”
İngiliz Generalin Türk askeri için kullandığı, “savaşta vatanı için gözünü kırpmadan ölen”, ateş kesildiğinde ise “son derece iyi yürekli ve düşmanın yaralarını saran” biçimindeki tanımlama; Türkler’le savaşmış olan başka yabancı komutanların da sıkça dile getirdiği bir konudur.
Çanakkale Savaşlarında, Fransız kuvvetlerine komuta eden General Gourot anılarında, cephede yaşadığı bir olayı anlatır ve şunları söyler: “Ateşkes yapmış, ölü ve yaralılarımızı topluyorduk; her yer kan içindeydi. Az önce ağır bir süngü savaşı yapılmıştı. Bu sırada gördüğüm bir olayı, yaşamım boyunca unutmama imkân yoktur. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sararak, kanlarını temizliyordu. Türk askerine çevirmen aracılığıyla ‘niçin biraz önce öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun’ dedim. Bitkin durumdaki asker şu karşılığı verdi, ‘bu Fransız yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı, birşeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim anam babam, hiç kimsem yok. İstedim ki o kurtulsun, anasının yanına dönsün.’ Gözlerim yaşarmıştı, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm şeyden gözyaşlarımın donduğunu hissettim. Çünkü bu askerin göğsünde, bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkılmıştı. Az sonra ikisi birden öldüler.”
Başka bir ünlü Antik Çağ hekimi Bergamalı Galenos Klaudios M.S.2.yüzyılda şu saptamada bulunur:
“Türkler’de, erkek gibi kadınlar da son derece cesur ve savaşçıdır, öylesine ki; kollarını güçlendirmek, iyi ata binmek ve ok atabilmek için sağ göğüslerini keserler. Diğerini kesmemelerinin nedeni, çocuklarını emzirebilmek ve büyütebilmek, böylece nüfus artışını ve kuşakların sürmesini sağlayabilme amacıdır."
Babalar ve askere gitmeyen kardeşler, neleri varsa askere giden oğullara ya da kardeşlere verir ve kendilerini “yoksulluk içinde yaşamaya” hazır tutarlar. Aileler, devletin herhangi bir istemi olmamasına karşın, çocuklarının giyim ve gıda gereksinimlerini karşılar, askere öyle yollar.
Ordu sefere çıktığında büyük şenlikler düzenlenir, bayram gibi kutlanır. Günümüzde askere giden gençlerin coşkuyla uğurlanması, bu törenlerin bugüne dek gelen bir uzantısı olsa gerekir.
Orduyu oluşturan insanlar, kişiselliği aşan ortak bir ülkünün, duygulu birlikteliğine sahiptir. Ancak, ordu örgütlenmesinde, duygusal olmayan yüksek bir disiplin ve gerçekçilik egemendir. Bütün birimler neyi, ne zaman ve nasıl yapacağını iyi bilir, bütünlük ve dayanışma esastır.
Tarihte ilk kez, her birinin başında kendi komutanı olan 10, 100, 1000 ve 10.000’li birimler halinde Türkler örgütlenmiştir. Onbaşı, yüzbaşı, binbaşı ve tümenbaşı tanımları bu düzenlemeden gelir.
Bu tanımlar, Orta Asya’dan geldikleri artık kanıtlanmış olan Sümerler tarafından da, üstelik kapsamı genişletilerek kullanılmıştır. M.Ö.üç binlerde, içinde binden çok işçi çalışan dokuma atölyeleri kuran Sümerler, buradaki işçileri onluk ve yüzlük kümelere ayırıyor, başlarına koydukları görevlilere onbaşı ve yüzbaşı diyorlardı.
Askeri örgütlenmede geliştirilen yöntemlerle Türkler, o dönemlerde hiçbir ulus ya da devletin düşünemeyeceği büyüklükte ordular kurdular, bu orduları çok uzak yörelere, tüm gereksinimlerini karşılayarak götürmeyi başardılar. Orta Asya On-Ok Türkleri, 300 bin kişilik bir orduya sahipti ve 100 bin kişiyi bir günde savaşa sürebiliyordu. Bu sayılar o dönemdeki nüfus yoğunluğu göz önüne alındığında inanılması güç sayılardır.15
Fransız tarihçi Jean Poul Roux Orta Asya ordularının niteliği ve geliştirdiği savaş teknikleri konusunda şu saptamayı yapmaktadır: “(Bunlar y.n.) dünyanın en iyi askerleridir. Orduları en iyi süvariye, en çok sayıda ve en iyi silahlara sahiptir. Askerler görülmedik bir güce sahiptir ve uzun süre yemek yemeden, su içmeden ya da uyumadan ayakta kalabilirler. Şefini benimsediğinde disiplinli ve uyumludurlar. Nereye ne zaman saldıracağını bilirler... Yalnızca yerlerini bildiğinizde onlara saldırabilirsiniz, yine de her an ortadan kaybolabilirler... Önce olabildiğince çarpışmadan uzak dururlar. Düşmanları karşılarına çıktığında, dörtnala onlara saldırırlar; sonra onların atış alanına girdiklerini görünce, ani bir geri dönüş yaparlar ve gerisin geriye giderken oklarını omuzlarının üstünden geriye doğru fırlatırlar. Çinliler, Uygurlar’ı ‘hızlıdırlar ve kolay yakalanmazlar; hareket halindeki birliklerin çevresinde vızıldayan böcekler gibi dolaşarak hırpalarlar’ sözcükleriyle anlatırlar... Yenilmek ve teslim olmak gibi bir şeyi düşünmezler... Köşeye sıkıştıklarında ya da yenilmek üzereyseler kaçıp uzaklaşırlar ve yeniden savaşmak için hızla toparlanırlar. Peşlerine düşenleri, uçsuz bucaksız bozkırlarda, çok yıpratıcı bir kovalamaca içine sokarlar.”
Ordu saldırıya geçtiğinde, komutanlar önce kendilerini belli etmezler ancak kendilerini belli etmeleri gerektiğinde de, koşullar ne olursa olsun ortaya çıkar, öne geçerlerdi. Ancak, olası ölümlerinin askere olumsuz etki yapmasını önlemek için böyle durumlarda, üst komutanlardan bir bölümü arka planda bırakıp, savaşı onlara izletirlerdi.
Savaş teknolojisi alanında birçok ilk, Türkler tarafından gerçekleştirilmiş ve ordu bu teknoloji ile donatılmıştı. Savaş arabaları, demirden çift üzengi, üzengi aracılığıyla atın savaş aracı haline getirilmesi, maden-deri karışımlı zırh, ses çıkaran döner oklar, kundaklı yay, eğik uçlu hançer, süvari düşürücü mızraklı kement, Türkler tarafından bulunmuş ve etkili biçimde kullanılmıştır.
Hızlı atların çektiği hafif savaş arabalarını kullanan usta okçular, karşılaştıkları orduları, hemen hiç zarar görmeden ok yağmuruna tutabiliyordu.
Dörtnala sürülen arabalar ve uzun aralıklı yoğun ok atışlarıyla, tek saldırı birkaç saldırı gibi gösteriliyor ve daha sonra tüm savaş arabaları belirlenen hedefe yöneltilerek düşman ezilip geçiliyordu.
Orta Asya ’da M.Ö.17.yüzyıllarda kullanılan savaş arabalarının sağladığı üstünlük, günümüzde tank birliklerinin, desteksiz piyade karşısındaki üstünlüğü gibiydi.20 Savaş arabalı birlikler; devingenlik, atış gücü ve korunma gibi önde gelen üç önemli niteliğe birden sahiptiler.
Bu tür birliklere sahip olmak, çok pahalı olmasının yanısıra, özellikle maden işletmeciliği, zırhlar, at yetiştiriciliği ve eğitimi, tunç silahlar, doğramacılık ve deri işleme alanlarında ileri bir teknolojiyi gerekli kılıyordu.
Atlı arabalar yalnızca hafif savaş arabaları değildi. Gerek askeri ve gerekse sivil amaçla kullandıkları çok büyük arabalar da yapmışlardı. Altaylar’da Pazırık kazılarında bulunan ve eski dönemlere ait bir araba’nın, tekerleklerinin çapı 2.15, yüksekliği 3, genişliği ise 3.35 metredir. Çinliler, kullandıkları arabaların yüksekliği nedeniyle Türklere “yüksek arabalılar” adını vermişlerdi. Avrupa Orta Çağ gezginlerinden Rubrouck, 13.yüzyılda Orta Asya’da bu arabaları ilk kez gördüğünde “koca bir şehrin, üzerime geldiğini sandım” diye yazacaktır.
Süvari mızrak kullanıyorsa, mızrağı yalnızca sıkı sıkıya tutuyor, darbenin gücünü dörtnala koşan at sağlıyordu. Üzengi ayrıca her yöne ok atmayı kolaylaştırıyor ve süvarinin zırh giymesine olanak veriyordu. Madeni başlık ve zırh, ilk kez Türk süvariler tarafından bu buluş sayesinde kullanılmıştır.
Yezit İbn Mezit adlı Arap yazarı, at’ı bir savaş aracı durumuna getiren Türk süvarilerinin yetenekleri konusunda şu saptamayı yapar; “Türklerin vücudu, at ve eyer üzerinde hiç ağırlığı yokmuş gibi durur. Arap süvariler önlerindekini bile göremezken, Türk süvariler arkadan gelebilecek şeyleri bile görürler, Türk süvarisi kendisini aslan, bizi av, atını da ceylan sayar. Ellerini bağlayıp derin kuyuya atsalar, bunlar kendi kendilerine, hem de hile yapmadan çıkıp kurtulurlar. Korkmaz ama korkuturlar. Almak istediklerini almadıkça ellerini çekmezler. Bir işin üzerine düşerlerse başarılı oluncaya kadar durmadan çalışırlar. Olmayacak işlere de hiç girişmezler.”
Atı, savaşlarda Romalılar da kullanmıştı. Ancak, onlar atı savaş makinası olarak kullanmayı bilmiyor, ondan yalnızca ulaşım aracı olarak yararlanıyordu. Süvariler, at ’la savaş alanına dek gidiyor, savaşmak için orada attan iniyordu. Bunun dışında at, savaş donanımları ve gıda maddelerinin taşınması için kullanılıyordu.
“Gelişkin” toplumlar, gelişkin ordular kurarlar. Bu konuda erişilen düzey, aynı zamanda, orduları içinden çıkaran toplumun gelişkinlik düzeyinin de bir göstergesidir. Ortak bir ulusal istence dönüşen savaşçılık ruhuyla, teknoloji geliştirme ve örgütlenme yeteneği, eski Türkler’de kusursuz bir bütünlüğe ulaşmış ve bu yetenek, kuşaklar boyu süren ulusal bir gelenek olmuştur.
İçindekiler
ESKİ TÜRKLERDE ORDU
Gelişkenlik Göstergesi
Türkler’in savaşkanlığı ve kurdukları orduların savaş yeteneği, Batılılarca genel olarak vahşetin, barbarlığın göstergesi olarak ele alınır. Oysa yalnızca tarihte değil, günümüzde de herkesin yaşayarak gördüğü bir gerçektir ki, ordu ve onun yarattığı güç, birtakım içi boş duygular ve sanlarla elde edilemez. Bunun için; yüksek bir eğitim, inanç sağlamlığı, teknolojik olanaklar ve bu olanakların arkasındaki bilimsel-teknik gelişme gereklidir.“Gelişkin” toplumlar, gelişkin ordular kurarlar. Bu konuda erişilen düzey, aynı zamanda, orduları içinden çıkaran toplumun gelişkinlik düzeyinin de bir göstergesidir. “Çadırda yaşayan”, “tarımı bilmeyen” ya da “bir şey üretemeyen” bir toplumun, tarihin hemen her döneminde ve geniş alanlarda uzun süren egemenlikler kurması, buradaki toplumları içinde eritebilmesi olanaksızdır. Günümüzde, teknolojik üstünlüğe sahip ordularıyla övünen ve bu orduları uygarlıklarının doğal ürünü olarak kabul eden Batılıların, konu Türk tarihi ve ordusu olduğunda içine düştüğü çelişki, kuşkusuz bilimin değil, siyasi propagandanın ilgi alanına giren bir konu olmalıdır.
Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş, büyük ve güçlü ordular kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe bağlı bir sonuçtur.
Ortak bir ulusal istence dönüşen savaşçılık ruhuyla, teknoloji geliştirme ve örgütlenme yeteneği, eski Türkler’de kusursuz bir bütünlüğe ulaşmış ve bu yetenek, kuşaklar boyu süren ulusal bir gelenek olmuştur.
Roma ve Türkler
Batılılar için Roma İmparatorluk ordusu, tarihin gördüğü en disiplinli, en güçlü ordudur. Teknolojik donanımına, savaşkanlığına ve vurucu etkisine hala hayrandırlar. Amerikalı komutanlar, ordularının, Roma’daki gibi bir dünya ordusu olmasıyla övünürler ve kendilerini Romalılar gibi dünya egemeni olarak görürler.Geçmişte birçok Batılı düşünür, Roma ordusunu Türk ordusuyla kıyaslamış ve bu kıyaslama kimi zaman hayranlık belirtisi, kimi zaman da “korkutucu olan Türk gücüne” karşı önlem alınması istemiyle yapılmıştır.
Venedikli Francesco Sansovino, 1560’da yazdığı Türk İmparatorluğu’nun Kökeni ve Tarihi adlı kitabında; Osmanlı İmparatorluğu’nun, “büyük bir millet olan Türklerin tarihsel mirasını taşıması nedeniyle incelemeyi en çok hak eden ülke” olduğunu söyler ve şu görüşleri dile getirir; “Eğer Türkler’in iç ve dış işlerini ve askeri disiplinlerini iyi gözlemlersek, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Romalılar’ın bağlılık ve buyruğa uyma yeteneğinin bu ırka geçtiğini öne sürebiliriz.”
Aynı yazar, Türklerin Kıbrıs’ı alması nedeniyle, konuyu ele alan Annali Turchesehi adlı bir inceleme yayınlar. Sansovino’nun amacı Türkler’e duyduğu hayranlığı dile getirmek değil, Türk ilerleyişinin nasıl önlenebileceği konusunda ülkesini uyarmaktır. Bu kitapta şu görüşleri ileri sürer: “Ordularını ve yönetim düzenlerini gözlemlediğimde Türk milletinin heybeti ve gücünün, ne kadar çok incelenmesi gerektiğini görüyorum. Günümüz orduları içinde, askeri disiplin ve ordu düzeni açısından Romalılar’a en yakın millet Türkler’dir. Aynı onlar gibi; savaşlarda zorluklara katlanır, her türlü zorluk karşısında sabrederler; önderlerinin buyruklarına uyarlar, zafer ve fetih konusunda inatçıdırlar. Ordu, zafer kazanmak için gerekli olan herşeyi, hiçbir güçlük karşısında geri adım atmadan yerine getirir. Ülkenin iç huzurunu sağlamak için, bozgunculuk çıkaran kim varsa, onların hakkından gelir; hızla adaleti ve barışı sağlar. Umarım ki; yazdıklarım okunur ve insanlarımız, durdurulamaz bir yangın gibi Hıristiyanlık dünyasını yakmak için ilerleyen bu ateşin nasıl doğduğunu görür ve onları durduracak çareyi bulur.”
Ordu Millet
Eski Türkler’in kurduğu ordularda, asker sayısının genel nüfusa oranı, başka hiçbir kavim ya da millette görülemeyecek denli yüksektir. Ordu’nun temel gücünü doğal olarak genç nüfus oluşturur; ancak gerektiğinde yaşlılar, kadınlar ve hatta çocuklar da savaşa katılırlar. Her yaştan insan, savaşta ölmeyi hastalıktan ölmeye yeğler; savaşmayı, ülkeyi ve kavmi korumanın kendilerine yüklediği bir görev olarak görürdü. Bu uğurda ölmek, onlar için “görevini yerine getirmenin en ihtişamlı biçimi” ydi.Yaşama tutkuyla bağlıydılar. Dünyayı severler, ölmekten “nefret” ederlerdi ancak millet varlığına yönelen bir tehlike söz konusu olduğunda, ölmekten hiç çekinmezlerdi. Bir gelenek halinde, iç içe geçerek günümüze dek gelen bu ikili davranış, kalıcılığı olan bir toplumsal ahlak ve bu ahlak’a dayanan bir ulusal bilinçti. Başka toplumlar, özellikle Batılılar, her zaman ve kolayca eyleme dönüşen bu bilinç karşısında şaşkınlığa düşmüşler, kimi zaman korku kimi zaman da hayranlıklarını gizlememişlerdir.
Fransız gezgin Guillaume de Rubrouck, Orta Asya bozkır askeri için; “yiyecekleri olmadığında bir iki gün hiçbir şey yemezler ve hiç sabırsızlanmazlardı. Sanki tıka basa tokmuş gibi dans etmeğe, şarkı söylemeye ve çarpışmaya hazırlanmaya devam ederlerdi” der. Venedikli gezgin Marko Polo, Rubrouck’la aynı kanıdadır ve Türk askeri için İl Milione adlı ünlü gezi kitabında şunları yazmıştır: “Göçebe askeri, koca bir ay boyunca yalnızca kımız içerek ve avladığı hayvanların etiyle beslenerek yaşayabilir ve savaşa her an hazır olurdu. Bunlar dünyada en çetin şartlarda çalışan, yorgunluğa en fazla dayanan insanlardı ve çok azla yetinerek yaşayabilirlerdi.”
Günümüz Değerlendirmesi
Batılıların Türk askeri için yaptığı bu tür değerlendirme çoktur. Konu; savaşma yeteneği, dayanıklılık ve disiplin olduğunda özellikle askerler, savaş alanlarında gördüklerini, aynı hayret ve saygılı şaşkınlıkla, günümüzde de dile getirmektedirler.I.Dünya Savaşı’nda, Arapları Türk Ordusuna karşı ayaklandırıp binlerce askerin ölümüne neden olan, İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence bile, Türk karşıtı savlarla dolu anılarında şunları yazacaktır: “Anadolu Türk’ü dünyadaki en inatçı savaşçıydı. Kazım tekniğinde şahane yeteneğe sahip olduğu siperin içine bir kez yerleştikten sonra, artık yerinden oynatılması olanaksızdı. Cephelerinin yarısı çöktüğü halde geri çekilmez, olduğu yerde direnmeye devam ederlerdi; sert disipline sahip bu erler, muhteşem bir düşmandı... Günlerce yürüyüş yapma gücüne sahiptirler... Kente girdiklerinde sırtları çantalı olarak bin kilometre yürüyen askerlerin postalları parçalanmış durumdaydı; yine de trampetin ritmine uyarak disiplin içinde yürüdüler. Türk askerlerinden biri, daha sonra, tutsak bir İngiliz subayının postalını, parçalanmış olan kendisininkiyle değiştirmeye kalktığında, bir Türk subayı derhal müdahale etti; postal geri verildi. Türk subay askerin yüzünü tokatlamaya başladı. Asker hazırolda duruyor ve her tokattan sonra selam veriyordu. Bu disipline hepimiz hayran kaldık.”
Çanakkale Savaşlarında, İngilizler’in Karma Kolordu Komutanı General William Birdword ise Türk askerinin savaşkanlığı konusunda şunları söyleyecektir: “Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş anında müthiş cesaret ve fırtınalar yaratan; ateş kesildiğinde onun kadar iyi yürekli, yumuşak kalpli, düşmanın yaralarını saran bir asker yeryüzünde görülmemiştir.”
İngiliz Generalin Türk askeri için kullandığı, “savaşta vatanı için gözünü kırpmadan ölen”, ateş kesildiğinde ise “son derece iyi yürekli ve düşmanın yaralarını saran” biçimindeki tanımlama; Türkler’le savaşmış olan başka yabancı komutanların da sıkça dile getirdiği bir konudur.
Çanakkale Savaşlarında, Fransız kuvvetlerine komuta eden General Gourot anılarında, cephede yaşadığı bir olayı anlatır ve şunları söyler: “Ateşkes yapmış, ölü ve yaralılarımızı topluyorduk; her yer kan içindeydi. Az önce ağır bir süngü savaşı yapılmıştı. Bu sırada gördüğüm bir olayı, yaşamım boyunca unutmama imkân yoktur. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sararak, kanlarını temizliyordu. Türk askerine çevirmen aracılığıyla ‘niçin biraz önce öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun’ dedim. Bitkin durumdaki asker şu karşılığı verdi, ‘bu Fransız yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı, birşeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim anam babam, hiç kimsem yok. İstedim ki o kurtulsun, anasının yanına dönsün.’ Gözlerim yaşarmıştı, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm şeyden gözyaşlarımın donduğunu hissettim. Çünkü bu askerin göğsünde, bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkılmıştı. Az sonra ikisi birden öldüler.”
Antik Çağ'da Söylenenler
M.Ö.5.yüzyılda yaşayan ve “geleneksel tıbbın babası” sayılan ünlü bilgin, İstanköy’lü Hippokrat, Türkler’in özgürlüğe düşkünlükleri ve savaşkanlıkları konusunda “Türkler birbirine benzerler ve başkaca hiçbir millete benzemezler” der.Başka bir ünlü Antik Çağ hekimi Bergamalı Galenos Klaudios M.S.2.yüzyılda şu saptamada bulunur:
“Türkler’de, erkek gibi kadınlar da son derece cesur ve savaşçıdır, öylesine ki; kollarını güçlendirmek, iyi ata binmek ve ok atabilmek için sağ göğüslerini keserler. Diğerini kesmemelerinin nedeni, çocuklarını emzirebilmek ve büyütebilmek, böylece nüfus artışını ve kuşakların sürmesini sağlayabilme amacıdır."
Disiplin ve Bağlılık
Savaşlara, çoğu kez halkın tümünün katılması, ordu örgütlenmesinde disiplini gevşetecek bir sonuç doğurmaz ve orduya katılım, başka hiçbir toplumda görülmeyen düzeyde gönüllülüğe dayanır. “Hiçbir askere ücret ödenmez, hiçbiri paralı asker değildir, kimse kimseyi zorlamaz, herkes savaşa isteyerek katılır; Türk ordusu ayağa kalmış bir halk, yürüyen bir ulustur.”Babalar ve askere gitmeyen kardeşler, neleri varsa askere giden oğullara ya da kardeşlere verir ve kendilerini “yoksulluk içinde yaşamaya” hazır tutarlar. Aileler, devletin herhangi bir istemi olmamasına karşın, çocuklarının giyim ve gıda gereksinimlerini karşılar, askere öyle yollar.
Ordu sefere çıktığında büyük şenlikler düzenlenir, bayram gibi kutlanır. Günümüzde askere giden gençlerin coşkuyla uğurlanması, bu törenlerin bugüne dek gelen bir uzantısı olsa gerekir.
Orduyu oluşturan insanlar, kişiselliği aşan ortak bir ülkünün, duygulu birlikteliğine sahiptir. Ancak, ordu örgütlenmesinde, duygusal olmayan yüksek bir disiplin ve gerçekçilik egemendir. Bütün birimler neyi, ne zaman ve nasıl yapacağını iyi bilir, bütünlük ve dayanışma esastır.
Tarihte ilk kez, her birinin başında kendi komutanı olan 10, 100, 1000 ve 10.000’li birimler halinde Türkler örgütlenmiştir. Onbaşı, yüzbaşı, binbaşı ve tümenbaşı tanımları bu düzenlemeden gelir.
Bu tanımlar, Orta Asya’dan geldikleri artık kanıtlanmış olan Sümerler tarafından da, üstelik kapsamı genişletilerek kullanılmıştır. M.Ö.üç binlerde, içinde binden çok işçi çalışan dokuma atölyeleri kuran Sümerler, buradaki işçileri onluk ve yüzlük kümelere ayırıyor, başlarına koydukları görevlilere onbaşı ve yüzbaşı diyorlardı.
Yapılanma
Türk ordularında birlikler, merkezinde genel komutanlığın bulunduğu iki kanat olarak yapılanır; her iki kanatta birlik komutanlarından ayrı olarak, ordunun bütünlüğünü sağlayan deneyimli başka komutanlar da vardır. Birlikler arasında ve özellikle birliklerle komuta merkezi arasında kurulan iletişim ağı mükemmeldir.Askeri örgütlenmede geliştirilen yöntemlerle Türkler, o dönemlerde hiçbir ulus ya da devletin düşünemeyeceği büyüklükte ordular kurdular, bu orduları çok uzak yörelere, tüm gereksinimlerini karşılayarak götürmeyi başardılar. Orta Asya On-Ok Türkleri, 300 bin kişilik bir orduya sahipti ve 100 bin kişiyi bir günde savaşa sürebiliyordu. Bu sayılar o dönemdeki nüfus yoğunluğu göz önüne alındığında inanılması güç sayılardır.15
Savaş Teknikleri
Eski Türklerin geliştirdikleri savaş teknikleri, o dönemdeki en güçlü orduların bile hiçbir biçimde baş edemediği taktikler içeriyor ve ordularını yenilmez kılıyordu. Türklerle savaşmak zorunda kalanlar, karşılaştıkları ordunun büyüklüğü yanında, bu denli büyük bir ordunun gösterdiği çabukluk ve hareket yeteneği karşısında şaşkına dönüyor, gönülgücünü (moralini) önemli oranda yitiriyordu.Fransız tarihçi Jean Poul Roux Orta Asya ordularının niteliği ve geliştirdiği savaş teknikleri konusunda şu saptamayı yapmaktadır: “(Bunlar y.n.) dünyanın en iyi askerleridir. Orduları en iyi süvariye, en çok sayıda ve en iyi silahlara sahiptir. Askerler görülmedik bir güce sahiptir ve uzun süre yemek yemeden, su içmeden ya da uyumadan ayakta kalabilirler. Şefini benimsediğinde disiplinli ve uyumludurlar. Nereye ne zaman saldıracağını bilirler... Yalnızca yerlerini bildiğinizde onlara saldırabilirsiniz, yine de her an ortadan kaybolabilirler... Önce olabildiğince çarpışmadan uzak dururlar. Düşmanları karşılarına çıktığında, dörtnala onlara saldırırlar; sonra onların atış alanına girdiklerini görünce, ani bir geri dönüş yaparlar ve gerisin geriye giderken oklarını omuzlarının üstünden geriye doğru fırlatırlar. Çinliler, Uygurlar’ı ‘hızlıdırlar ve kolay yakalanmazlar; hareket halindeki birliklerin çevresinde vızıldayan böcekler gibi dolaşarak hırpalarlar’ sözcükleriyle anlatırlar... Yenilmek ve teslim olmak gibi bir şeyi düşünmezler... Köşeye sıkıştıklarında ya da yenilmek üzereyseler kaçıp uzaklaşırlar ve yeniden savaşmak için hızla toparlanırlar. Peşlerine düşenleri, uçsuz bucaksız bozkırlarda, çok yıpratıcı bir kovalamaca içine sokarlar.”
Komutanlar
Orduda görev alan komutanların yönetim yeteneği ve savaş bilgisi, her zaman ileri düzeydedir ve öyle olmak zorundadır. Orduda yükselmek ve en üst yere gelmek, her subayın tutkuyla bağlı olduğu bir amaçtır, ama bu işi başarmak kesin olarak bilgili ve bilinçli olmaya bağlıdır. Her subay “taktik bir deha” iyi bir komutandır.Ordu saldırıya geçtiğinde, komutanlar önce kendilerini belli etmezler ancak kendilerini belli etmeleri gerektiğinde de, koşullar ne olursa olsun ortaya çıkar, öne geçerlerdi. Ancak, olası ölümlerinin askere olumsuz etki yapmasını önlemek için böyle durumlarda, üst komutanlardan bir bölümü arka planda bırakıp, savaşı onlara izletirlerdi.
Eğitim ve Donanım
Ordunun gücünü ve savaş yeteneğini geliştiren temel dayanak; eğitim, inanç ve bilinçle yetiştirilmiş insan unsuruydu. Ancak, elbette bunlardan ibaret değildi.Savaş teknolojisi alanında birçok ilk, Türkler tarafından gerçekleştirilmiş ve ordu bu teknoloji ile donatılmıştı. Savaş arabaları, demirden çift üzengi, üzengi aracılığıyla atın savaş aracı haline getirilmesi, maden-deri karışımlı zırh, ses çıkaran döner oklar, kundaklı yay, eğik uçlu hançer, süvari düşürücü mızraklı kement, Türkler tarafından bulunmuş ve etkili biçimde kullanılmıştır.
Savaş Arabaları
Atlı arabaların sivil ya da askeri amaçla kullanılması, Orta Asya ’da çok eskiye gider. Araba kullanımında, M. Ö.1200-700 arasını kapsayan Karasuk Kültürü döneminde o denli ileri gidilmişti ki özellikle savaşlarda kullanılan arabalar, çağının başedilmesi olanaksız teknoloji harikaları haline getirilmişti.Hızlı atların çektiği hafif savaş arabalarını kullanan usta okçular, karşılaştıkları orduları, hemen hiç zarar görmeden ok yağmuruna tutabiliyordu.
Dörtnala sürülen arabalar ve uzun aralıklı yoğun ok atışlarıyla, tek saldırı birkaç saldırı gibi gösteriliyor ve daha sonra tüm savaş arabaları belirlenen hedefe yöneltilerek düşman ezilip geçiliyordu.
Orta Asya ’da M.Ö.17.yüzyıllarda kullanılan savaş arabalarının sağladığı üstünlük, günümüzde tank birliklerinin, desteksiz piyade karşısındaki üstünlüğü gibiydi.20 Savaş arabalı birlikler; devingenlik, atış gücü ve korunma gibi önde gelen üç önemli niteliğe birden sahiptiler.
Bu tür birliklere sahip olmak, çok pahalı olmasının yanısıra, özellikle maden işletmeciliği, zırhlar, at yetiştiriciliği ve eğitimi, tunç silahlar, doğramacılık ve deri işleme alanlarında ileri bir teknolojiyi gerekli kılıyordu.
Atlı arabalar yalnızca hafif savaş arabaları değildi. Gerek askeri ve gerekse sivil amaçla kullandıkları çok büyük arabalar da yapmışlardı. Altaylar’da Pazırık kazılarında bulunan ve eski dönemlere ait bir araba’nın, tekerleklerinin çapı 2.15, yüksekliği 3, genişliği ise 3.35 metredir. Çinliler, kullandıkları arabaların yüksekliği nedeniyle Türklere “yüksek arabalılar” adını vermişlerdi. Avrupa Orta Çağ gezginlerinden Rubrouck, 13.yüzyılda Orta Asya’da bu arabaları ilk kez gördüğünde “koca bir şehrin, üzerime geldiğini sandım” diye yazacaktır.
Özengi ve Önemi
Altaylı Türkler’in bulduğu demirden çift üzengi, dönemin savaş teknolojisi için gerçek bir devrim niteliğindedir. Eyer’e bağlanan ve iki yana sarkıtılan üzengi, süvarinin yalnızca ayaklarını kullanarak, atın üzerinde sağlam durmasını sağlamakla kalmıyor; onun vuruş gücünü, atın hızına bağlı olarak arttırıyor ve süvariye olağanüstü bir devimsellik (dinamizm) kazandırıyordu.Süvari mızrak kullanıyorsa, mızrağı yalnızca sıkı sıkıya tutuyor, darbenin gücünü dörtnala koşan at sağlıyordu. Üzengi ayrıca her yöne ok atmayı kolaylaştırıyor ve süvarinin zırh giymesine olanak veriyordu. Madeni başlık ve zırh, ilk kez Türk süvariler tarafından bu buluş sayesinde kullanılmıştır.
Yezit İbn Mezit adlı Arap yazarı, at’ı bir savaş aracı durumuna getiren Türk süvarilerinin yetenekleri konusunda şu saptamayı yapar; “Türklerin vücudu, at ve eyer üzerinde hiç ağırlığı yokmuş gibi durur. Arap süvariler önlerindekini bile göremezken, Türk süvariler arkadan gelebilecek şeyleri bile görürler, Türk süvarisi kendisini aslan, bizi av, atını da ceylan sayar. Ellerini bağlayıp derin kuyuya atsalar, bunlar kendi kendilerine, hem de hile yapmadan çıkıp kurtulurlar. Korkmaz ama korkuturlar. Almak istediklerini almadıkça ellerini çekmezler. Bir işin üzerine düşerlerse başarılı oluncaya kadar durmadan çalışırlar. Olmayacak işlere de hiç girişmezler.”
Atı, savaşlarda Romalılar da kullanmıştı. Ancak, onlar atı savaş makinası olarak kullanmayı bilmiyor, ondan yalnızca ulaşım aracı olarak yararlanıyordu. Süvariler, at ’la savaş alanına dek gidiyor, savaşmak için orada attan iniyordu. Bunun dışında at, savaş donanımları ve gıda maddelerinin taşınması için kullanılıyordu.
Eski Türkler De Yönetim Ve Düzen
Eski Türkler de Yönetim ve DüzenDünya üzerinde yaşayan insan topluluklarının milletleşme süreci onların avcı-toplayıcılıktan çiftçi-çobancılığa geçmesi ile başlar. Türkleri oluşturacak insan topluluklarının MÖ 6000'lerde koyun yetiştiriciliğine başladığı düşünülmektedir. Bu tarih atlı göçebe...
www.rasulehasret.com
Moderatör tarafında düzenlendi: