Evrende Zeki Hayat

MURATS44

Özel Üye
universe.jpeg
Canlılık konusu, aslında dünyayla sınırlı bir olgu değildir. Genel anlamda canlılık konusu evrensel bir olgudur. Bunu dünya gibi, evrende toz zerresi kadar olan bir uzaysal obje ile sınırlamak çok dar bir görüş olur. Çünkü bugüne kadar yapılan araştırmaların sonucunda elde edilen bilgiler, belgeler, gözlemler ve araştırmalar bunu söylemektedir. Kısaca uzaysal bilgilerimizi hatırlayacak olursak Galaktik ölçüleri veya Güneş sistemi ile ilgili ölçüleri göz önüne getirirsek bir de dünyanın boyutlarını göz önünde tutarsak görürüz ki, şu an üzerinde yaşadığımız dünya gezegeni bu boyutlar ölçüsünde hemen hemen hiç durumunda kalmaktadır. Dolayısıyla bu küçücük ölçüler içine canlılık gibi evrensel bir olguyu sığdırmak, sıkıştırmak ne kadar doğru olur? Çünkü şu anda dünya dışı canlılıkla ilgili pek çok belge, gözlem, araştırma ve hatta tarihsel bulgular bulunmaktadır. Bu bilgiler ışığında ortaya çýkan sonuç Evrende yalnız olmadığımız yönündedir. Dünya dışı canlılık konusu bir olasılık değildir. Dünya dışı canlılığın yaygınlığı söz konusudur. Evrenlere dağılmış olması söz konusudur. Hatta çok değişik şuur düzeylerindeki varlıklar evrenlere yayılmış vaziyettedir.

Dünya dışı canlılık yani bilimsel adıyla Ekzobiyoloji konusunda yapılan araştırmaları 3 ana başlık altında incelemek mümkündür.
l- Meteorlarla ilgili araştırmalar
2- Yapay atmosfer araştırmaları
3- Radyoteleskoplarla yapılan Yıldız dinleme operasyonları.
Meteorlarla ilgili araştırmaları şu şekilde özetleyebiliriz.
Yapılan araştırmalar sonucunda, uzaydan dünyamıza sürekli olarak meteor yağmurları olduðu görülmektedir. Dolayısıyla dünyamıza dış uzaydan bazı partiküller gelmektedir. Bunların üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda bilim adamları organizma sporlarına rastlamışlardır. Aminoasitlere, Yağ asitlerine, Hidrokarbonlara ve organik bileşiklere rastlamışlardır.
Hatta Meteoritlerden bir kültür bile oluşturulmuştur.
meteor.jpg
Yapay Atmosfer araştırmaları, 1953 yılında Stanley Miller adlı bir bilim adamının dünyanın oluşumu sırasındaki atmosferini laboratuvar ortamında yapay olarak meydana getirmesiyle başlamıştır. Bu atmosferin içerdiği maddeler şunlardan oluşmaktadır. Metan, Su buharı, Amonyak, Karbondioksit ve Siyanhidrik asit bileşikleri. Görüldüğü gibi bunların hepsi, su buharı hariç şu anda bizler (canlılar) için zehir durumundadır. Görüldüğü gibi dünyada canlılık, şu an bizler için zehir sayılabilecek bir ortamda başlamıştır. Yapılan bu araştırmalar sonucunda; Evrende canlılığın, yani hayatın meydana gelebilmesi için suyun ve oksijenin şart olmadığını söyleyebiliriz.
Radyoteleskoplarla ilgili araştırmaların başında ise, 1960′larda Amerikanın önemli astronomlarından biri olan Prof. Frank Drake tarafından başlatılmış olan Ozma Projesi vardı. Projede o zamanın radyoteleskoplarıyla uzaysal objeden gelen sinyal tipleri dinlenmeye başlandı. Bunun uzantısı olarak günümüzde de hala SETİ (Search for Extra Terrestrial Inteligence ) Dünya Dışı Yaşamı Araştırma Projesi sürdürülmektedir. SETİ projesinin arkasında bugün NASA destekli olmak üzere Planetary Society bulunmaktadır. Ve bu araştırmalar günümüzde de yıldız dinleme projesi olarak devam etmektedir.
Bu çalışmaların paralelini Rusyada da görmekteyiz. Örneğin; Gorki gözlemevi müdürü Prof. Vesvolod Troitsky, “Başka medeniyetlerin bizi elektromanyetik dalgalarla taradığına kuvvetle inanıyoruz. Bunun sonuçlarını er ya da geç alacağız” demektedir. Prof. Troitsky’nin belirttiğine göre, Kuzey Kafkasya Dağları’nda 1973 yılında yeni ve büyük bir gözlemevi açılmıştır. Bu gözlemevinin optik teleskobu Palomar Dağı’ndakİ 200 inçlik teleskoptan daha büyüktür. Radyoteleskobu ise 2000 feet çapındadır. Bu iki teleskop zeki sinyallerin saptanması çalışmalarında dönüşümlü olarak kullanılmaktadır.
Moskova Devlet Üniversitesi Radyo Astronomi Direktörü olan Prof. Josif Shklovsky ise dünya dışı bir medeniyetle temasın çok yakın olduğunu ifade etmektedir. Tüm bu gelişmelerin paralelinde dünyanın çeşitli üniversitelerinde de konuyu incelemek amacıyla “Ekzobiyoloji” adı altında dünya dışı hayat’ı araştıran kürsüler kurulmuştur.
Bunlara örnek olarak: Alabama, Missisipi, Hamburg, Kiel, Utretch, Mainz, Boston Üniversiteleriyle Edison Sommunity, Moorpark Junior, Victor Halley ve Londra’da ki Marley Koleji’ni gösterebiliriz.
Evrende zeki hayat konusunda astronomların matematiksel hesaplamalarına göre Örneğin: Astronom Harlow Shapley’e göre teleskopların görüş alanı içinde (100 Katrilyon) adet yıldız bulunmaktadır. Bu yıldızların binde birinde hayat için elverişli koşulların bulunduğunu kabul ettiğimizde, geriye (100 Trilyon) adet yıldızın kaldığını söylemektedir. Bunların binde birinde hayata uygun atmosferin bulunduğunu farz edersek, geriye (100 Milyar) adet yıldızın bulunabileceğini ileri sürmektedir.
Astronom Harlow Shapley, daha da ileri giderek, bunlarýnda binde birinde hayatın ortaya çıkabileceğini kabul edersek, şu anda üzerinde hayat olan gezegen sayısı (100 Milyon) adettir. Isaac Asimov, “Sadece galaksimiz Samanyolu’ndaki yaşanabilir gezegenlerin sayısının 650 Milyon olması gerektiğini hesaplamıştır. Bu sounca göre en azından gözlenebilir evrenin tümünde, 2 Milyar adet yaşanabilir gezegen bulunmaktadır” demektedir.
EVRENDE ZEKi HAYATIN BİLİMSEL KANITLARI NASA, Ağustos 1989′da insansız uzay aracı Voyager 2′yle Neptün gezegenin yanından geçti ve dünyaya resimler ve çeşitli veriler yolladı. Bu araç dünyaya ışık hızında bile varması 4 saat süren darbe sesleri yolladı. Bu darbeler dünya üzerinde NASA’nın uzay ağını oluşturan radyoteleskopları aracılığıyla yakalandı ve sonra zayıf sinyaller Pasadena / California’da bulunan NASA’nın Jet îtki Laboratuarının gelişmiş tesislerinde elektronik sihirbazlık yoluyla fotoğraflara, tablolara ve diğer veri biçimlerine çevrildi.
spacecraft.jpg
Neptün ziyaretinden 12 yıl önce Ağustos 1977′de fırlatılan Voyager 2 ve refakatçisi Voyager l’in aslında sadece Jüpitere ve Satürn’e ulaşması ve daha önce Pioneer 10 ve Pioneer 11 adlı insansız uzay araçları tarafından bu iki dev gazımsı gezegen hakkında elde edilen verileri artırması niyetleniyordu. Ama kayda değer bir deha ve beceri ile JPL bilimcileri ve teknisyenleri, dış gezegenlerin nadir bir şekilde hizaya girmesinden faydalanarak ve bu gezegenlerin yerçekimi güçlerini “sapan” gibi kullanarak Voyager 2′yi ilk önce Satürn’den Uranüs’e sonra da Uranüs’ten Neptün’e fırlatmayı başardılar.
Voyager 2 den gelen elektronik sinyaller Helyum, hidrojen ve metan gazlarından oluşan bir atmosferin kucakladığı, dünyanın kasırgalarını küçücük kılan, burgaçlı, yüksek şiddette rüzgarların süpürdüğü güzel bir mavi-yeşil renge sahip, turkuaz bir gezegeni açığa çıkardılar. Beklendiği gibi atmosfer ve yüzey ısıları donma noktasının altındaydı ama Neptün’ün, beklenmedik biçimde, gezegen içinden çıkan bir ısı yaydığı bulundu. Neptün’ün bir gaz devi olduğu yolundaki daha önceki fikirlerin aksine gezegenin, JPL bilimcilerinin kelimeleriyle, üstünde “su buzundan oluşan yarı erimiş bir kanşım”ın yüzdüğü kayalık bir çekirdeğe sahip olduğu, Voyager 2 tarafından belirlendi. Neptün’ün 8 uydusu olduğu saptandı. Ve bu uyduların en büyüğüne Triton adı verildi. Triton’un yapısı da Neptün gezegenine benziyordu. Yakın plan resimleri çok garip bir türden volkanik aktivite olduğunu önermekteydi. Gök cisminin aktif, sıcak iç kısmının dışarıya püskürten erimiş lavlar değil, sulu buz fıskiyeleri olduğu ortaya çıktı. Hazırlık aşamasındaki değerlendirmeler Triton’un geçmişinde yüzeyde akan sular olduğunu, hatta jeolojik ölçeğe göre nispeten yakın zamana kadar yüzeyde göller bile olduğunu belirtmekteydi.
NASA, Voyager 2 uydusu aracılığıyla Uranüs’ün de gazlarla değil sularla kaplı olduğunu ve yüzeyinde sadece bir donmuş su katmanı değil, bir su okyanusu olduğunu ortaya çıkardı. Daha sonra Voyager 2, Uranüs’ün aylarının da kayadan ve sıradan su buzundan oluştuğunu bulmuştu.
NASA, 1974 / 1975′te uzaya gönderilen Mariner 10 adlı insansız uzay aracının dünyaya gönderdiği fotoğraflarda Marsın yüzeyinin su buharıyla kaplı olduğunu gösterdi.
uranus.jpg
Aralık 1978′den sonra Pioneer-Venüs l ve 2 adlı iki insansız uzay aracı tarafından Venüsün uzun süre incelenmesiyle elde edilen veriler, bulguları analiz eden bilimcilerden oluşan ekipleri, Venüs’ün “bir zamanlar en azından ortalama 10 metre derinliğinde suyla kaplı olabileceği” konusunda ikna etmiştir. Venüs, diye sonuca vardılar. Bugün buhar halinde sahip olduğu suyun en azından 100 katına, bir zamanlar su olarak sahipti.” Ardından gelen çalışmalar bu kadim suyun bir bölümünün sülfürik asit bulutlarını oluşturmakta kullanıldığının, bir kısmının da gezegenin kayalık yüzeyini okside etmek üzere oksijeninden vazgeçtiğini önermekteydi.
NASA, Viking 2 insansız uzay aracının durduğu yerdeki zeminde don olduğunu bildirmişti. Don tabakasının su, su buzu ve donmuş karbondioksit (kuru buz) içerdiği bulunmuştur. Mars’ın kutuplarındaki buz tabakalarının su buzu ya da kuru buz içerip içermediği tartışması NASA’nın JPL bilimcilerinin Pasadena’daki (Caltech) California Teknoloji Enstitüsünde Ocak 1979′da düzenlenen 2. Uluslararası Mars toplantısında güney kutbu değil ama “kuzey kutbu su buzu içermektedir” diye açıklama yapmalarıyla sonuca bağlandı.
Dünyamızdan 800 kat daha büyük olan Satürn’ün yüzeyine henüz nüfuz edilemedi. Pioneer 11 1979′da Satürn’ün halkalarının ve Aylarının büyük ölçüde olmasa bile, su buzundan ve hatta belki de sıvı sudan oluştuğunu ortaya çıkartmıştır.
voyagersaturn.jpg
Jüpiter, Pioneer 10 – Pioneer 11 ve Voyager tarafindan incelendi. Sonuçlar Satürndekilerden pek farklı değildir. Gaz devi gezegenin çok büyük miktarlarda radyasyon ve ısı yaydığı ve şiddetli fırtınalara tabi olan kalın bir atmosferle sarmalandığı bulundu. Ancak bu nüfuz edilemez örtünün, esasen hidrojen, helyum, metan, amonyak, su buharı ve muhtemelen su damlacıklarından oluştuğu bulundu, bilim adamları, bu kalın atmosferin daha da aşağılarında bir yerlerde sıvı suyun olduğu sonucuna vardılar. Jüpiterin aylarının da su buharı ve su damlacıkları ile kaplı olduğu sonucuna vardılar. Özellikle lo, Europa, Ganymede ve Callisto uydularıdır.
UFO NEDİR? UFO (Unidentifıed Flying Object – Tanımlanamayan Uçan Nesne) terimi ilk olarak ABD Hava Kuvvetleri’nde Yüzbaşı olan Edward James Ruppelt tarafindan kullanılmıştır. Yüzbaşı Ruppelt 1951 yılında bu fenomenlerle ilgili olarak Hava Kuvvetlerinde bir araştırma yürütmekteydi. Ruppelt’in araştırmasından önce UFO’lara (Flying Saucers – Uçan Çay Tabakları) adı veriliyordu. Çünkü birçok görgü tanığı bu nesneleri daire şeklinde tasvir ediyordu. Ancak “Uçan Çay Tabakları” terimi çok sayıda gazete ve dergi yazarının gösterdiği kuşkuculuk nedeniyle kısa sürede alay konusu oldu. Yüzbaşı Ruppelt ise sürdürdüğü araştırmaya saygınlık kazandırmak amacıyla “Tanımlanamayan Uçan Nesne” terimini kullandı. UFO terimi, daha belirgin bir niteliğe sahipti. Çünkü tanımlanamayan uçan nesnelerin hepsi tabak şeklinde değildi.
ufo_.jpg
Her yıl polise, basın organlarına veya UFO araştırma gruplarına binlerce UFO olayı aktarılır. Bu raporlar UFO’ların gerçekte küçük bir azınlığını oluşturmaktadır. Çünkü UFO tanıklarının çoğu bu karşılaşmaları kamuoyuna açıklamaz.
Rapor edilen UFO’ların kabaca % 90 – 95′inin insan yapımı uçak veya bilinmeyen doğa olayları olduğu kanıtlanmıştır. Yaklaşık % 1,5 – 2′si ise, genellikle fotomontaj fotoğraflardan üretilmiş hilelerden oluşmaktadır. Bu hileler çok küçük miktarı oluşturmasına rağmen aşırı miktarda sorun yaratmaktadır. UFO gözlemlerinin geri kalan % 3 – 8,5′i ise, insan ürünü olmayan bir kaynağa sahip hava taşıtı gibi görünmektedir. Araştırmacıların çoğu da bu son gruba girenlerle ilgilenmektedir.
 

MURATS44

Özel Üye
Evrende Yaşam

carbon.jpg
Yaşam nedir? Neden varlıkları canlı ve cansız diye ikiye ayırıyoruz? Yanıtın bir bölümü canlı varlıkların kendi kendilerini yenileyebilme özelliğine sahip olmasıdır. Bu özellik canlılık için gerekli fakat yeterli değildir. Çünkü kristaller de uygun eriyiklerde ve uygun sıcaklıklarda kendi kendilerini üretebilirler, yenilenebilirler. Bizim canlı dediğimiz varlıklar-memeliler, balıklar, böcekler, sürüngenler, bitkiler, mikroorganizmalar-doğarlar, çevreyle etkileşirler, büyürler, çoğalırlar ve ölürler. Yer yüzünde çok farklı canlı türleri vardır. Örneğin balinalar 30 m boya, 130 ton ağırlığa ulaşırken, virüsler milimetrenin iki binde biri boyutundadır. Bitkiler de milimetrenin üç binde biri olan alglerden, boyları 100 m yi aşan dev ağaçlara kadar çok geniş bir boyut aralığına dağılmışlardır. Tüm bu canlılar Dünya üzerinde -70 °C deki donmuş bölgelerden +70 °C deki sıcak su kaynaklarına kadar çok farklı fiziksel koşullar altında yaşarlar. Yine de bu fiziksel koşullar astronomik açıdan ender bulunan sınırlı ve dar koşullardır.

Bu kadar çok sayıda canlı türü nasıl ortaya çıkmıştır? Yer yüzünde canlı türlerinin gelişim tarihi, bilim adamlarını uzun süre uğraştırmıştır. Bu uğraşlar, tüm canlı türlerinin daha basit türlerden geliştiğini ortaya koyan bir evrim işleminin varlığını ortaya koymuştur. Kuşkusuz evrimin uzun zaman ölçeğinde hâlâ bilinmeyen noktaları çoktur, ancak evrimin varlığı ve hâlâ sürmekte olduğu konusunda kuşku yoktur. Yer yüzü üzerinde jeolojik olarak geniş bir zamana ve alana yayılmış olan canlı türleri üzerine yapılmış olan çalışmalar, evrimin varlığını açıkça göstermektedir. Yer yüzü dışında başka bir yerde yaşam belirtisine henüz rastlanmadığı için, bu bölümde sadece yer yüzünde bildiğimiz yaşamın özellikleri üzerinde duracağız.
Yaşamın Genel Özellikleri
Yaşamın yer yüzündeki uzun tarihi, değişik çağlara ilişkin kayaların içinde bulunan fosillerle incelenir. Fosiller çok eski canlı türlerinden bir kısmının taş hâline gelmiş kalıntılarıdır. İçinde en eski fosilleri taşıyan kayalara, kambriyen adı verilmiştir. Kambriyen fosil kayıtlarında hiçbir kara yaşamının izine rastlanmaz. En eski kambriyen kayalarının yaşı 600 milyon yıl bulunmuştur. Bu sayı çok uzun bir dönemi ifade ediyor olsa da Dünya’nın yaşıyla kıyaslandığında, en eski fosillerin bile göreceli olarak son zamanlarda oluştuğu anlamına gelir. Diş, kemik, kabuk gibi sert kısımları olmayan canlıların fosil oluşturmayacağı anlaşıldıktan sonra Dünya’nın daha uzak geçmişinde de canlıların yaşamış olabileceği düşünüldü ve 1950′li yıllarda Süperior gölü yakınlarında koloniler hâlinde deniz yosunlarının izleri bulundu. 2 milyar yaşındaki bu deniz yosunları hücresel yaşamın en basit şekilleriydi. Bunlar bakterilere çok benzese de aradaki fark deniz yosunlarının klorofil içerirken, bakterilerin klorofil içermemesidir. 1977 yılında en yaşlı mikrofosiller Güney Afrika’da bulunmuştur. Burada ilginç olan, bulunan fosiller ne kadar uzak geçmişe ait ise o kadar basit yapıya sahip olmasıdır. Örneğin en yaşlı mikrofosillerde hücre çekirdeği bile belirgin değildir. Zaman geçtikçe canlı türleri daha karmaşık organizmalar içermektedir. Yani yaşam tek hücreli basit canlılardan çok hücreli karmaşık organizmalara evrimleşmiştir. Yaşamın ilk kez nasıl oluştuğunu kesin bilmiyoruz. Dünya’nın atmosferi ve/veya okyanusları içinde bulunan rast gele basit moleküller o zamanki uygun koşullarda birleşerek daha karmaşık molekülleri oluşturmuş olmalı. İlk zamanlar yerin atmosferinde çok az serbest oksijen olduğu sanılmaktadır. Bu olumlu bir şeydi, çünkü, canlıların yapısında bulunan molekülleri oluşturan elementler, oksijenin serbest olması durumunda, onunla birleşebileceği için karmaşık moleküller oluşmayabilirdi. Ayrıca, serbest oksijen olmaksızın, Yer atmosferi Güneş’ten gelen morötesi ışınımın hemen hemen tümünü geçirecek ve bu ışınımın enerjisi, daha karmaşık moleküllerin oluşmasına yardımcı olacaktır. İlk zamanlarda yer yüzünde cansız maddeden tek hücreli canlıların oluşması için dört koşul gerekliydi:
1) Aminoasitler ve şekerler gibi organik moleküllerin oluşması.
2) Bu moleküllerin protein ve nükleik asitlere dönüşmesi.
3) Protein ve nükleik asit moleküllerinin o zamanın ılık okyanuslarında hücreye benzer damlacıklar oluşturması.
4) Bu damlacıkların içlerinde onların kendi kendilerini yenilemelerini sağlayacak olan DNA (deoksiribonükleik asit) ve RNA (ribonükleik asit) moleküllerinin varlığıyla basit canlı hücreleri oluşturmaları.
Canlı hücreler bir kez oluşup ortaya çıktıktan sonra su molekülünü parçalamak için güneş enerjisi kullanabilir ve glikoz yapmak için atmosferde bulunan karbondioksit molekülünü yakalayabilirlerdi. Açığa çıkan oksijeni atmosfere vererek yerin atmosferini şimdi olduğu gibi serbest oksijen içerir duruma getirebilirlerdi. 1950′li yılların ortalarında Şikago Üniversitesi’nden Stanley Miller ve Harold Urey elektrik girişi olan kapalı bir deney aygıtına; hidrojen (H[SUB]2[/SUB]), metan (CH[SUB]4[/SUB]), amonyak (NH[SUB]3[/SUB]) ve su buharı (H[SUB]2[/SUB]O) gibi yerin ilk atmosfer koşullarında var olduğu sanılan gazlar koydular. Bu karışıma, elektrik akımıyla oluşturulan yapay yıldırımlar gönderdiler. Bir hafta süren deneyden sonra karışım suda ayrıştırıldığında, aminoasitlerin oluştuğu görüldü. Diğer bilim adamları deneyi, enerji kaynağı olarak morötesi ışınları kullanarak ve karışımın oranlarını değiştirerek yenilediler ve sonuç olarak farklı oranlarda aminoasit oluşturdular. Benzer deneylerle; Cyril Ponnaperuma ve Walter Fox nükleik asitlerin yapı blokları olan nükleoitleri, bazı proteinleri ve bunların suda oluşturduğu hücreye benzer damlacıkları elde ettiler.
miller-urey.jpg

Miller-Urey deneyi Bu deneylerle ulaşılan sonuçlar, yaşam yönünde oldukça büyük ilerlemeler olduğu hâlde, en ilkel şekilde bile olsa, yaşam denilen olgudan henüz oldukça uzaktı. Karmaşık moleküllerin canlılık olgusunu nasıl kazandığı hâlâ bilinmemektedir. Ancak deneyler, lâboratuarda az miktarda karışımla kısa süre içinde yapılmaktadır. Oysa okyanuslar dolusu “ilkel çorba” nın milyonlarca yıl etkisi altında kaldığı koşullarla 3,5 milyar yıl önce ilkel hücrelerin oluştuğunu ve zamanla bu ilkel yapıların daha karmaşık organizmalara evrimleştiğini düşün-mek her hâlde güç olmayacaktır. Mikrofosil araştırmalarına göre yer yüzünde yaşamın ilk kez 3.5 milyar yıl önce tek hücreli canlılar olarak ılık okyanuslarda oluştuğu ve sonra yaklaşık 2.5 milyar yıl boyunca okyanuslarda evrimleşip geliştiği ve daha sonraki yaklaşık 500 milyon yıllık süreyi de karalarda geçirdiği anlaşılmaktadır. Çok uzun bir süre (225 milyon ile 65 milyon yıl önce) karalarda en çok rastlanan canlılar dinazor denen kabuklu ve boynuzlu sürüngenlerdi, 65 milyon yıl önce diğer birçok canlı türüyle birlikte kısa sürede ortadan silindiler. Bu canlıların kısa sürede yok olmasına neyin neden olduğu kesin olarak bilinmemektedir.
Dünya’daki tüm canlı türlerinin temel yapı taşı olan aminoasit ve nükleikasit moleküllerinin oluşturduğu zincirler, karbon atomunun sağladığı bağlarla mümkün olmaktadır. Karbon atomu evrende hidrojene göre çok az bulunmasına karşın, yine de ençok bulunan elementlerden biridir. Fazla kimyasal bağ oluşturabilen elementlerden biri de silikondur. Bu nedenle bazı bilim adamları evrenin bir yerlerinde silikon atomunu temel alan canlıların da var olabileceğini ileri sürmektedirler. Kimyasal olarak silikon atomlarını temel alan molekül zincirleri, karbonunkiler kadar uzun ve karmaşık değildir.
asteroid.jpg
65 milyon yıl önce bir asteroid Yer’e çarparak dinozorların toplu ölümüne neden olmuş olabilir. Bu durumu canlandıran temsili resim (New Solar System).
gizemliuzay_uzayli.jpg

Evrenin bir yerlerinde başka elementleri temel alan oldukça farklı yapıda canlılarda olabilir. Diğer taraftan büyük patlama olayını temel alan evren modellerine göre, büyük patlama olayıyla sadece ve sadece hidrojen ve helyum elementleri oluşmaktadır. Diğer elementler, ancak büyük kütleli yıldızların merkezlerinde nükleer reaksiyonlarla üretilip; yıldız rüzgârları, nova olayları ve daha çok süpernova patlamalarıyla çevreye yayılmaktadır. Dünyamızda ve Güneş sisteminin diğer üyelerinde, ağır elementler bol miktarda bulunduğuna göre Güneş ve Güneş sistemi büyük olasılıkla süpernova artıklarından oluşmuştur. Güneş bu nedenle en azından ikinci nesil bir yıldızdır. Bu bakımdan biz canlılar bir anlamda varlığımızı galaksinin uzak geçmişinde oluşan bir süpernova patlamasına borçluyuz. Sadece hidrojen ve helyumdan oluşan birinci nesil yıldızlardan Dünya benzeri gezegenlerin ve canlı varlıkların oluşamayacağı açıktır. Canlıların yapı taşı olan aminoasit ve nükleikasit gibi karmaşık moleküllerin hatta ilkel canlıların plâzma olmayan soğuk yıldızlararası bulutlarda oluşabileceği ve Dünya gibi uygun ortamlara yayılmış olabileceği de ileri sürülmektedir. Söz konusu karmaşık moleküllerin oluşumu zor olmadığına göre, yaşam gerçekten Dünya’nın dışında başka yerlerde de oluşmuş ve gelişmiş olabilir.
dna-and-rna.png

Dünyadaki canlıların temel yapı taşı, ikili sarmal oluşturan DNA ve RNA molekülleri. Başka Güneş Sistemleri
Evrende sayılamayacak kadar galaksi ve her galakside de sayılamayacak kadar gök cismi vardır. Galaksilerdeki belli başlı gök cisimleri yıldızlar ve gezegenlerdir. Aradaki fark: Gezegenlerin yıldızlara göre çok daha küçük, soğuk ve belirgin görsel ışınım yaymamış olmalarıdır. Güneş sisteminin en büyük kütleli gezegeni Jüpiter’in kütlesi, Güneş kütlesinin sadece binde biri kadardır. Dünya’nın kütlesi ise Jüpiter kütlesinin üç yüzde biridir. Evrende sayılamayacak kadar gök cismi olduğu hâlde Dünya’dan başka bir yerde yaşam belirtilerine henüz rastlanmamıştır. Bu bakımdan yaşam hakkındaki bilgilerimiz sadece Dünya’daki gözlemlerimize dayalıdır. Dünya’daki tüm canlı türlerinin yapı taşları kompleks moleküllerdir. Bu moleküller varlıklarını evrende ancak yıldızlardan uzak, soğuk bölgelerde koruyabilirler. Güneş sistemi içinde Dünya’dan başka ancak dev gezegenlerin atmosferleri içindeki belli bölgelerde koşulların yaşam için uygun olabileceği düşünülmektedir. Güneş sistemi dışında yaşam aranacaksa, önce Güneş benzeri yıldızların etrafındaki gezegenlerin saptanması gerekmektedir. İlginçtir ki birçok yıldızın etrafında gezegenin varlığından süphe edildiği hâlde henüz Güneş sistemi dışında hiçbir gezegenin varlığı gözlemsel olarak kesinlik kazanmamıştır. Bunun temel nedeni gözlemsel zorluktur. Daha önce, Güneş sisteminde dış gezegenlerin bile ne kadar zor saptandığını gördük. Bu zorluk iki temel nedenden kaynaklanmaktadır: Gezegenler görsel ışınım yaymayan karanlık cisimlerdir. Ancak merkezdeki yıldızdan aldıkları ışınımı yansıtırlar. Bu da dev gezegenler için bile merkezdeki yıldızın toplam ışınımının milyonda birini geçmez, yıldızlar çok uzaktadır. (En yakın yıldız bile Ay’a göre 100 milyon kat daha uzaktadır. Bu konuda ekteki çizelgeye bkz.) Başka yıldızların etrafında gezegen varlığı dolaylı yollardan saptanır. Bu tekniklerin hemen hepsi, var olması beklenen gezegenin merkez yıldıza uygulayacağı çekim kuvvetinin etkisinin bir şekilde gözlemsel olarak saptanmasına dayanır. Bu tekniklerin uygulanması sonucu birçok yıldızın etrafında gezegen varlığı iddia edilmiş fakat çoğu kanıtlanamamıştır. 1937 den başlayarak Van de Kamp, Gatewood ve Harrington’un uzun yıllar yürüttüğü gözlemler, Barnard yıldızı ve Epsilon Eridani yıldızı gibi bazı yakın yıldızların etrafında gezegenler olabileceğini gösterdi. Yakın geçmişte bize 85 ışık yılından daha yakın 123 Güneş benzeri yıldız tayfsal olarak incelendi. Sonuç olarak %57 sinin görünmeyen yıldız bileşeni olduğu, kalanın altıda (veya beşte) birinde gezegenlerin olabileceği anlaşıldı, fakat hiçbiri için kesin kanıt henüz bulunamadı. Bir başka çalışmada en iyi gözlemsel olanaklar kullanılarak 15′e yakın yıldızın yılda 6 kez dikine hızları ölçülmeye başlandı. Campbell ve grubunun 1981 den bu yana yürüttüğü bu duyarlı gözlemlerden Gamma Cephei yıldızının etrafında dolanan Jüpiter benzeri bir veya iki gezegen bulunabileceği saptandı. Benzer yolla Latham ve arkadaşları da HD114762 yıldızının etrafında büyük kütleli (10-20 Jüpiter kütlesine eşdeğer) bir gezegen olabileceğini gösterdiler. Bu bulgu, Cochran ve arkadaşları tarafından da kanıtlandı. Yakın yıldızlarda gezegen arama çalışmaları büyük teleskoplarla, özellikle elektromonyetik ışınımın kırmızıöte bölgesinde yoğun bir şekilde yürütülmektedir. Kırmızıöte Astronomi Uydusu (IRAS)’nun atmosfer dışı gözlemleriyle; HL Tau, R Mon, Beta Pic gibi pek çok genç yıldızın etrafında gaz-toz diskleri olduğu saptanmıştır. Bu disklerde, zamanla gezegen sistemleri oluşacağı sanılmaktadır.

biocentric.jpg

Aslında diğer yıldızların etrafında gezegen olmaması için hiçbir geçerli neden bulunmamaktadır. Galaksimizde yüz milyar kadar yıldız varken, Güneş, ayrıcalıklı çok özel bir yıldız olamaz. Galaksimizde Güneş benzeri çok sıcak ve çok soğuk olmayan yıldızların sayısı üç milyar kadardır. Bunlardan iki milyarında gezegen sistemleri olduğunu ve onda birinde yaşama uygun gezegenler bulunduğunu var saysak bile yine de yaşama elverişli gezegenleri olabilecek 200 milyon kadar yıldız bulunması gerekir. Bu sayı bile galaksimizde yalnız olmadığımız konusunda bir fikir verebilir. Bu sayı tahmin edilebilecek minimum sayıdır. Çift ve çoklu yıldız sistemlerinin etrafında da uygun yörüngelerde yaşam için elverişli gezegenlerin bulunmaması için hiçbir neden yoktur. Bu basit istatistiğe göre bulunduğumuz yerden 20 ışık yılı uzaklık içinde yaşam barındıran bir iki gezegenin bulunması gerekir. Yıldızlar arası uzaklıklar o kadar fazladır ki bırakın o canlılarla iletişim kurmayı, gezegenlerin varlığı bile bugüne kadar gözlemsel olarak saptanamamıştır. Aslında iletişim kurabilmek için oralarda canlı bulunması yetmez. Bizim gibi zeki canlıların bulunması gerekir. Çünkü insanoğlu henüz deniz yosunları, bitkiler, böcekler gibi canlılarla iletişim kuramıyor. İlletişim kurmak istediğimiz dünya dışı zeki canlıların da yıldızlar arası iletişimde bulunabilecek teknolojiyi kurmuş olmaları gerekir. İyimser tahminlere göre Güneş’ten birkaç yüz ışık yılı uzaklık içinde teknolojik olarak çok ilerlemiş uygarlıkların var olması gerekmektedir.
pionner.jpg

Farklı yönlerde Güneş sistemini terkeden Pioneer 10, 11 ve Voyager 1, 2 uzay araçları (New Solar System). Belki bu uygarlıklardan birinin eline geçer ümidiyle 1973 ve1974 yıllarında fırlatılan Pioneer 10 ve 11 uzay araçlarına, Dünya’yı tanıtan metal plâketler yerleştirildi. 1977 yılında fırlatılan Voyager 1 ve 2 uzay araçlarına ise aynı ümitle iki saat süren ses kayıtları, kodlanmış fotograflar ve 116 ilginç slâyt yerleştirildi. Bu uzay araçları şimdi, Güneş sisteminin dışında sonsuz boşlukta büyük bir hızla yol almaktadır.
arecibo.jpg

Dünyanın en büyük sabit radyo teleskopu: Arecibo. Puerto Rico’da dağlar arasında kurulmuştur. İnsanlığın kurduğu teknoloji henüz yıldızlara gidebilecek düzeyde değildir. Bugünkü teknoloji ile yakın yıldızlara yolculuk nesiller boyu zaman alır. Bu bakımdan ancak iyi plânlanmış uzay gemileriyle aileler, bu tür yolculukları yeni nesillerle devam ettirebilir. Burada hatırlayalım ki Güneş’in ana kol yaşamı henüz yarısındadır ve Dünya’da bugünkü teknolojinin kurulduğu süre kayıtlı tarihe göre çok kısadır. Buna göre yıldızlararası yolculuğu gerçekleştirebilecek teknolojiyi geliştirmek için daha çok zamanımız var. Bu konuda şimdiden önemli düşünceler geliştirilmiştir. Aslında diğer dünyalara gitme çabası yerine önce iletişim kurma çabası gösterilmelidir. Elektromanyetik tayfın radyo bölgesi dünya dışı uygarlıklarla iletişim kurmak için en uygun bölgedir. Eğer dünya dışı zeki canlılar amaçlı olarak uzaya mesajler gönderiyorsa özel frekanslar seçmiş olmalılar. En dikkati çeken uygun frekans bölgesinin Hidrojen atomunun ve Hidroksil molekülünün mikrodalga salma çizgileri bölgesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu frekans bölgesi gürültüden uzak ve Dünya atmosferindeki su buharı soğurmasından en az etkilenen bölgedir.
vla.jpg

Radyo teleskop anten dizisi adı “çok büyük dizi” (Very Large Array, VLA). Astronomlar, radyo bölgede en çok 21 cm dalgaboyunda (1420 MHz frekansında) gözlem yapmaktadır. Nötr hidrojenin bu dalgaboyunda yaydığı ışınımla galaksideki hidrojen dağılımı incelenmektedir. Hidrojen evrende en bol olan element olduğuna göre, dünya dışı uygarlıklar iletişimde bu dalgaboyunu seçmiş olabilirler. Galaksimizde iletişim kurabilecek sadece birkaç uygarlık olsa bile bugün insanlık radyo bölgede gönderilecek sinyalleri yakalayabilecek düzeydedir. Bu yönde geliştirilen en ilginç proje “Cyclops” projesidir. Bu projeye göre her biri 100 m çapında düşünülen uygun şekilde dizilmiş 1000-2500 tane teleskop belli dalgaboylarında galaksiyi tarayacaktır. Böyle bir anten dizisi galaksinin her yerinden sinyal alabilecek güçtedir. Ancak parasal nedenle böyle bir projenin yakın gelecekte desteklenmesi mümkün değildir. Bugün NASA, çok daha küçük boyuttaki SETI projesini desteklemektedir. 1992 yılında uygulamaya sokulan bu projeyle Dünya’dan 25 parsek (82 ışık yılı) uzaklık içinde Güneş benzeri 800 yıldız, 1998 yılına kadar dönüşümlü olarak 1000-3000 MHz frekans aralığında izlenecek ayrıca biraz daha düşük duyarlıkla 1000-10000 MHz frekans aralığında tüm gök yüzü taranacaktır. Bu projede, hâli hazırda var olan büyük radyo teleskoplar (Çapları 45-300 m arasında olanlar.) kullanılmaktadır. Dünya dışı uygarlıklardan bir mesajin algılanması insanlık tarihinin en büyük olayı olacaktır.
İnsanoğlunun var olduğuna inandığı dünya dışı uygarlıklara ulaşma olasılığı hem bugün hem de gelecekte yıldızlararası uzaklıkların çok fazla olması nedeniyle oldukça zayıftır. Aynı nedenle dünya dışı uygarlıkların da gelip Dünya’yı ziyaret etme olasılığı oldukça zayıftır. Böyle bir ziyaretin olasılığı Dünya üzerinde kuzey kutbunda var sayılan bir incirçekirdeği üzerindeki özel bir bakterinin kalkıp güney kutbunda var sayılan başka bir incir çekirdeği üzerindeki başka özel bir bakteriyi ziyaret edebilmesi olasılığından daha fazla değildir.
Tanımlanamayan Uçan Cisimler (UFO’lar)
Birçok kimsenin başka dünyalardan geldiğine inandığı, belirlenemeyen uçan cisimlerin varlığı, dünyanın değişik yerlerinde sık sık rapor edilmektedir. Bilir kişilerin incelemesinden sonra rapor edilen uçan dairelerden çoğunun; aslında uçak, parlak yıldız veya gezegen (genelikle Venüs gezegeni), meteor, yapay uydu, araştırma balonu, büyük kuş veya kuş sürüsü ve atmosferik olaylar oldukları.görülmektedir. Raporlara göre uçan dairelerin tabak şeklinde veya uzunca bir yapıda oldukları söylenmektedir. Bazılarının geceleri çok parlak oldukları, hızlı hareket ettikleri ifade edilmektedir. Bunlardan bir kısmı aynalardan yansımayla kasıtlı olarak yaratılan görüntülerdir. Gürüntülerin zig zag çizen hızlı hareketi, aynanın hareketiyle kolayca sağlanmaktadır. Bazı uçan dairelerin inişleri, içlerinden garip yaratıkların çıktığı, hatta rapor edenleri alıp bir süre tutsak ettikleri, yer yüzüne inen uçan dairelerin çevrede güçlü elektrik ve manyetik alan oluşturdukları ve her türlü âletin çalışmasını durdurdukları ifade edilmektedir. İncelenen bu durumlardan çoğunun, rapor edenlerin hayal ürünü olduğu anlaşılmıştır. Diğer bir kısmının da fiziksel olarak açıklanabilen normal cisim veya olaylar olduğu görülmüştür. Şimdilik bilinenlerle açıklanamayan uçan daire raporları sınıflanıp kaydedilmektedir. Bir çok bilim adamına göre başka dünyalardan gelen uçan daire yoktur ve tüm uçan daire raporlarının doğal açıklamaları vardır. 1949-1969 arasında ortaya çıkan uçan daire raporlarını inceleyen meşhur fizikçi Edward Condon’a göre durum böyledir. Her şeye karşın bugün de bazı bilim adamları açıklanamayan uçan daire raporlarına dayanarak, bunlardan en azından bazılarının üstün medeniyete sahip başka dünyalardan gelebileceklerine inanmaktadır.
ufo.jpg

Bir UFO fotoğrafı. UFO’lar eğik tutulan iki müzik plâğının orta deliklerini görüntüsü olarak elde edilmiş, arka fon sonradan eklenmiştir. Bugün bilinenlerle açıklanamayan uçan daireler için en tutarlı görüşler: ender oluşan atmosfer olayları veya yapay uydu parçaları, bazı insanlarda hayalle karışık algılama bozuklukları şeklinde yorumlanmaktadır. Özellikle şiddetli fırtınalardan sonra ilginç top gibi parlak bulutların oluştuğu bilinmektedir. Diğer taraftan Orta Çağlarda, eğitilmiş birçok kişinin bile gök yüzünde kanlı kılıçlar, altın haçlar, ejderhalar gördüğü kaydedilmektedir. Bugün bu tür şeyler görünmemekte, fakat hareketli disk biçimli cisimler görünmektedir. Bu görüşlere karşın en azından bazı uçan dairelerin iz bıraktıkları, alan etkileri oluşturdukları ve buna göre hayal değil, fakat fiziksel cisimler olmaları gerektiği bilinmektedir. Uçan dairelerin diğer dünyalardan gelen ziyaretciler olabileceğini gösteren hiçbir inandırıcı tutarlı kanıt bulunmamaktadır.
 

MURATS44

Özel Üye
Evrende Yalnızmıyız?

Uçan daireler yani ‘tanımlanamayan uçan nesne’ UFO, bazılarına göre deli saçması bazılarına göreyse tamamen gerçek. Peki gökyüzünde beliren bu açıklanamayan cisimleri bilim dünyası nasıl yorumluyor? Uzayda hayat var mı? Yoksa yalnız mıyız?..
Buyrun İzleyelim:

 

MURATS44

Özel Üye
Evrende Sonsuzluk Kavramı

universe.jpg

Güneş Sistemi’nin yapısı, her türlü ayrıntısıyla birlikte canlılar için özel bir tasarıma sahiptir. Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Dünya’nın uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren kanıtlar içermektedir. Yapılan tüm araştırmalar bu kusursuz düzenin ve tasarımı sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah’ın yarattığını tasdik etmektedir.
Kâinatta kusursuz bir düzen bulunmaktadır. Bu kusursuz düzen içinde Güneş Sistemi çok küçük bir yer tutmaktadır. Ancak kâinata göre bir nokta tanesi kadar küçük olan bu sistem, bize göre çok büyüktür. Güneş Sistemi’nin büyüklüğünü biraz daha detaylı düşünelim.

Uçsuz Bucaksız Evren
Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş’in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş’e en yakın üçüncü gezegendir. Güneş’in çapı, Dünya’nın çapının 103 katı kadardır. Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi’ne oranla oldukça mütevazidir. Çünkü Samanyolu Galaksisi’nin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu Galaksisi’nin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok “küçük” bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!… George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:
“Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süre giden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan “ben” olmazdım… Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.” (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21)
galaksi.jpg

Üstteki resimde değişik galaksilerin büyüklüklerini kıyaslayabilirsiniz. Solda en büyük olan M87 Vigo Galaksisi yer alıyor. Bizim galaksimiz Samanyolu se ise üstten ikinci sırada.
Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya’nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.
Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, kusursuz düzen ve denge insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.
Güneş Sistemi
Evrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi’dir. Güneş Sistemi’nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş’e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Plüton’dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya’dır.
gunes_sistemi.jpg

Güneş Sistemi’nin yapısını incelediğimizde, yine büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş’in “çekim gücü” ile gezegenin “merkez-kaç kuvveti” arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş’e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.

gunes_sistemi_2.jpg

Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş’in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş’e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş’e yapışmaktan ya da Güneş’ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.
Materyalist astronomi anlayışı, Güneş Sistemi’nin kökeninin doğal fiziksel süreçlerle açıklanabileceğini, yani bu sistemin kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini öne sürer. Ancak son 300 yıldır bu konuda ortaya atılan tüm farklı teoriler birer spekülasyondan ileri gidememiştir. Güneş Sistemi’nin kökeni, materyalist bir bakış açısıyla, açıklanamayan bir sır konumundadır.
Güneş Sistemi’ndeki olağanüstü hassas dengeyi keşfeden Kepler, Galilei gibi astronomlar ise, bu sistemin çok açık bir tasarımı gösterdiğini ve Allah’ın evrene olan hâkimiyetinin ispatı olduğunu belirtmişlerdir. Güneş Sistemi’nin yapısı hakkında önemli keşiflerde bulunan -ve “yaşamış en büyük bilim adamı” sayılan- Isaac Newton ise şöyle yazmıştır:
Güneş’ten, gezegenlerden ve kuyruklu yıldızlardan oluşan bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir Varlık’ın amacından ve hakimiyetinden kaynaklanabilir… O, bunların hepsini yönetmektedir ve bu egemenliği dolayısıyladır ki O’na, “Üstün Kuvvet Sahibi Rab” denir.(Michael A. Corey, God and the New Cosmology: The Anthropic Design Argument, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, Inc., 1993, s. 259)
solar-system-earth-3d-screensaver-800-2.jpg

Dünya’nın Yeri
Güneş Sistemi’ndeki bu muhteşem dengenin yanısıra, üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin bu sistem ve genel olarak uzay içindeki yeri de, yine kusursuz bir yaratılışın varlığını göstermektedir.
Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya’nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter’in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya’nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter’in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır. Jüpiter’in Dünya’yı koruyucu ikinci bir işlevini ise, gezegen bilimci George Wetherill “Jüpiter Ne Kadar Özel” adlı bir makalede şöyle açıklar:
Jüpiter’in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu… Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi’nin kökenini araştırmak için var olamazdık. (G. W. Wetherill, “How Special is Jupiter?”, Nature, cilt. 373, 1995, s.470)
exp-jupiter-gif.jpg

Kısacası Güneş Sistemi’nin yapısı, her türlü ayrıntısıyla birlikte canlılar için özel bir tasarıma sahiptir. Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Dünya’nın uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren kanıtlar içermektedir. Yapılan tüm araştırmalar bu kusursuz düzenin ve tasarımı sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah’ın yarattığını tasdik etmektedir.

Evrendeki Düzenin Amacı

Kimi insanların bunu kavrayamamalarının nedeni ise samimi ve ön yargısız bir biçimde düşünememeleridir. Oysa samimi olarak düşünen her insan, evrende hiçbir şeyin amaçsız ve başıboş olmadığını, Allah’ın evreni canlılar için yaratmış ve düzenlemiş olduğunu anlar.
 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
Evrenin Doğuşu, Yaşı ve Geleceği

space_universe_nebula_stars-1920x1080.jpg
İsviçre – Basel Astronomi Başkanı, Prof. Dr. G. A. Tammann’a göre, “bilimsel araştırma, yaşamımızı ve içinde yaşadığımız evrenin tasvirini değiştirmiş ve ortaya çıkan bu tasvir de düşüncemize kuvvetli bir etki yapmıştır. İşte, bilim bu yolda kültürümüzün çok önemli bir parçasını oluşturmaktadır”.
Bilimler, bu yüzyıl süresince, Dünya’ya bakışımızı temelde değiştirmişlerdir. Teknolojiyi, tıbbı, uygarlığı ve belkide en önemlisi insanın düşünmesini etkileyerek kültürel bir devrim yaratmışlardır.
1930′lu yıllara kadar bir sır olarak kalmış olan yaşamın kökenini oluşturan Güneş’in enerji kaynağını ortaya çıkarmayı başaran insanoğlu, Dünya üzerinde etkinliklere ve olaylara çabucak katılabilecek şekilde bir haberleşme ve ulaşım ağını oluşturabildi. Dünya’nın çekim ivmesinden kurtulmayı başararak, Dünya’nın yuvarlak olduğunu anladı. Ay’a adım attı ve gezegenlere uzay araçları gönderdi. Bu şekilde gelişen akılcı düşünme utkusu, batı Avrupa’ya eşi görülmemiş 50 yıllık bir barış getirdi.

Binlerce yıldır, insan yaşamı 40 yıllık aralıklar ile açlık ve donma tehlikesi geçirmiştir. Bilim bu süreyi iki katına çıkartabilmiş ve bugün Bilim, insanoğlu için ağrısız, rahat ve keyif verici bir yaşam sunma çabasındadır. Yüzyılın başında, Bilim Dünya’yı değiştirmiş, yüzyılın sonunda da insanoğlu, kendisini bilimler ile değişen bir Dünya’da bulmuştur. Sadece Dünya değişmedi aynı zamanda insanoğlunun kendisi de değişti ve Dünya sadece fiziksel bir boyutta kaldı.
Bu köklü değişime, matematiksel bir mantık ve sade bir hayal gücünün baskın olduğu zahmetli bir yöntem ile adım adım geliştiğine inanılan bilimler sayesinde ulaşılması şaşırtıcı görülebilir.
Tüm bilimler çok ufak adımlar içerisinde ilerlerken, bu alanda ara sıra birdenbire anlamlı sıçramalar olmaktadır. Sonuçta, daha geniş bir bakış açısı elde ediliyor ve yeni bir paradigma doğuyor. Bunlar da anlayışımızı, düşüncemizi ve kültürümüzü etkileyen büyük keşifler oluyorlar. Buna birkaç örnek, Astronomi alanında aşağıda verilecektir. Verilecek bu örneklerin hepsi de, bilimadamının bu dev mozaiğin (evrenin) görünüşünü ve hatlarını birdenbire nasıl açığa vurduğunu göstermektedir.
GENİŞLEYEN EVREN
1912 yılında, Vesto. M. Slipher, sarmal bir bulutsu (şimdi gökada olarak adlandırılmaktadır) olarak adlandırılan gökcisimlerinin ilk tayflarını elde etti. Bu iş, o zamanlar küçük teleskoplar ve iyi olmayan emülsiyonlar ile yapıldığından, yorucu bir işlevdi. Slipher spektrel çizgilerin kırmızıya doğru kaydığını (Şekil 1) ve cisimlerin bizden uzaklaştığını gözleyerek, bu uzaklaşmanın Gökadamızda bilinen herhangi bir yıldızdan çok daha hızlı bir şekilde olduğu sonucunu çıkardı.
sekil01.jpg
Şekil 1. Resimde 16 gökadaya ait tayflar görülüyor. Bunlar, mükemmel bir şekilde dizilmişler ve Dünya’nın atmosferinin neden olduğu çizgilerden ayırt edilebilmektedirler. Farklı kimyasal elementlerden kaynaklanan gökada çizgileri, tedrici bir şekilde kırmızıya kayıyor. Bu kırmızıya kayma, ışığın dalgaboyunu daha uzun dalgaboylarına doğru uzatır ve uzayın genişlemesine neden olur. Buradaki farklı kırmızıya kaymalar, 3,000 – 16,000 km/sn lik uzaklaşma hızlarına karşılık gelir. Büyük uzaklaşma hızları, pek çok Astronomun çözmeye çalıştığı bir bulmaca haline gelmiştir. Sonunda Edwin Hubble, 1925 yılında, “Nebulaların (bulutsuların)” yüzmilyonlarca yıldız içeren gökadalar olduğunu anladıktan sonra, 1929 yılında tüm gökadaların bizden uzaklaşmadığını, aynı zamanda bu uzaklaşma hızlarının uzaklıkları ile de orantılı olduğunun farkına vardı (Şekil2).
sekil02.jpg
Şekil 2. Evrenin doğrusal (lineer) olarak genişlediğinin bir gösterimi. Sol taraftaki şekilde, 60 watt lık bir ampulün uzaklık arttıkça sönükleştiği görülmektedir. Sağ taraftaki şekilde ise, gökadaların sönükleştikçe uzaklaşma hızlarının arttığı görülmektedir. Gökada kümelerindeki parlak galaksilere iyi birer standart mum gözü ile bakılırsa, mumu uzağa götürdüğümüzde sönükleşmesi gibi, gökadalar da sönükleştikçe, daha uzakta olmalıdır. Şekil 3 teki, üzümlü bir kek örneğinde görüldüğü gibi, kek içerisindeki tüm üzümler ilk konumda olduklarından hızlı bir şekilde birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Hubble, tüm evrenin üzümlü kek örneğinde olduğu gibi, genişlediği ve evrenin başlangıçta çok ufak olması gerektiği sonucuna vardı. Evrenin bir başlangıcı vardı. Bu başlangıç bugün Büyük Patlama olarak biliniyor.
sekil03.jpg
Şekil 3. Evrenin genişlemesi için bir üzümlü kek modeli. Kekin boyutu arttıkça, üzümler arasındaki mesafeler daha da büyümeye başlar. Birbirlerine yakın üzümler küçük miktarlar kadar uzaklaşırlar, uzak üzümler büyük miktarlar kadar birbirlerinde ayrılırlar. Görünüş, tüm üzümler için aynıdır. Son 70 yıl içerisinde, büyük patlama fiziksel bir gerçek olmaya başladı. En uzak gökadalar hemen hemen ışığın hızına yakın kırmızıya kaymalara sahiptirler. Birbirlerinden bağımsız olarak yapılan gözlemler, şüphenin ötesine giderek genç evrenin küçük, son derece yoğun ve çok sıcak olduğunu kanıtlamaktadır.
Evrenin genişlemesi, onun yaşını belirleme konusunda bize basit bir araç sağlamaktadır. Çok erken zamanlarda, tüm gökadalar (veya oluştukları madde ve enerji) tek bir yerde sıkışmıştı. Genişleme başladığı zaman bazı bölgeler yavaş bir şekilde uzağa taşındılar ve bugünkü komşularımızı oluşturdular. Diğer bölgeler, yüksek hızlar ile taşınarak, ufuk sınırlarımız içerisinde yer aldılar. Bu yapıların hepsi de, aynı seyahat zamanına bir başka ifade ile evrenin yaşına sahip oldular. Bu durumda, teknik olarak pek te kolay olmayan yöntemlerle bir gökadaya veya pek çok gökadaya olan uzaklık belirlenebilir. Belirlenen bu uzaklık, uzaklaşma hızına bölünürse, elde edilen sonuç evrenin genişleme yaşını verir.
Ölçülen kırmızıya kaymalar, uzaklaşma hızları ve en iyi uzaklık tespitleri, bize 14 (± 2) Gigayıl (1 Gigayıl = 1 milyar yıl) bir genişleme yaşı veriyor. Bu zamanın uzun olduğu görülebilir. Yaşamın 3 Gigayıl önce başladığı Dünya üzerindeki en yaşlı kayaların hemen hemen 4 Gigayıl bir yaşa sahip olduğu ve Gökadamızdaki en yaşlı yıldızların 12 Gigayıl önce oluştuğu gözönüne alındığında, evrenin genç olduğu anlaşılır.
hubble-space-telescope.jpg
Şekil 4. Hubble Uzay Teleskobu, 2.5 m çapında bir aynaya sahiptir. Dünya etrafında bir yörüngede dolandığından, Astronomlara mükemmel görüntüler sağlar. Gökadaların uzaklıklarını ve böylelikle evrenin genişleme yaşını belirleme konusunda Astronomlara bilgi sağlamaktadır. Teleskop, NASA ve ESA tarafından yapılmış ve halen işletilmektedir. Genişleyen evren fikri, düşüncemizi bazı bakımlardan gözden geçirme imkanı vermektedir. Örneğin tüm gökadaların bizden uzaklaşması gerçeği, büyük patlamanın bulunduğumuz yerde meydana geldiği konusunda yanılmamıza neden olur. Gerçekte, herhangi bir gökada, veya üzümlü kek örneğindeki herhangi bir üzüm, tüm diğer gökadaları (üzümleri), kendisinden uzaklaşmakta olduğunu görürür. Evrende tercih edilen mutlak bir nokta yoktur. Düşüncemiz yersiz bir şekilde ben merkezlidir. Evrenin sınırı konusunda biraz düşünürsek uzayda gökadaların seyahat etmediğinin farkına varabiliriz. Gerçekte uzay genişlemekte ve gökadaları yolu boyunca taşımaktadır. Bu, Einstein’e göre de en mantıklı bir açıklamadır. Üzümlü kek örneğinde olduğu gibi, üzümler birbirlerine göre hareket etmiyorlar, hamur genişliyor ve sonuçta üzümler arasındaki mesafeler artıyor.
EVRENİN EVRİMİ
Yüzyıl önce, yaratılışçılar ile Evrimciler arasında acı sonuçlar veren bir tartışma vardı. Tanrı mı bugün gördüğümüz Dünya’yı yarattı? Çok büyük düzensiz yapılar yeşil çayırların ortasına Tanrı tarafından mı yerleştirildi ? Yoksa oralara buz ile mi taşındılar. Fosiller yaşamın evrimine ipuçları verebilirler mi? ya da Tanrı fosilleri içeren kayaları mı yarattı? Bu sorulara evrimciler doğru yanıtlar verebildikleri halde, yaratılışçılar evrimin nerede başladığı sorusunu bir türlü yanıtlayamadılar.
Evrenin başlangıç noktası, büyük patlamanın keşfi ile açıklık kazanmaya başladı. Başlangıçta, büyük patlamadan bir saniye sonra, düşünülemeyecek kadar küçük kesirde, evren ölçülemeyecek kadar sıcaktı ve hiç bir şey içermiyordu. Bununla birlikte, enerji çok miktarda yoğunlaşmıştı. Evren genişledikçe ve soğudukça, enerji maddeye dönüştü. Evren 1/10,000 saniye bir yaş değerinde olduğu zaman, eksotik ve kısa ömürlü partiküller, protonlara ve nötronlara, yani bugün bildiğimiz maddeye dönüştü. Bu zaman ölçeğinde, sıcaklık 1012 oC mertebelerine düştü. Yoğunluk ise, dikiş yüksüğü başına 1,000 milyon ton değerine azalmıştı.
Böyle bir süreçte maddenin yaratılışı pek te önemli bir şey olarak görünmeyebilir. Madde, enerjiden itibaren CERN’deki gibi büyük parçacık hızlandırıcılarında üretililirse, eşit miktarda madde ve antimadde üretilir. Ne var ki, bu iki nicelik tekrar enerji oluşturmadan birbirlerini yok ederler. Bu yüzden, evren bugüne kadar süre gelen maddeyi yaratmış olamaz. Maddenin antimadde üzerinde çok küçük dengesizce bir tercihi vardır. Maddenin büyük bir çoğunluğu yok olmuştur. Sadece, çok küçük miktarda madde ayakta kalmış olup, bugün gözlediğimiz olan da bu kalan maddedir. Madde ve antimadde arasındaki dengesizlik, simetri kırılması olarak adlandırılır. Simetri kırılması tam olarak anlaşılmamakla beraber, varlığımız için önemli bir olgudur.
Büyük Patlamadan yüz saniye sonra, sıcaklık 100 milyon dereceye düştüğünde, ilk kez protonlar ve nötronlar en basit elementler olan döteryumun, helyumun ve lityumun izlerini (izotoplarını) oluşturmak için bir araya gelebildiler. Teori, tüm maddenin % 24 ünün helyum içerisine dönüştüğünü öngörmektedir ve bu, büyük patlama teorisi için bir zaferdir. Çünkü bu miktarda helyumdan daha az bir miktar, Gökadamız veya diğer gökadalardaki bir gaz bulutunda bulunamamıştır. Ayrıca döteryum ve lityumun gözlenen bollukları, teori ile çok iyi bir şekilde uyuşmaktadır. Bu gaz bulutlarının kimyasal bileşimi, bunların az da olsa kimyasal bir karışıma uğramadıklarını, bugün bile başlangıçtaki (ilkel) bileşimi yansıttıklarını bize söylemektedir. Kozmolojide hafif elementlerin bollukları, ilk kez Bern üniversitesinde ortaya çıkarılmış olup, bugün halen Bern’deki ISSI’de (Uluslararası Uzay Bilim Enstitüsü) önemli bir araştırma konusu oluşturmaktadır.
Hafif elementlerin “ilkel çekirdek sentezi”, bir soruyu ortaya çıkarıyor. Neden tüm madde helyum içerisine dönüşmedi? Eğer tüm madde helyuma dönüşse idi, daha sonra oluşan yıldızlar (içerisinde hidrojeni helyuma dönüştürdüklerinden dolayı parıldarlar) daki tüm yakıt, başlangıçta biteceğinden, gökyüzü karanlık kalır ve yaşam olanaksız hale gelirdi. Hidrojenin çoğunun ayakta kalmasının nedeni, nötronun protondan % 14 kadar daha kütleli olmasıdır. Böylelikle, bir nötron yaratmak için daha çok enerji gerekir. Halbuki, çok az sayıda veya tükendiklerinden dolayı, helyum üretimi durmuştur. Yaşamın, bir kez daha ince bir tehdit üzerinde asılı kaldığını anlıyoruz. Bu tehdit, nötron ve proton arasındaki küçük kütle farkıdır.
İlk aşamalarında evrenin, çok basit ve termodinamik dengede olduğu söyleniyor. Bu şu anlama geliyor, evren her yerde aynı idi. Bugün genişleyen evrenin soğuduğunu ve seyreldiğini ifade ediyoruz. Bugüne kadar da bunun tersi olmadı.
lagoon.jpg
Şekil 5. Gökadamızdaki çok büyük Lagoon Bulutsusunun bir parçası. Sağ alt taraftaki parlak sıcak yıldız, farklı dalgaboylarında ışınımda bulunan sülfür, oksijen ve hidrojen atomlarını iyonlaştırır ve uyarır. Isıtılan gaz bir türbülans oluştururarak, moleküler gaz ve tozdan ibaret bulutta yıldız oluşumunu başlatır. Bu resimdeki bulutsu, yeni doğan yıldızların barındığı yerdir. Ters olan şey, evrenin yapıları oluşturmasıdır. Tesadüfen diğerlerinden çok daha fazla madde içeren bölgeler oluştu. Bu yoğun bölgelerde, çekim genişlemeyi bölgesel olarak yavaşlattı ve hatta genişlemeyi büzülmeye doğru yöneltti. Hidrojen ve helyumdan ibaret dev, büzülen bulutlar oluştu ve bunlar daha küçük büzülen bulutlar içerisine parçalandı. Bu parçalar daha sonraları bugün gördüğümüz gökadalara doğru evrimleştiler (Şekil 6). Gökadalar büzülmeleri süresince döndüler ve dönmeleri, bunları daha fazla miktarda çökmelerine engel oluşturdu.
galaxyngc1232.jpg
Şekil 6. Evrendeki yapı oluşumu, güzel görünümlü sarmal NGC 1232 gökadası gibi gökadaları oluşturmuştur. Bizim gökadamız Samanyolu, dışardan bakıldığında, NGC 1232 gökadasını andırmaktadır. Bununla beraber, binlerce güneş kütlelerine sahip tek tek bulut etkileşmeleri büzülmeye devam edebildi ve yıldızları oluşturabildi. Yıldızların oluşumu, gökadalarda devam etmekte olan bir süreçtir. Bu süreçte, gaz tamamen kullanılıncaya kadar yeni yıldızlar sürekli olarak doğmakta, yaşlanmakta ve ölmektedirler. Gökadaların bazıları gaz depolarını tamamen tükettiler. Bizim Gökadamızda ise, uzun zamandır yıldızlar oluşmakta ve bu süreç devam etmektedir.
Büzülen bir yıldızın içerisi, sıcaklık bir kaç milyon dereceye ulaştığında ısınır. Bu anda, bir hidrojen bombası ateşlenir ve hidrojen, helyuma dönüşür. Bu işlevin sonucunda, büyük miktarda bir enerji salıverilir. Bu enerji yıldızın daha fazla büzülmesini engeller ve yıldızın parlamasına olanak sağlar. Böyle bir durumda Güneş’teki bu enerji, tüm yaşamın temelini oluşturur.
Küçük kütleli yıldızlar, tüm hidrojenlerini helyuma dönüştürdüklerinde, “Beyaz Cüce”ler olarak ölürler (Şekil 7). Daha büyük kütleli yıldızlar, helyumu, karbon, oksijen ve demire doğru daha kompleks elementlere yakarlar. Daha ağır elementlerin üretimi ile enerji salıverilmez, daha ziyade enerji gerekir. Bu enerji, büyük kütleli yıldızlar dev bir süpernova patlaması ile öldükleri zaman ortaya çıkar (Şekil 8). Bir astronom, parmağımızdaki altının bir süpernova patlaması ile üretildiğini söylediğinde bu bize şaşırtıcı gelebilir.
lyra.jpg
Şekil 7. Lyra takım yıldızındaki Gezegenimsi bulutsu. Merkezdeki sönük yıldız, yıldızın yaşamı boyunca oluşan kimyasal elementler ile zenginleşmiş olan dış zarfını kaybetmiştir. Merkezdeki yıldız, 120,000 derece bir yüzey sıcaklığa sahip olup, arta kalan bir çekirdektir. Ve beyaz cüceye doğru evrimleşecektir.
opo9719b.jpg
Şekil 8. Büyük Macellan Bulutundaki 1987A süpernovanın bir kalıntısı. Patlamadan yedi yıl sonra Hubble Uzay Teleskobu ile alınmıştır. Oluşan ağır elementlerin büyük bir miktarı gökadamız Samanyoluna ait yıldızlararası gaz içerisine atılmıştır. Evet, evrendeki özelde Dünya üzerindeki tüm kimyasal elementler yıldızlarda üretilmiştir. Yıldızlar öldükleri zaman, kütlelerinin bir kısmını Gezegenimsi Nebula (bulutsu) olarak sakin bir şekilde veya bir süpernova olarak, patlamalı bir şekilde uzaya atarlar.
Böyle bir süreçte kimyasal olarak işlenmiş materyal, yıldızlararası ortama geri döner. Yeni oluşan yıldızlara bu şekilde, karbon, oksijen ve demir gibi elementler bulaşırlar. Güneş sistemimiz 4.6 Gigayıl önce oluştuğu zaman, 92 elementin hepsi zaten mevcut idi (Şekil 9). Başka bir ifade ile, büyük kütleli kimyasal olarak ürün veren yıldızlar kısa ömürlü oldukları için, elementlerin çoğunluğu, Güneş sisteminin kendisi yıldızlararası gazdan itibaren oluşmadan uzun süre önce orada bulunmakta idi. Dünya üzerindeki kimyasal değişkenliğin olmasının nedeni de, önceki yıldız nesillerinin ilkel hidrojen ve helyum dışında tüm elementleri oluşturmasından dolayıdır. Bu durumda şunu söyleyebiliriz: biz insanlar, yıldızlararası maddeden oluşmaktayız.
sekil09.jpg
Şekil 9. Gökadamız Samanyolunda, zamanın fonksiyonu olarak yıldız oluşum hızı. Yıldızların çoğunluğu Büyük Patlamadan 3 Gigayıl sonra oluştular. Dünyamızın da yer aldığı Güneş sistemimiz, yaklaşık 5.4 Gigayıl sonra oluştuğu zaman 92 elementin hepsi de yıldızların içerisinde üretilip, yıldızlararası ortama atıldılar. Bu, Dünya’nın işlenmiş materyal bakımından nispeten zengin olmasının nedenini açıklamaktadır. Bu öykünün en karışık tarafı, yapıların (gökadaların ve yıldızların) oluşumunun bu kadar hızlı sürmesidir. Gökadamızdaki en yaşlı yıldızlar 12 Gigayıl yaşındadır. Bir başka ifade ile, büyük patlamadan 2 Gigayıl sonra oluştular. Tüm maddenin yarısının protonlar ve nötronlar halinde olmayıp, “eksotik” halde oldukları kabul edilmedikçe, bilgisayar modelleri bu kadar kısa aralıklarda yapıları oluşturmakta başarısız kalır.
Karanlık madde olarak adlandırılan bu yapılar, bilinmeyen özelliklere sahip parçacıklardan ibarettir. Ne var ki, karanlık madde, yapı oluşumunu açıklamada kaçınılmaz olarak gereklidir. Bu anlaşılması zor madde biçimini tespit etmek için, bugünlerde büyük çabalar harcanmaktadır. Bununla birlikte, hayal edebildiğimiz evrende, karanlık madde dışında bilemediğimiz daha başka şeyler olabilir.
MÜKEMMEL BİR TARİHÇİ OLARAK ASTRONOM
1660′lı yıllarda, G. D. Cassini Paris’te geceleyin Jüpiter’in 4 tane Galilei uydusunu gözlemişti. Bu uydular gezegenin etrafında dönüyorlar, gezegenin diskinin arkasında veya önünde ortaya çıkıyor ve gözden kayboluyorlardı. Cassini, kendisinden önce tıpkı Galilei gibi, denizcilikte çok pratik önemi olan mükemmel bir saati bulmayı umuyordu. Gözlemleri sırasında bir takım düzensizliklere dikkat etti. Öngörülen bu düzensizlikler, 10 dakikanın bir kaç katı kadar çok erken veya çok geç meydana geliyordu. Bu problem, 1677′de O. Römer tarafından çözüldü. Römer salınımların, Jüpiter Dünya’ya çok yakın olduğu zaman erken, Jüpiter Dünya’ya uzak olduğu zaman geç meydana geldiğine dikkat etti. Bu doğa olayı, Römer’e, bu yüzyılın en temel keşiflerinden birinin ortaya çıkarılmasına öncülük etti. Bu keşif, ışığın hızının sonlu olması idi. Işığın hızının bugün c = 300,000 km/sn olduğunu ve Einstein’e göre de ışık partiküllerinin (fotonlarının) sıfır artık kütleye sahip olduklarını, bunun olası en büyük hız olduğunu bilmekteyiz.
Kütleli herhangi bir partikül, daha yavaş seyahat eder. Bu şu anlama gelmektedir: hiç bir sinyal ışığın hızından çok daha hızlı bir şekilde iletilemez (faz hızları, bir gölgenin hareketi, c ışık hızını aşabilir, bununla beraber bu özellikler ne kütle hareketi ne de sinyal iletimi ile ilişkilidir).
Biz insanlar açısından bakıldığında, ışık hemen hemen sonsuz bir şekilde seyahat eder. Fakat kozmik uzaklıklarda, ışık çok yavaş bir kurye görevini yapar. Işık, Güneş’ten Dünya’ya 8 dakikada ulaşır. Pluto’dan 4 saatte, Gökadamızdaki uzak bir yıldızdan 10,000 yılda, en yakın komşu gökada Andromeda’dan 1 milyon yılda bize ulaşır. Çok uzaktaki bildiğimiz gökadaların ışığı, 10,000 milyon yıldan daha fazla sürede gelir. Bu da bizim hiç bir zaman Dünya’nın bir anlık resmine sahip olamayacağımızı göstermektedir. Bu durumda aldığımız bilgi de, uzaklığa göre zaman içerisinde sendelenir. Evrendeki herhangi bir cisimden aldığımız ışık, onun
yayınladığı zamanki sahip olduğu görünüm ile ilgili bilgiyi içerir. Cisimden yayınlanan ışık ve Dünya üzerinde alınması arasındaki zaman aralığı, ışığın seyahat zamanı olup, uzaklığa bağımlıdır. Demek oluyorki, çok uzaktaki gökadalara bakıldığında çok genç gökadaları araştırıyoruz. Bu durumda da, gökadaların evrimi doğrudan gözlenebilinir.
atamaca-eso.jpeg
Şekil 10. Şili’de Atacama çölünde kurulmuş ESO’ya (Avrupa Güney Gözlemevi) ait, 8 metre çapındaki büyük bir teleskop. Bu teleskop Dünya’daki en büyük teleskoptur. Bu teleskopla, oluşum sürecindeki çok uzak gökadalar gözlenmektedir. Modern teleskopların uzaya ve yere kurulmasında harcanan çabalar, bunları sadece gelecekte “uzay gemileri” projeleri için bir deney amacı ile değil, uzak cisimleri daha yakınlaştırarak, aynı zamanda geçmiş olayları bugüne getirmek amacı ile yapılmaktadır.
Astronomlar uzak cisimleri gözleyemediklerinden, geçmiş hakkında çok fazla bir şey söyleyemez. Burada teori imdadımıza yetişmektedir. Astronom, ilk adımda bir seri gözlem yapar ve daha sonra çok daha sofistike bilgisayar modelleri ile gözlemlerini kontrol eder. Bunları yaparken her zaman fizik kanunlarının evrenselliğine uyar. Neticede, genç evren ile elde ettiği bilginin, bugünkü evren fikrine öncülük edip edemeyeceğini kontrol eder.
Bu işlev, dev bilgisayarlar ile o kadar ayrıntılı bir şekilde yapılır ki, bizim dışımızdaki ve burası arasındaki gözlemsel farklılıkların sadece evrimden dolayı olduğu konusunda şüphe kalmaz.
Astronom, son derece büyük uzaklıklara baktığında, daha fazla gökada göremez. Çünkü zaman ekseninde geriye bakıldığında, yıldızların henüz ışımada bulunmadığı ve evrenin karanlık olduğu zamanki yapı oluşumundan önceki bir epoğa bakılmış olur. Gökadaların bu kadar uzaklıklarda gözlenemeyişinin nedenleri, bugünlerde el altında olup, araştırılmaktadır.
Bununla beraber, bugün gözlenebilen ışınımın bir ilk kaynağı vardır. Bu ışınım, tüm evren 3,000 oC sıcaklığına sahip “ilkel bir ateş topu” halinde olduğu büyük patlamadan 500,000 yıl sonraki bir zamandan geliyor. Bu sıcaklıkta, evreni opaklaştıran serbest elektronlar, protonların etrafında yerlerini aldıklarından dolayı, evren ilk kez transparent olmaya başladı. Evren transparent olduktan sonra, ilkel ateştopunun kızarması gözden kaybolmuş olamazdı ve halen bugünkü evreni doldurmuş olmalıydı. Evren, o zamandan bu yana, 1,000 faktörü kadar genişledikçe, ışınımın dalgaboyu aynı faktör kadar uzamış olmalı ve 1946 yılında Gamow tarafından öngörüldüğü gibi, milimetre (mm) dalgaboyu aralığında bulunmalı idi.
1965 yılında, A.Penzias ve R. Wilson tarafından bir radyo teleskop ile “Kozmik Zemin Işınımı” ile ilgili gözlem, önceleri çok sıcak ve küçük bir evren fikri için, kesin bir çatı olarak gözönünde bulundurulmuş ve daha sonra bu keşif, Nobel ödülü ile ödüllendirilmiştir.
Kozmik zemin ışınımı, sadece büyük patlamayı desteklemiyor, aynı zamanda gökyüzünün bir bölgesinden diğerine çok küçük sıcaklık değişimlerini de göstermektedir. Bu değişimler, süregelen yapı oluşumunun ilk kaynaklarıdır. Değişimlerin küçük oluşu, evrendeki evrimin en belirgin işaretidir. Bu küçük değişimler, evren 500,000 yıl yaşında olduğu zaman bir yapıya sahip olduğunu ve o zamandan bu yana, karışık bir yapılanmaya doğru gizemli bir şekilde evrimleştiğini açığa vurmaktadır.
Elektromanyetik ışınım, evrenin başlangıç epokları ile ilgili bize bilgi veremediğinden, genç evreni araştırmak için başka yöntemlere gerek vardır. Büyük patlamadan 100 sn sonra ilkel çekirdek sentezinden bahsedilmektedir. CERN’de yapılan deneylerle desteklenen bir teori ile, evren, 10-10 sn lik yaş değerlerine kadar tarif edilebilmektedir. O zaman, burada gözlemin sınır şartlarına bağlı kalınıyor ve zaman ekseninde geriye gidildikçe her 10 faktörü kadar bilgimiz daha da spekülatif olmaya başlıyor.
Evren, 10-42 sn gibi bir yaşa sahip olduğunda, bugünkü fizik kanunları çalışmaz. Çünkü genel rölativite ve kuantum fiziğinin eş zamanlı olarak uygulanması gerekir. Fakat bu iki fizik kanununu birleştirmek bugün için imkansızdır. Bu engelin de en sonunda üstesinden gelinse bile, sıfır zamanı tarif etme konusunda bir umutsuzluğa düşüyoruz.
ZAMAN KAVRAMI
Günlük yaşamda, zaman kavramı oldukça gerçekçi bir kavramdır. Zaman, üniform adımlarda geçmiş sonsuzluğun gelecek sonsuzluğu ile olan bağlantısını kurmak olarak düşünülebilir. Gerçekte zaman, büyük patlamada sıfır anında başladı. Büyük patlamadan önce zaman kavramı yok idi. Bu bakımdan, büyük patlamadan önce ne olup bittiği sorusunun Fizikçi için bir anlamı yoktur.
Diğer taraftan, zamanın, bir gelecek sonsuzluğu gösterip gösteremeyeceği, kozmik genişlemenin en sonunda durup durmayacağına bağlıdır. Eğer kozmik genişleme duracaksa, bu durumda evren kendi çekimi altında “Büyük Çöküş” e doğru büzülecek, bu da zamanın sonu olacaktır. Yok eğer, evren sonsuza dek genişleyecek ise, zaman da bir sona ulaşamayacaktır.
Astronomlar genişlemeyi bugüne kadar durdurabilecek kadar evrende yeteri kadar bir madde olmadığına inanıyorlar. Bu görüş, ivmelenerek genişleyen evrende, beşinci bir kuvvet için daha sağlam bir delilin bulunduğu 1998 yılında daha da kuvvetlendi.
Bu delil, evrenin sonsuza değin genişleyeceğinin lehine olup, zaman hiç bir şekilde bir sona ulaşamayacaktır. Ne var ki, zaman bizim sınırlı bilgimizi sonsuza kadar ekstropole etmede tedbirsiz kalmaktadır. Artık biraz daha emin olarak, evrenin çok uzak bir geleceğe doğru genişlemesinin olası olduğunu söyleyebiliriz.
Bunlara ilaveten, zaman, uzay içerisinde sabit hız ile seyahat eden bir gözlemci için uniformdur. Herhangi bir ivmelenme saatin işleyişini değiştirir. Sonuç olarak, evrende aynı saat hızına sahip olan iki gözlemci yoktur. Çağımız teknolojisinde, bu rölativistik etkinin pratik sonuçları vardır. Dünya üzerinde dolanan yörüngelerdeki saatler, yerdekinden biraz daha farklı hareket eder.
Şayet bu fark açıklanamasa idi, uydular ile olan iletişim kaybolurdu. Bu etki, ünlü “ikiz kardeş parodoksu”nda da görülür. Uzay içerisinde hızlı bir şekilde seyahat eden ikizlerden biri yerdeki kardeşinden daha genç olarak Dünya’ya döner. Saat hızlarının değişkenliliği, eş zamanlılık fikrinin yanlış bir kavram olduğuna işaret etmektedir. Buna hayret verici bir örnek, Einstein’in ıstavrozu verilebilir (Şekil 11). Burada zemindeki gökadanın, uzaktaki kuazarın ışığını eğmesi sonucunda, kuazarın 4 görüntüsü ortaya çıkar. Kuazarlar değişken parlaklıklara sahiptir ve dört görünt&#
252; parlaklık bakımından değişir. Ne var ki, 4 ışığın yolu az da olsa uzunlukça farklı olur ve sonuç olarak kuazarın ortaya çıkan parlaklığı farklı zamanlarda 4 görüntü olarak gözlenir. Eğer Einstein’in ıstavrozu gökyüzünde belirgin bir cisim olarak dursa idi, uzun süre önceleri fark edilirdi ve eş zamanlılık kavramı da ortaya çıkmazdı.
sekil11.jpg
Şekil 11. Einstein Istavrozu. Merkezde yer alan bir gökadanın, çekimsel bir mercek olarak davrandığı görülüyor. Etraftaki dört görüntü arkaplandaki tek bir kuazardan gelmektedir. Kuazarın parlaklığı değiştikçe, dört görüntü de farklı zamanlarda gözükürler. Bunun nedeni de, ışığın yolunun bir kaç ışık günü kadar (25 000 milyon km kadar) farklı olmasındandır. Einstein’ın ıstavrozuna ilaveten, başka çekimsel mercekler de biliniyor (Şekil 12). Onların hepsinin ışık yolları, çekim nedeni ile sapar ve Einstein’in öngörümünü destekleyen etkileyici görünümleri oluşturur. Bu yüzden ışık, eğrili çizgiler boyunca uzay içerisinden yayılır. Bununla birlikte, hiç bir şey, bir ışık ışınından daha düzgün olmadığından dolayı, düz çizgilerin varlığına inanışımız da yanlıştır.
Prensipte, tüm uzay pozitif olarak eğrilmiş olabilir, düz olabilir veya negatif olarak eğrilmiş olabilir. Eğer uzay düz olsa bile, bugünlerde de inanıldığı gibi, yapıların varlığı ve buna eşlik eden çekim alanındaki değişimler, her ışık ışınını eğri bir yola zorlar.
sekil12.jpg
Şekil 12. Resimdeki tüm mavi görüntüler tek bir gökadaya aittir. Gökadanın uzaklığının yaklaşık yarısında, gökadalardan ibaret çok büyük bir gökada kümesi vardır. Bu gökada kümesinin büyük çekim alanı ışığı eğer ve arkaplandaki tek gökadanın çoklu, bozulmuş görüntülerine neden olur. Bu resim Hubble Uzay Teleskobu ile çekilmiştir. SONSÖZ
Astronomi alanından bazı örnekler düşüncemizin temelde Bilim ile etkilendiğini göstermektedir. Doğa, günlük yaşamda tasarlandığından sonsuz bir şekilde daha karmaşıktır. İnsanoğlunun düşüncesi günlük tecrübeleri fizik kanunları içerisinde ekstrapole etmeye meyillidir. Zamanın mutlaklığı veya düz çizgilerin varlığı gibi görünür gerçekler hatalıdır. Diğer taraftan, tek bir yaratılış olayı ve evrim ile ilgili spekülasyonlar, bir takım olaylara ve gelişmelere dayanmaktadır.
Yaratılış ve Evrim olayları ile ilgili spekülasyonlar, yanlış kavramların halen etkileştiği bir yerdir. Bugün evrimin gerçeğini kabul etmek gibi bir zorluk içerisinde değiliz. Ne var ki, bugünkü Dünya ile bugünkü insanoğlunun evrimin son ürünü olduklarını varsayma konusunda, kolaylıkla hata yapabiliyoruz. Gerçekte, evrim devam etmektedir. Gelecek 100,000 yıl içerisinde, atalarımızı tanımayacağız. 50 Gigayıl içerisinde de, bir yıldız sönecek ve böylelikle yaşam için bir başka olasılık başlatacak.
Bu kadar çok kıymet biçtiğimiz organik yaşam da, bir anlamda, pek fazla bir şey ifade etmiyor, sadece evrenin evriminde çok küçük bir olgu olarak kalıyor.
 

MURATS44

Özel Üye
Evrenlerde Zeki Hayat

universe.jpg
Evrende gezegeni bulunan tek yıldız bizim yıldızımızdır, diye iddia da bulunmak; yavruları olan tek kedi benim kedimdir, diyen bir çocuğun iddiası kadar gülünçtür. Elbette bir gök bilimci olarak ben, kendi galaksimizde başka uygarlıklar bulunabileceğini çok güçlü bir olasılık olarak görmekteyim.” Prof. Dr. Allen HYNEK – Astrofizikçi ve UFOlog
İçinde bulunduğumuz galaksinin yaşı, yaklaşık olarak 13 x 10[SUP]9[/SUP] olarak biliniyor. Hafif maddelerden yapılı ilk yıldızlardan sonra, ilk 2 x 10[SUP]9[/SUP] yılda güneş ve benzeri yıldızlar oluşmaya başladı. Daha sonra da gezegenler ortaya çıkt, dünyada canlılığın başlangıcından günümüze kadar geçen zaman 4 x10[SUP]9 [/SUP]yıldır. Bu duruma göre, galaksimizin herhangi bir yerinde yaşamın ortaya çıkması ya da yaşamın/canlılığın oraya “aşılanması” yla, ileri bir uygarlığa dönüşmesi için, dünyada yaşamın başlamasından önce, 7 x10[SUP]9[/SUP]yıllık bir zaman aralığı söz konusu oluyor. Galaksimizde birbirini izleyen iki uygarlığın gelişmesine yetecek zaman var mıdır? Bu kadar uzak mesafelere yaşam ya da canlılık ulaşabilir mi? Yaşamın evrenlerin herhangi bir yerinde yaratıldığına dair biyolojik kanıtlar var mıdır?

Belki bazı okurlarımıza çok “uçuk” gelecek bu sorular günümüzden 40 yıl kadar önce, tutuculuktan ve önyargılardan uzak gerçek bilimsel zihniyete sahip bilim insanlarınca gündeme getirilmişti. Ermenistan- Byurakan Astrofizik Gözlemevi, 1971. Sovyet ve Amerikan Bilimler Akademileri’nin ortaklaşa düzenledikleri uluslararası nitelikli toplantıda bu sorular ele alındı ve bu konudaki çalışmaların daha ciddiyetle sürdürülerek dünya dışı zeki hayatın mensuplarıyla bağlantı olanak ve olasılıklarının araştırılmasına karar kılınmıştı.
En son birkaç on yılın çığ gibi büyüyen teknik bilgisi, insanı evrende bulunması olası başka uygarlıklarla haberleşmeye cesaretlendirmiştir(1). Fakat böyle bir işe girişmeden önce, iki konu aydınlığa kavuşmalıdır: Birincisi, zeki hayatın evrenlerde nadir olmadığı yönünde zorlayıcı kanıtların ortaya çıkarılması. İkincisi, yıldızları birbirinden ayıran uzaklıkların ötesindeki hayat formlarını saptayacak teknolojinin hazmedilmesi.
Evrenlerin başka yerlerinde de zeki/şuurlu yaşamın olması gerektiğini düşünmeye zorlayan bilgilerden biri, görebildiğimiz evrende 100 milyon x milyon x milyon adet bizim güneşimiz gibi yıldızın bulunmasıdır. Bizim güneşimiz bu yıldızlardan herhangi birisidir. Şimdiye kadar da, öteki yıldızların yanında sadece bizim yıldızımızın(güneşimizin) bir uydusunda yaşamın ortaya çıkışıyla ilgili bir ayrıcalık henüz saptanamamıştır. Bu bakımdan bizim güneş sistemimizin tarihçesinin, başka güneş sistemlerinde de aynen(ya da benzer şekilde) ortaya çıkmış olacağını düşünmek çok acayip olmasa gerek. Evren tarihi içinde, bizim güneş sistemimizinkine benzer tarihçenin sayısız kez yinelenmiş olması imkânsız görünmüyor.
Bütün bunlardan başka, dünyanın ilk devrelerindeki koşullar içinde(ve de dünyaya az çok benzer başka uzaysal objelerde) canlılığın nasıl ortaya çıkıp geliştiği konusunda elimizde yeterince yaşam kimyası bilgisi bulunmaktadır. Gerçeklerin böyle basit kombinasyonundan bile uzayda sadece birkaç değil, çok fazla sayıda uygarlığın bulunması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. California Teknoloji Enstitüsü Müdürü Lee du Bridge’in bu konuyla ilgili beyanı ilginçtir: “Dünya dışı hayatın tespit edilmesi değil, edilememesi bizleri şaşırtır.”
95008523.jpg
ANDROMEDA: Bilinen galaksiler arasında “Samanyolu”na en çok benzeyen galaksi. Dünya dışı uygarlıklarla bağlantı/iletişim konusunda iki sorunla karşı karşıya bulunuyoruz: Bunlardan birincisi, önce bizim galaksimizde şu andaki uygarlıkların sayısının ortaya çıkarılabilmesi için astronomik ve biyokimyasal enformasyonun kullanılmasıdır. Bu sayıdan ve galaksinin yapısıyla ilgili bilgiden hareketle, bize en yakın uygarlık(lar)ın bize uzaklığı konusunda bir tahminde bulunabiliriz. Onlarla iletişim bağlantısı konusunda ikinci sorun ise, hangi teknolojik yoldan bu bağlantının kurulacağıdır; roketlerle mi, radyo dalgalarıyla mı vb.
Teknolojik medeniyetlerin sayısı birçok konuya/parametreye bağlı olarak değişir: Bunlardan birisi, Samanyolu Galaksisi’nde “yıldız doğum oranı” dır. Şimdiye kadar yapılan çalışmalardan anlaşılmıştır ki, Samanyolu’nda her yıl ortalama bir yıldız doğmaktadır. Bunların kaçının çevresinde gezegen vardır? Yıldız formasyonuyla ilgili tüm modern teoriler; yeni doğan bir yıldızla birlikte, en az ikinci bir gezegenin(ya da gezegenlerinde) gaz toz bulutunun açısal hızıyla (angular momentum) ilgili olarak ortaya çıktığını önermektedir. Zaten halen mevcut yıldızlarında incelenmesinden, bunların % 98’inin çift yıldız sistemi şeklinde bulunduğu anlaşılmıştır. Her bir çiftin üyeleri arasındaki uzaklık, bizim güneşimiz ile Jüpiter arasındaki uzaklık gibidir. Bu bakımdan, optik gözlemlerde bize tek tek görünen yıldızların çevrelerinde bizimki gibi gezegen sistemleri bulunması çok olasıdır. Bu olasılığı göz ardı etmek, uzayın sonsuz derinliklerine bir gözü kapalı bakmakla özdeş bir tutuculuktur. Aklı hür, vicdanı hür ve sağduyu sahibi insanlar olarak; elimizdeki bilgiler ışığında konuyu irdeliyoruz…
Bildiğimiz kadarıyla, sıcaklığı; suyun kaynama ve donma noktaları arasında bulunan her gezegen üzerinde canlılık ve yaşam tezahür edebilir(1). Tüm bunlardan hareketle, yaşamın evrenlerde çokluğunun, esas olarak yıldız formasyonu oranına, tek yıldızların yüzdesine, dolayısıyla olası gezegen sistemlerine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bilinen galaksi tarihi içinde bu gelişimin/tezahüratın hepsi saptanabilir mi? Yani bir uygarlığın ömür uzunluğunu sınırlayan/belirleyen faktörler nelerdir? Belki de, kozmik kazalar ya da bir nükleer savaşın neden olduğu yıkım… Ya da olası bir enerji tasarrufu sağlamak üzere, mesajlarını; gezegenlerinin atmosferi içinde değil, tüpler içinde gönderilmeleri söz konusu olabilir. O zaman da onları saptayamayabiliriz(2). Bu bakımdan bizden çok çok ileri teknolojik düzeyde bulunmalarından dolayı da onları saptayamamış olacağız. Ama bu saptamayı yapamıyoruz diye, onların var olduklarını reddetmek doğru olmaz, en azından özgürce düşünebilen bilimsel bir zihniyetten böyle bir katılık beklenemez. Algılama kapasitesi sınırlı duyu organlarımız ve bunların uzantısı olan ölçüm cihazlarımızla her şeyi ölçüp biçtiğimizi sanmak ve her şeyi biliyor iddiasında bulunmak “bilimsel tutuculuk” tan başka bir şey olmasa gerek…
Bundan ayrı olarak, saptanabilecek uygarlıkların sayısı söz konusu “ömür uzunluğu” konusuyla doğrudan ilgili bulunmaktadır. Aslında sayısal olarak, galaksimizdeki saptanabilir uygarlıkların miktarı, uygarlıkların saptanabilir ortalama ömür uzunluğuna eşit olacaktır. Tüm bunlardan sonra, galaksimizde saptanabilir uygarlık sayısının 10.000 olduğu ifade edilmektedir(1). Bunlardan bize en yakın olanı da en azından 1000 ışık yılı uzaklıktadır.
Konu akışımızın bu noktasında artık şu soruyu sorabiliriz: Galaksimiz içinde en yaygın olarak kullanılan haberleşme aracına/şekline bizi götürecek yol nedir? Herhalde, bugün bizim en gelişmiş iletişim yöntemlerimiz değil. Çünkü örneğin, öteki uygarlıklar infrared iletişimi yapıyor olabilirler. Yıldızlararası iletişimde roket ya da uzay gemileri de çok yetersizdir. Bu gibi araçlar güneş sistemi sınırları içinde geçerli olabilir; ama yıldızları birbirinden ayıran uzaklıklar söz konusu olduğunda, bu araçlar derhal önemlerini yitirir. Yıldızlar arası iletişim, roket ve uzay gemileriyle yapılsa bile, bu çok nadir olacaktır. Yıldızlar arası büyük uzaklıklar ile Relativite Teorisi bizi ister istemez bu aracı değiştirmeye; oralara, o uzaklıklara madde yerine, zaten amaç olan enformasyonu göndermeye zorlayacaktır. Bu bakımdan yıldızlar arası uygarlıkların yıldızlar arası habercisi büyük bir olasılıkla elektromanyetik dalgalar olmalıdır. Bu; ışık, radyo, kızılötesi dalgaları ve x- ışınları olabilir.
Bu amaçla 1960’da West Virginia- Green Bank’deki Radyo Astronomi gözlemevinde uygulanan Ozma Projesinde sadece bize en yakın iki yıldız ele alınmış(ki bunlar Tau- Ceti ve Epsilon Eridani’dir) ve bu yöntemle elle tutulur bir sonucun elde edilebilmesi için 1000 ışık yılı uzaklık içinde 10 milyon yıldız olduğu, bunlardan sadece birinde saptanabilir bir uygarlık bulunabileceği; bu bakımdan daha 10 milyon yıldızın incelenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Evrenlerde yalnız olmadığımız fikri modern bilimde, yerini kabul ettirmiş görüşlerden birisi haline gelmiş bulunuyor. Dünyayı meydana getiren atomlar 5-10 milyar ışık yılı ötelerdeki yıldızlarda da saptanmış durumda. Oralarda canlılığın ortaya çıkışındaki koşullar elbette ki değişik olabilir. Dolayısıyla aynı yapı taşlarından değişik ve bizim alışık olmadığımız yaşam formları türemiş olabilir. Dahası, Prof. Dr. Carl SAGAN’ın da belirtmiş olduğu gibi; dünyada bile yaşamı/canlılığı yeniden başlatmak mümkün olsaydı, tamamen değişik koşullar altında, bugünkü doğanın manzarası, insanlar da dâhil, çok farklı olurdu. Ne şekilde olursa olsun, üzerinde bir tür yaşam oluşmuş bulunan bir gezegende birkaç milyar yıl sonra zekânın ve teknik bir medeniyetin ortaya çıkacağı kaçınılmaz bir olasılık olarak karşımızda bulunmaktadır.
Yıldızlararası ortamla ilgili, hatta sadece galaksimizle ilgili ölçümler ve rakamlar göz önüne alındığında dünya beşeriyeti(yani dünyada zeki yaşamın ortaya çıkışı) oldukça yeni. Bugüne kadar, dünya beşeri uygarlığı, gezegenin ömrünün milyonda birini kapsamıştır. Başka yıldızların, üzerinde; dünyadakinden çok önceleri hayat başlamış olan gezegenlerinde zeki yaşam, bizimknden her bakımdan çok daha ileri durumda olması çok doğaldır. Böyle bir gelişimin görünümünü(sosyal, bilimsel, sanatsal ya da teknik, hatta bizim bugün hayal bile edemeyeceğimiz yönlerde olsun) şimdiden anlamak çok zor olsa gerek…
Dünyanın gelişimini de küçümsememek gerekir. Örneğin, milyarlarca yıldan beri gezegenimizin tek bir uydusu(Ay) vardı; oysaki bu gün gezegenimizin binlerce uydusu var. Yapay uydularımız kuşkusuz çok küçük objeler ama bunlar Satürn’ün kuşağını oluşturan küçük cisimlerden daha büyük… Dünya üzerindeki zeki yaşam, gezegenimizi güneş sistemi içinde en güçlü radyo kaynağı olması bakımından ikinci sıraya getirmiştir. Büyük bir olasılık olarak görülmektedir ki, bir gün dünyamız; bu bakımdan hiç değilse zaman zaman ve belirli frekanslarda güneşe yetişmiş olacaktır.
Galaktik Uygarlıklar Arası Radyo Bağlantısı: Buraya kadar olan paragraflarımızda, galaksimiz Samanyolu içinde birkaç milyar gezegen sisteminin bulunduğunu, bunlar içinde bir milyar kadar gezegende, oraların fiziksel ve biyokimyasal koşullarına uymuş canlı organizmaların bulunduğunu belirtmiştik(3). Bu gezegenlerin bazılarında yaşam, o kadar uzun süreden beri vardır ki, bunların üzerinde zeki formlar bile ortaya çıkmış ve dolayısıyla teknolojik medeniyetler geliştirilmiştir. Yıldızların ve gezegenlerin formasyonundaki en yüksek amaç üzerlerinde; tekâmül sonucu zeki varlıklar ve teknolojik medeniyetlerinlerin ortaya çıkmasıdır. Unutulmamalıdır ki, zeki hayat formları ve teknolojik bir medeniyet ortaya çıkmadan önce, dünyamız milyarlarca yıldan beri vardı. Gezegen sistemleriyle dolu olan evrenlerde zeki yaşamın ortaya çıkışı sıradan olaylar dizisindendir. Bu konuda Prof. C. SAGAN görüşlerini şöyle ifade etmektedir: “Bize öyle geliyor ki, Galaksimiz içinde belirli hatta çok sayıda gezegen üzerinde hayli gelişmiş toplum var.”
Dünyamızdakine benzer keşifler herhalde o ileri teknolojiye sahip toplumlarda da yapılmıştır ve bu gelişmeye paralel olarak, onlarda bizim gibi radyo yayıncılığında yol kat etmişlerdir. Başka uzaysal objelerde bulunan dünya dışı zeki varlıklarla radyo bağlantısına ilk girişenler Marconi ve Tesla bilinmektedir. Bu araştırmacıların her ikisi de zamanlarında dünya dışı kaynaklı radyo sinyalleri aldıklarını belirtmişlerdi.
(1) EARTH IN SPACE, V.O.A
(2) Bu satırlar bize “nötrino haberleşmesi” ni anımsatmaktadır. Bu iletişim şekli elektromanyetik haberleşmeye benzemekte ama mesajı istenilen merkezden başkası alamamaktadır.
(3) INTELLIGENT LIFE IN THE UNIVERSE, Prof. Shklovskii, Prof. SAGAN.
Yazar: Selman GERÇEKSEVER
 
Üst Alt