Ey Fatıma! Seni anlatabilmek…
FATIMA: ÖRNEK KADIN
NECMİYE İKRA YENER
Ey Fatıma! Seni anlatabilmek…
Ey Fatıma! Seni yazabilmek… o kadar zor ki…
Seni yazmaya karar verince, kelimeler denizinde cümleler avına çıktım ve yüreğim tasayla doldu; cümlelerim acıyla bezendi. Seni yazmanın olanca zorluğuna rağmen; ideal bir kadın modeli oluşturduğun için, yazmanın ve seni anlatmanın zaruretine kanaat ettim.
Ey Fatıma! Sen doğmadan evvel, yüce olan değerlerin en zirvesinde bulanan ve Hz. Âdem ile başlayıp Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. İsa ile süregelen vahiy zincirinin son halkası olan baban, Hz. Muhammed ile alay ediyorlardı. Mekke müşrikleri baban için ‘soyu kesik’ diyorlardı. Altmış yaşında olan annen Hatice, sana hamileydi ve sen evin dördüncü kız çocuğu olarak dünyaya gelmiştin. Senden evvel doğan iki erkek kardeşin sen doğmadan vefat etmişlerdi. Kız çocuğa sahip olmanın hakirlikle nitelendirildiği, kız çocuklarının diri diri mezara gömülüp ölüme terk edildiği bir toplumda baban Hz. Muhammed ’in değerlerinin ve şerefinin varisi olarak dünyaya gelmiştin. Doğuşunla bolluğu ve bereketi de beraberinde getirmiştin. Senin var oluşun; fakirliğin bolluğa, olumsuzlukların avantaja, hakirliğin ise yüceliğe dönüştürülüşünün adıydı. Sen baban için “KEVSER”, dünyanın bütün geçmiş ve gelecek kadınları için müşahhas bir örneklik abidesi olacaktın. On erkek çocuğa sahip olup baban ile soyu kesik diye alay eden düşünce fukarası cahiller, asıl soyu kesik olanların kendileri olduğunu bilememişlerdi.
Sen ey Fatıma, babanın İbrahim, Nuh, Musa ve İsa’dan devraldığı verasetin tek vasisiydin. Erkek çocuğa sahip olmanın şeref ve itibar nişanesi olarak ifadelendirildiği ataerkil bir toplumda, kız çocuğunun da şerefe nail olduğu, her iki cinsin de yaratıcısı nazarında aynı statüde yer bulduğu gerçeği senin doğumun ile anlam buldu.
Ey Fatıma! Dünyaya geldiğin ev vahyin okuluydu. Sen bu okulda babanın talebesi, baban yani Allah’ın en sevgilisi senin öğreticin idi. Hz. Muhammed ne güzel öğretmen sen ne güzel bir talebe idin. Bu okulda nebevi metodun aşama aşama işlenişine şahit olmuştun.’İKRA’ ilahi emir gereği okuyan babanın ağzından gönüllere ulaşan, inci taneleri mahiyetinde olan aydınlatıcı ve yol gösterici ayetlerin gölgesinde büyümüştün. Ayetleri nakşediyordun o minik yüreğine ve ayetlerle depoladığın yüreğini ne çok severdi baban. Sen kapıda belirdiğinde baban ayağa kalkardı; çünkü sen erdemin, güzelliğin, yüceliğin, asaletin, soyluluğun ve en yüce değerlerin taşıyıcısıydın.
Sen ey Fatıma, gözünü dünyaya açtığın evde yalnız kalmıştın. Ablaların sen doğmadan evlenmişlerdi. Sen, evin tek nazlı çiçeği ve neşesiydin. Baba evin; ilahi eğitimin karargâhı ve inancın merkez üssüydü.
Ey Fatıma! İsminin ne anlama geldiğini en iyi sen biliyordun. İsminin manası ‘cehennem ateşinden ayrılan’ demekti. Çünkü ‘cennetin kapısını cennet ehline ilk sen açacaksın’. Baban senin için: ‘Fatıma cennetin ta kendisi, cennete giriş iznidir.’ derdi. “Bir kadın nasıl olmalıdır?”ın cevabını vermiştin yaşamınla… ‘Parlatıcı’ ve ‘aydınlatıcı’ bir ahlakın vardı ey Fatıma, çünkü sen Zehra’ydın, hayatınla biz kadınlara aydınlığın ve parlaklığın en güzel numunelerini gösterdin. Çocukluğun İslamiyet’in ilk yıllarına rastlar. Yaşadığın asır karanlık bir asırdı. Cehalet diz boyu, insanlar insanlıklarını kaybetmiş, bataklıkta çırpındıkça batıyorlardı. Baban hz. Muhammed insanlığı bu bataklıktan, karanlıktan, çirkeften çekip kurtarmak için Allah-u Teala tarafından peygamberlikle görevlendirmişti ve bu yüce görevin iktiza ettiği sorumluluk şuuruyla; ilahi prosedür gereği en yakınından başlayarak insanlara hakikati anlatmıştı. İnsanın felahını muştulayan bu ilahi gerçekleri göremeyecek kadar kör, işitemeyecek kadar sağır ve akledemeyecek kadar beyinsiz olan cahili toplum senin babanı, O Mübarek Hazreti aşağılamaya başlamış ve yalanlamışlardı. İşkencenin bin bir türlüsünü reva görmüşlerdi babana. Hani bir gün Kâbe’de namaz kılarken, secdede iken Mekke müşrikleri babanın sırtına deve işkembesi koymuşlardı da sen babanın sırtını temizlemeyene kadar baban doğrulamamıştı secdeden..
Ey Fatıma! Allah ve Resulüne iman edenler İslam’ın ilk yıllarında işkencenin, eziyetin, hakaretin ve zulmün en kötüsünü tatmışlardı. Kula kul olunmayacağını, yalnız tek bir Yaratıcıya tapılacağını ikrar eden İslam’a teslim olan ilk Müslümanlar Mekke müşrikleri tarafından türlü türlü eziyetlere maruz kalmışlardı. Ey Fatıma, işkenceyle vücudu ikiye ayrılan
İslam’ın ilk Şehidesi şerefine nail olan Sümeyye’nin haberini almıştın. Bilal’in haberini de duymuştun. Hani güneşin yakıcı, kavurucu sıcaklığında kumlara yatırılıp karnına ağır taşlar koyularak kendi elleriyle yonttukları putlara tapmaya zorlanan Bilal’i ve Bilal gibi işkence gören Yasir ailesinin de haberini duymuştun. Hani İslam’ın işkence yıllarında müminler birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye ediyorlardı. Sabrın ne demek olduğunu en iyi sen biliyordun.
Sen o minicik bedeninle tüm bu sıkıntıların en yakın tanığıydın. Babanın yüzü suyu hürmetine yaratılan şu koskoca dünyayı nasıl babana dar etmişlerdi. Kendi yurdunda her türlü zulme maruz kalan baban belki bir iman eden olur umuduyla Taif’e yol almıştı. Taif’te taşlanan ve ayakları kan revan olan baban o durumda bile Taif halkına ne güzel dua etmişti.
Ey Fatıma! Beni Haşim vadisinde üç yıl boyunca baban ve ona iman edenler; açlığa, susuzluğa ve sıkıntılara terkedilmişti. Mekke müşrikleri babanı ve ona inananları caydırmak için Beni Haşim vadisinde açlığa ve susuzluğa mahkûm etmişlerdi sizleri. Annen Hatice’nin açlıktan yorgun düşmüş bedenini her gün görüp kahroluyordun. Annen Hatice, Mekke’nin en zengin kadınıydı. Ancak tüm zenginliğini İslam’a adamıştı. Adamışlığın ve adanmışlığın huzuruydu O’nu dertler yumağıyla örülmüş Ebu Talip Vadisinde açlığa, susuzluğa, sıkıntılara, hastalıklara karşı metanete sevk eden. Bu ambargoya annenin hasta ve yorgun bedeni daha fazla dayanamamıştı. Anneni kaybetmiştin. Baban ne kadar üzülüyordu ve sen ne kadar mahzun ve üzgündün Baban en büyük destekçisi ve yardımcısını kaybetmişti. Babanın tek tesellisi Cebrail’den aldığı mesaj idi. “Hatice’yi cennetteki en görkemli köşklerden birine yerleştirdim. Şimdi O İmran kızı Meryem ve Asiye ile birlikte altın ve yakuttan bir köşkte oturmaktadır.” Evet. Dünyada Allah ve Resul’ü için çektiği sıkıntıların mükâfatıydı bu.
Beni Haşim vadisindeki dertler ve sıkıntılarla geçen muhasara yıllarına dayanamayan Ebu Talip de vefat etmişti. Mekke ahalisinin olanca kızgınlığına, tehlikelerine ve öfkesine karşı Ebu Talip babanı nasıl da koruyup kollamıştı. Baban şimdi arkadaşı Hatice ve koruyucusu olan Ebu Talib’i kaybetmenin hüznünü yaşarken sen ne yapacağını bilememenin vermiş olduğu çaresizliğinle babana teselli olmanın mücadelesini vermeye başlamıştın. Bir anne sıcaklığıyla müşfik duruşunla babanın ‘Ümmü Ebihası’ olmuştun. Sen Haniye idin. Şefkat ve merhametin öyle çoktu ki sana Haniye diyorlardı. Öyle güzel bir evlat olmuştun ki baban üzülmesin diye O’nu yalnız bırakıp evlenmek istemiyordun. Sen baban için bir nimettin. Çocukluğundan itibaren babanın hamisi olmuştun ve babanın yanından ayrılmak istemiyordun. Ancak her işin en iyisini ve en güzelini en iyi bilen Yüce Yaratıcı seni çocukluğundan beri (takdiri ilahi gereği) yanınızda büyüyen Ali’ yi sana eş olarak uygun görmüştü ve baban, Ali ile evlenmeni istiyordu. Ve evlilik vakti gelmişti. Evlilik vakti senin için ayrılık vakti demekti. Ne çok ağlamıştın babandan ayrılacağın için.
Ey Fatıma! Senin evlilik hayatın sıkıntılar içinde geçmişti ancak sen zaten sıkıntılar içinde büyümüştün ve sıkıntılar seni olgunlaştırmıştı. Fakirliğin, açlığın, yokluğun ne demek olduğunu çok iyi biliyordun. Ne kadar çok çalışıyordun. Evine o kadar çok su taşıyordun ki; kırba ellerinde iz bırakmıştı. El değirmeniyle o kadar çok buğday öğütürdün ki; ellerin nasır bağlamıştı. Evini o kadar çok süpürürdün ki; zayıf bedenin yorgun düşerdi. Bu yorgunluğuna, çok çalışmana eşin Ali ne çok üzülürdü ve sana ‘git babandan bir hizmetçi iste’ demişti de sen babana gitmiş ancak kızın senden ev işlerinde yardımcı olsun diye bir yardımcı istiyor şeklindeki arzuhalini söylemeye çekinmiştin. Bir sıkıntının olduğunu fark eden baban, hemen evine gelip sıkıntını sormuştu ve eşin Ali durumu babana izah edince babanın vermiş olduğu cevabı, bir ders olarak kalbine ve hayatına nakşetmiştin. Sen zaten bu tür derslere alışıktın. Bir hizmetçinin yerine ‘subhanallah’, ‘elhamdülillah’ ‘Allah u Ekber’ zikirlerini hayatının her demine en güzel yardımcı ve dost olarak kaim etmiştin.
‘Kadının cihadı kocasına iyi eş olmasıdır.’ derdin. İlahi dinin yeryüzüne hâkim kılma savaşlarından yorgun ve yaralı bir durumda eve dönen eşinin yaralarını sarardın. Ve eşin senin güler yüzünü görünce bütün üzüntülerini unutuverirdi. Günlerce aç kalırdın da bunu seferden dönen eşine söylemekten çekinirdin; çünkü eşinin yiyecek bulamayıp üzüleceğinden endişe ederdin ve bu düşünceyle aç kaldığını söylememeyi tercih ederdin.
Ey Fatıma! Evinde bulunan yiyeceğin miktarına bakmadan, yarını hesap etmeden kapını çalan her muhtaca günlük rızkını verirdin. Hani mübarek ramazan ayının birinde iftar saati kapını çalan bir fakire iftar yemeğini vermiş ve o gün sadece su ile iftar etmiştin. İkinci ve üçüncü günde yine iftar saati muhtaç olup ta kapını çalan kişilere iftar yiyeceğini vermiş ve sen yine su ile iftar etmiş idin. Başkalarının nefsini kendi nefsine tercih ederdin. ‘İsar’ senin ahlakının bir başka güzel yönüydü. Sen Ali-yel Murtaza’ya ne güzel bir eş olmuştun.
Çocuklarına ne güzel anne olmuştun. Beş çocuğunun mürebiyyesiydin. Onları öyle güzel bir ahlak ile terbiye etmiştin ki, Hasan gibi İslam’ın maslahatı için mücadele veren bir kahramanı, Hüseyin gibi Kerbela da zalimin zulmüne karşı kıyam edecek bir yiğidi, Zeynep ve Ümmü Gülsüm gibi Beni Ümeyye’nin zulüm rejimini ifşa etmek maksadıyla topluluklara hutbeler okuyacak evlatlar yetiştirmiştin.
Ey Fatıma! O kadar çok ibadet ederdin ki, ibadet için o kadar çok ayakta dururdun ki ayakların şişerdi.
Ey cennet kadınlarının seyyidesi! Mübarek babanın ahirete irtihaline ne çok üzülmüştün ve bu üzüntün babana kavuşacağın güne değin sürmüştü. Sen bu dünyada ki medarı maişetini kaybetmiştin. Allah’ın Resulü senin yaşama dayanağındı. Dayanağını kaybetmiştin. Dayanağı olmayan insanlar çok zor yaşar ey Fatıma, bunu Rabbin en güzel bilendi ve dayanaksız yaşamana; çok zor bir yaşam sürmene izin vermeyen Allah, firak acını dindirip sana mutahhar bir ölümü seçti. Senin doğumun ve varlığın da mutahhar idi ve ölümünde tertemiz olmuştu. (Selam olsun sana ve dirileceğin güne)
Ey Fatıma! Kısacık olan ömründe biz kadınlara ne güzel örnekler sunmuştun. Babasının ideal kızı, eşinin ideal hanımı, çocuklarının ideal annesi; ahlakın, duruşun ve her davranışınla Allah’ın razı geldiği kadın modelinin sembolü olmuştun.
Senin yaşamını beğenmek ve senin ahlakını örnek almak seni sevmektir ey Fatıma! … Kişi sevdiğiyle beraberdir. Seni seviyoruz ancak ne çok uzağız senden…
NECMİYE İKRA YENER
Ey Fatıma! Seni anlatabilmek…
Ey Fatıma! Seni yazabilmek… o kadar zor ki…
Seni yazmaya karar verince, kelimeler denizinde cümleler avına çıktım ve yüreğim tasayla doldu; cümlelerim acıyla bezendi. Seni yazmanın olanca zorluğuna rağmen; ideal bir kadın modeli oluşturduğun için, yazmanın ve seni anlatmanın zaruretine kanaat ettim.
Ey Fatıma! Sen doğmadan evvel, yüce olan değerlerin en zirvesinde bulanan ve Hz. Âdem ile başlayıp Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. İsa ile süregelen vahiy zincirinin son halkası olan baban, Hz. Muhammed ile alay ediyorlardı. Mekke müşrikleri baban için ‘soyu kesik’ diyorlardı. Altmış yaşında olan annen Hatice, sana hamileydi ve sen evin dördüncü kız çocuğu olarak dünyaya gelmiştin. Senden evvel doğan iki erkek kardeşin sen doğmadan vefat etmişlerdi. Kız çocuğa sahip olmanın hakirlikle nitelendirildiği, kız çocuklarının diri diri mezara gömülüp ölüme terk edildiği bir toplumda baban Hz. Muhammed ’in değerlerinin ve şerefinin varisi olarak dünyaya gelmiştin. Doğuşunla bolluğu ve bereketi de beraberinde getirmiştin. Senin var oluşun; fakirliğin bolluğa, olumsuzlukların avantaja, hakirliğin ise yüceliğe dönüştürülüşünün adıydı. Sen baban için “KEVSER”, dünyanın bütün geçmiş ve gelecek kadınları için müşahhas bir örneklik abidesi olacaktın. On erkek çocuğa sahip olup baban ile soyu kesik diye alay eden düşünce fukarası cahiller, asıl soyu kesik olanların kendileri olduğunu bilememişlerdi.
Sen ey Fatıma, babanın İbrahim, Nuh, Musa ve İsa’dan devraldığı verasetin tek vasisiydin. Erkek çocuğa sahip olmanın şeref ve itibar nişanesi olarak ifadelendirildiği ataerkil bir toplumda, kız çocuğunun da şerefe nail olduğu, her iki cinsin de yaratıcısı nazarında aynı statüde yer bulduğu gerçeği senin doğumun ile anlam buldu.
Ey Fatıma! Dünyaya geldiğin ev vahyin okuluydu. Sen bu okulda babanın talebesi, baban yani Allah’ın en sevgilisi senin öğreticin idi. Hz. Muhammed ne güzel öğretmen sen ne güzel bir talebe idin. Bu okulda nebevi metodun aşama aşama işlenişine şahit olmuştun.’İKRA’ ilahi emir gereği okuyan babanın ağzından gönüllere ulaşan, inci taneleri mahiyetinde olan aydınlatıcı ve yol gösterici ayetlerin gölgesinde büyümüştün. Ayetleri nakşediyordun o minik yüreğine ve ayetlerle depoladığın yüreğini ne çok severdi baban. Sen kapıda belirdiğinde baban ayağa kalkardı; çünkü sen erdemin, güzelliğin, yüceliğin, asaletin, soyluluğun ve en yüce değerlerin taşıyıcısıydın.
Sen ey Fatıma, gözünü dünyaya açtığın evde yalnız kalmıştın. Ablaların sen doğmadan evlenmişlerdi. Sen, evin tek nazlı çiçeği ve neşesiydin. Baba evin; ilahi eğitimin karargâhı ve inancın merkez üssüydü.
Ey Fatıma! İsminin ne anlama geldiğini en iyi sen biliyordun. İsminin manası ‘cehennem ateşinden ayrılan’ demekti. Çünkü ‘cennetin kapısını cennet ehline ilk sen açacaksın’. Baban senin için: ‘Fatıma cennetin ta kendisi, cennete giriş iznidir.’ derdi. “Bir kadın nasıl olmalıdır?”ın cevabını vermiştin yaşamınla… ‘Parlatıcı’ ve ‘aydınlatıcı’ bir ahlakın vardı ey Fatıma, çünkü sen Zehra’ydın, hayatınla biz kadınlara aydınlığın ve parlaklığın en güzel numunelerini gösterdin. Çocukluğun İslamiyet’in ilk yıllarına rastlar. Yaşadığın asır karanlık bir asırdı. Cehalet diz boyu, insanlar insanlıklarını kaybetmiş, bataklıkta çırpındıkça batıyorlardı. Baban hz. Muhammed insanlığı bu bataklıktan, karanlıktan, çirkeften çekip kurtarmak için Allah-u Teala tarafından peygamberlikle görevlendirmişti ve bu yüce görevin iktiza ettiği sorumluluk şuuruyla; ilahi prosedür gereği en yakınından başlayarak insanlara hakikati anlatmıştı. İnsanın felahını muştulayan bu ilahi gerçekleri göremeyecek kadar kör, işitemeyecek kadar sağır ve akledemeyecek kadar beyinsiz olan cahili toplum senin babanı, O Mübarek Hazreti aşağılamaya başlamış ve yalanlamışlardı. İşkencenin bin bir türlüsünü reva görmüşlerdi babana. Hani bir gün Kâbe’de namaz kılarken, secdede iken Mekke müşrikleri babanın sırtına deve işkembesi koymuşlardı da sen babanın sırtını temizlemeyene kadar baban doğrulamamıştı secdeden..
Ey Fatıma! Allah ve Resulüne iman edenler İslam’ın ilk yıllarında işkencenin, eziyetin, hakaretin ve zulmün en kötüsünü tatmışlardı. Kula kul olunmayacağını, yalnız tek bir Yaratıcıya tapılacağını ikrar eden İslam’a teslim olan ilk Müslümanlar Mekke müşrikleri tarafından türlü türlü eziyetlere maruz kalmışlardı. Ey Fatıma, işkenceyle vücudu ikiye ayrılan
İslam’ın ilk Şehidesi şerefine nail olan Sümeyye’nin haberini almıştın. Bilal’in haberini de duymuştun. Hani güneşin yakıcı, kavurucu sıcaklığında kumlara yatırılıp karnına ağır taşlar koyularak kendi elleriyle yonttukları putlara tapmaya zorlanan Bilal’i ve Bilal gibi işkence gören Yasir ailesinin de haberini duymuştun. Hani İslam’ın işkence yıllarında müminler birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye ediyorlardı. Sabrın ne demek olduğunu en iyi sen biliyordun.
Sen o minicik bedeninle tüm bu sıkıntıların en yakın tanığıydın. Babanın yüzü suyu hürmetine yaratılan şu koskoca dünyayı nasıl babana dar etmişlerdi. Kendi yurdunda her türlü zulme maruz kalan baban belki bir iman eden olur umuduyla Taif’e yol almıştı. Taif’te taşlanan ve ayakları kan revan olan baban o durumda bile Taif halkına ne güzel dua etmişti.
Ey Fatıma! Beni Haşim vadisinde üç yıl boyunca baban ve ona iman edenler; açlığa, susuzluğa ve sıkıntılara terkedilmişti. Mekke müşrikleri babanı ve ona inananları caydırmak için Beni Haşim vadisinde açlığa ve susuzluğa mahkûm etmişlerdi sizleri. Annen Hatice’nin açlıktan yorgun düşmüş bedenini her gün görüp kahroluyordun. Annen Hatice, Mekke’nin en zengin kadınıydı. Ancak tüm zenginliğini İslam’a adamıştı. Adamışlığın ve adanmışlığın huzuruydu O’nu dertler yumağıyla örülmüş Ebu Talip Vadisinde açlığa, susuzluğa, sıkıntılara, hastalıklara karşı metanete sevk eden. Bu ambargoya annenin hasta ve yorgun bedeni daha fazla dayanamamıştı. Anneni kaybetmiştin. Baban ne kadar üzülüyordu ve sen ne kadar mahzun ve üzgündün Baban en büyük destekçisi ve yardımcısını kaybetmişti. Babanın tek tesellisi Cebrail’den aldığı mesaj idi. “Hatice’yi cennetteki en görkemli köşklerden birine yerleştirdim. Şimdi O İmran kızı Meryem ve Asiye ile birlikte altın ve yakuttan bir köşkte oturmaktadır.” Evet. Dünyada Allah ve Resul’ü için çektiği sıkıntıların mükâfatıydı bu.
Beni Haşim vadisindeki dertler ve sıkıntılarla geçen muhasara yıllarına dayanamayan Ebu Talip de vefat etmişti. Mekke ahalisinin olanca kızgınlığına, tehlikelerine ve öfkesine karşı Ebu Talip babanı nasıl da koruyup kollamıştı. Baban şimdi arkadaşı Hatice ve koruyucusu olan Ebu Talib’i kaybetmenin hüznünü yaşarken sen ne yapacağını bilememenin vermiş olduğu çaresizliğinle babana teselli olmanın mücadelesini vermeye başlamıştın. Bir anne sıcaklığıyla müşfik duruşunla babanın ‘Ümmü Ebihası’ olmuştun. Sen Haniye idin. Şefkat ve merhametin öyle çoktu ki sana Haniye diyorlardı. Öyle güzel bir evlat olmuştun ki baban üzülmesin diye O’nu yalnız bırakıp evlenmek istemiyordun. Sen baban için bir nimettin. Çocukluğundan itibaren babanın hamisi olmuştun ve babanın yanından ayrılmak istemiyordun. Ancak her işin en iyisini ve en güzelini en iyi bilen Yüce Yaratıcı seni çocukluğundan beri (takdiri ilahi gereği) yanınızda büyüyen Ali’ yi sana eş olarak uygun görmüştü ve baban, Ali ile evlenmeni istiyordu. Ve evlilik vakti gelmişti. Evlilik vakti senin için ayrılık vakti demekti. Ne çok ağlamıştın babandan ayrılacağın için.
Ey Fatıma! Senin evlilik hayatın sıkıntılar içinde geçmişti ancak sen zaten sıkıntılar içinde büyümüştün ve sıkıntılar seni olgunlaştırmıştı. Fakirliğin, açlığın, yokluğun ne demek olduğunu çok iyi biliyordun. Ne kadar çok çalışıyordun. Evine o kadar çok su taşıyordun ki; kırba ellerinde iz bırakmıştı. El değirmeniyle o kadar çok buğday öğütürdün ki; ellerin nasır bağlamıştı. Evini o kadar çok süpürürdün ki; zayıf bedenin yorgun düşerdi. Bu yorgunluğuna, çok çalışmana eşin Ali ne çok üzülürdü ve sana ‘git babandan bir hizmetçi iste’ demişti de sen babana gitmiş ancak kızın senden ev işlerinde yardımcı olsun diye bir yardımcı istiyor şeklindeki arzuhalini söylemeye çekinmiştin. Bir sıkıntının olduğunu fark eden baban, hemen evine gelip sıkıntını sormuştu ve eşin Ali durumu babana izah edince babanın vermiş olduğu cevabı, bir ders olarak kalbine ve hayatına nakşetmiştin. Sen zaten bu tür derslere alışıktın. Bir hizmetçinin yerine ‘subhanallah’, ‘elhamdülillah’ ‘Allah u Ekber’ zikirlerini hayatının her demine en güzel yardımcı ve dost olarak kaim etmiştin.
‘Kadının cihadı kocasına iyi eş olmasıdır.’ derdin. İlahi dinin yeryüzüne hâkim kılma savaşlarından yorgun ve yaralı bir durumda eve dönen eşinin yaralarını sarardın. Ve eşin senin güler yüzünü görünce bütün üzüntülerini unutuverirdi. Günlerce aç kalırdın da bunu seferden dönen eşine söylemekten çekinirdin; çünkü eşinin yiyecek bulamayıp üzüleceğinden endişe ederdin ve bu düşünceyle aç kaldığını söylememeyi tercih ederdin.
Ey Fatıma! Evinde bulunan yiyeceğin miktarına bakmadan, yarını hesap etmeden kapını çalan her muhtaca günlük rızkını verirdin. Hani mübarek ramazan ayının birinde iftar saati kapını çalan bir fakire iftar yemeğini vermiş ve o gün sadece su ile iftar etmiştin. İkinci ve üçüncü günde yine iftar saati muhtaç olup ta kapını çalan kişilere iftar yiyeceğini vermiş ve sen yine su ile iftar etmiş idin. Başkalarının nefsini kendi nefsine tercih ederdin. ‘İsar’ senin ahlakının bir başka güzel yönüydü. Sen Ali-yel Murtaza’ya ne güzel bir eş olmuştun.
Çocuklarına ne güzel anne olmuştun. Beş çocuğunun mürebiyyesiydin. Onları öyle güzel bir ahlak ile terbiye etmiştin ki, Hasan gibi İslam’ın maslahatı için mücadele veren bir kahramanı, Hüseyin gibi Kerbela da zalimin zulmüne karşı kıyam edecek bir yiğidi, Zeynep ve Ümmü Gülsüm gibi Beni Ümeyye’nin zulüm rejimini ifşa etmek maksadıyla topluluklara hutbeler okuyacak evlatlar yetiştirmiştin.
Ey Fatıma! O kadar çok ibadet ederdin ki, ibadet için o kadar çok ayakta dururdun ki ayakların şişerdi.
Ey cennet kadınlarının seyyidesi! Mübarek babanın ahirete irtihaline ne çok üzülmüştün ve bu üzüntün babana kavuşacağın güne değin sürmüştü. Sen bu dünyada ki medarı maişetini kaybetmiştin. Allah’ın Resulü senin yaşama dayanağındı. Dayanağını kaybetmiştin. Dayanağı olmayan insanlar çok zor yaşar ey Fatıma, bunu Rabbin en güzel bilendi ve dayanaksız yaşamana; çok zor bir yaşam sürmene izin vermeyen Allah, firak acını dindirip sana mutahhar bir ölümü seçti. Senin doğumun ve varlığın da mutahhar idi ve ölümünde tertemiz olmuştu. (Selam olsun sana ve dirileceğin güne)
Ey Fatıma! Kısacık olan ömründe biz kadınlara ne güzel örnekler sunmuştun. Babasının ideal kızı, eşinin ideal hanımı, çocuklarının ideal annesi; ahlakın, duruşun ve her davranışınla Allah’ın razı geldiği kadın modelinin sembolü olmuştun.
Senin yaşamını beğenmek ve senin ahlakını örnek almak seni sevmektir ey Fatıma! … Kişi sevdiğiyle beraberdir. Seni seviyoruz ancak ne çok uzağız senden…