TEFSİR FECR Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
FECR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

FECR Suresi 15. Ayet
FECR Suresi 15. Ayet
Fecr Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen dokuzuncu, iniş sırasına göre onuncu sûredir. Leyl sûresinden sonra, Duhâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Fecr Sûresi Hakkında

Fecr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 30 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “tan yerinin ağarması, sabah aydınlığı” mânasına gelen اَلْفَجْرُ (fecr) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 89, iniş sırasına göre 10. sûredir.

Fecr Sûresi Konusu

Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini, nihâyetsiz ilim ve hikmetini gösteren varlık ve hadiselere yemin edilerek, bir taraftan da helak edilmiş önceki toplumlardan misaller verilerek insanlık, dünya imtihanının farkında olmaya, Allah’a ve âhirete imana ve O’na kulluk ve teslimiyete çağrılır. Kıyâmetin dehşetli manzaralarından kesitler sunularak, mü’minlerin ve kâfirlerin âkıbetleri haber verilir.

Sure, yemin ile başlamaktadır: "Andolsun fecre (tan yerinin ağarmasına), on geceye, çifte ve teke, yürüyüp gitmeye yüz tutan geceye. Bunda (bu anılan şeylerde) akıl sahibi için bir yemin var, değil mi? (1-5).

Bu ayetlerin tefsiri hakkında ve özellikle "Çift" ve "tek" kelimeleri için birçok görüş ileri sürülmüştür Üzerine yemin edilen dört şeyin, Mekkeli kâfirlerin ahiretin ceza ve mükâfatını inkârlarıyla ilgisi vardır. "On''dan kastedilen, ayın otuz gecesinin her on gecesi; "çift" ve "tek"ten murad ise, kâinatın bütün unsurlarını kapsar. Günlerin devri, gece ile gündüz, aynı günlerinin tarihi olabilir. "Fecr", tan yerinin ağarması; "geçen gece", güneşin çıkmasıyla batmak üzere olan karanlıktır. Bu dört şey, Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın hikmetinin en güzel delilleridir.

Allah, bu ayetlerde fecr vaktine, ayın fârklı durumlar aldığı gecelere yemin etmekte, böylece bu vakitlere dikkat çekmektedir. Başka yerlerde de gündüze ve gündüzün çeşitli kısımlarına-kuşluk vaktine, -ikinci vaktine- yemin etmektedir. Böylece zaman dilimlerinin tamamına dikkat çekilmiş olmaktadır. Zaman, bütün olaylar için kaçınılmaz bir unsurdur. Geçmiş olayların hepsi zaman içerisinde akıp gitmiştir. Geçen bir ânı geri getirmek, hiç bir yaratığın imkânı dahilinde değildir. İnsânoğlu, olayların geçtiği mekân unsurunun farkındadır ama zamanın akıp gidişini çoğu zaman hesaba katmamakta, onu hatırlamamaktadır. Oysa her geçen an, insanın ömründen geçmektedir; ömrünü eksiltmektedir. Ve akıp giden zaman içinde ne büyük olaylar gelip geçmiştir:

"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd ' (kavmin)'e? Yüksek sütunlarla dolu İrem 'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd (kavmin)e? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? (Kazıkları çakıp ordusuna çadırlar kurduğu veya insanları kazığa vurarak, işkence ettiği için Firavun, bu sıfatları almıştır). Bunlar, ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin, onların üzerine azap kırbacını yağdırdı. Elbette Rabbin gözetleme yerindedir" (6-14).

Gece ve gündüzün nizâmı, ceza ve mükâfatın varlığına delil gösterildikten sonra, onun muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden delil getirilmektedir. Ahirete iman etmeyenlerin akıbetine bir kaç misal zikredilmektedir.

Âd kavmi, Hûd peygamber'i yalanlamıştı. Âd Kavmi'ne İrem denilir. Bunlar Sâmı ırkından Hz. Nuh'un oğlu İrem'den gelmişlerdi. Onların bir kolu da Semûd'dur. Âd kavmi, yüksek binalar inşa eden bir kavimdi ve yeryüzünde büyüklük taslayanlardandı. Dünyada eşi olmayan benzersiz, şanlı, güçlü bir milletti. Dağları yontarak evler yapmışlardı. Firavun da muhteşem ehramlar yaptırmıştı. Onlar, asırlardır yeryüzünde kazık gibi durmaktadır. Firavun da haddi aşanlardan, defalarca ilâhı davet kendisine iletilmesine rağmen bile bile büyüklenen, hatta kendini tanrı ilân eden bir sapık ve azgındı. Ad kavmi ile Firavun ve hanedanı insanlara çok kötülük ettikleri ve hidayetten saptıkları için Allah'ın azabı onlara hak olmuştu. Bu azabla helâk oldular. Onlar, Allah'ın kâinatın hâkimi ve gözetleyicisi olduğunu bilmezlikten geliyorlardı, gâfildiler, fesad ve fitne çıkarıyorlardı kendi kendilerine zulmediyorlardı, bile bile azabı çağırıyorlardı. Şımardılar, Allah'ı unuttular, ayetleri bile bile inkâr ettiler: Helâkları da onların bu azgınlığından kaynakladı.

Geçen zaman, gece karanlığı gibi bu büyük olayları örtmüştür. Ama aklı olan, bunları hatırlamalı ve onlardan ibret almalıdır.

Gündüz işlenmiş olsun, gece işlenmiş olsun, Rab Teâlâ yapılan şeylerin hepsinden haberdardır. Zulmedip yeryüzünde fesat çıkaranların uğrayacağı âkıbet, yukarıdaki âyetlerde anlatılanların âkıbeti gibi olacaktır. Ne var ki insanların çoğu bundan gaflet içindedir:

"Fakat insan böyledir; Rabbi, ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunursa, ona nimet verirse: 'Rabbim bana ikram etti' der. Ama Rabbi, onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabbim beni küçük düşürdü (perişan etti)' der. Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeğe (birbirinizi) teşvik etmiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz" (15-20)

Mal, mülk insan için bir imtihandır. Şeref ve zilletin ölçüsü daima mal, para, mülk olmuştur. Oysa Allah, insanları şükürde veya nankörlükte, sabırda, isyanda, masiyet ve itaatte dener. Asıl olan iyiliktir. Gözünü mal hırsı bürümüş kötü ahlâklı kişiler, yetimin malını yerler, yoksulu doyurmazlar. Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da teşvik etmezler. Mirası hakça değil, zorbalıkla ele geçirirler; helâl-haram, hak-bâtıl olup olmadığına bakmazlar.

Bu ayetlerde insanların mala düşkünlüğü anlatılıyor. Aslında malın azlığı da, çokluğu da insan için bir imtihan vesilesidir. Malı kullanma hususunda da Allah'ın kendisini gözetlediğini insan bilmelidir. O halde akıl sahibine yaraşan, mal ve dünyaya olan bu aşırı tutkudan vazgeçmektir. Çünkü bir gün gelecek, malı kendisine fayda vermeyecektir:

"Hayır, (bu yaptığınız doğru değildir). Yer çarpılıp parçalandığı zaman, melekler sıra sıra olduğu halde, Rabbin geldiği zaman. Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insanlar anlar, ama artık anlamının kendilerine ne faydası var? (O zaman insan): 'Ah, keşke ben, bu hayatım için (iyi işler yapıp) gönderseydim: ' der. O gün Allah'ın (vereceği) azabı hiç kimse veremez. Onun (vuracağı) bağı kimse vuramaz; Ey, huzura eren nef s! Razı edici ve râzı edilmîş olarak Rabb'ine dön! (iyi) kulların arasına gir! Cennetime gir!"(21-30).

Mala açgözlülüğünüz, dünya hayatına dalmışlığınız, size hesap gününü unutturur. Yaptıklarınız karşılıksız mı kalacak sanıyorsunuz? Hesap günü, yaptıklarınızdan dolayı pişman olacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak. Resullere uymamakla ne büyük hata ettiğinizi anlayacaksınız, ancak artık cehennem size hak olmuştur. Oysa bakın, iyi kullarıma da ben cenneti va'detmiştim, Onlar, inanıp iyi amellerde bulundular; hak dine iman edip, yahıız bana ibâdet ettiler; tam bir kalp imaruyla bana bağlandılar; benim rahmetimi umdular. İşte, onları cennetime koymam haktır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
FECR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Yemin olsun fecre,

2. On geceye,

3. Çifte ve teke,

4. Geçip gitmekte olan geceye!

5. Akıl sahibi olanlar için, bunlarda gerçeği kanıtlayan bir yemin değeri var, değil mi?


Cenâb-ı Hakk’ın yüce kudretini gösteren ve böyle sonsuz bir kudret sahibi olan Zât’ın ölüleri yeniden diriltip âhiret hayatını var etmeye, orada kâfirleri cezalandırmaya kâdir olduğunu bildiren varlıklar üzerine yemin edilerek söze başlanır:

Yemin edilen birinci husus, اَلْفَجْرُ (fecir)dir. Fecr, tan yerinin ağarmaya başlama ve sabah aydınlığının ortaya çıkıp ufuktan dünyaya doğru yayılma vaktidir. Fecirle birlikte gece karanlığı sona erer ve gündüz başlar. Her insanın hayat defterinde yeni bir sayfa açılır. Bu vakit zihnin en sâkin, gönlün en huzurlu, ortalığın en durgun olduğu bir zamandır. O vakit ibâdet ve ilimle meşgul olmak çok feyizli ve bereketlidir. Bu sebeple günlük hayat içinde o vaktin ehemmiyetine dikkat çekilir. Ayrıca fecir vakti, ortalığın yavaş yavaş ağarmaya başlamasıyla birlikte, uykuya dalmış canlıların uyanmaya başladığı zamandır. Bu uyanış, hem İslâm’la birlikte ruhların uyanışına hem de âhiretteki yeniden dirilişe işaret eder.

Yemin edilen ikinci husus, “on gece”dir. Bundan maksat ayın otuz gecesinin her on gecesidir. Yâni ayın ince bir tırnak şeklinde olduğu ve her gece büyüyerek aydınlığa ulaştığı ilk on gece; ayın büyük bir kısmının aydınlık olduğu ikinci on gece; nihâyet ayın yavaş yavaş küçülerek gecenin karanlık kısmının arttığı ve sonunda tamamen karanlık olduğu son on gecedir. Her ay aksamadan devam eden bu nizam, ne müthiş bir kudret akışı ve azamet tecellisidir. Ayın bu hareketlerinin, peyderpey büyütülüp küçültülmesinin, hem zamanın tespiti hem de insan hayatının devamı bakımından çok büyük ehemmiyete sahip olduğu bilinmektedir.

Yemin edilen üçüncü ve dördüncü husus, “çift olan” ve “tek olan”dır. Tek olan, sadece ve sadece Allah Teâlâ’dır. Çift olan ise O’nun yarattığı bütün mahlukattır. Zira Cenâb-ı Hak kendisinin tek olduğunu (bk. İhlas 112/1), varlıkları ise çift yarattığını haber verir. (bk. Yâsîn 36/36; Zâriyât 51/49)

Yemin edilen beşinci husus ise “geçip gitmekte olan gece”dir. Bu yemin de gündüz aydınlığının yaklaştığını haber verir. Dolayısıyla hem fecre, hem de geçip gitmekte olan geceye yemin edilmesi, dünyayı bastırmış olan şirk, küfür ve isyan karanlıklarının Resûlullah (s.a.s.)’e inmekte olan vahiy nuruyla aydınlanmaya başladığına işaret eder. Mü’minleri kuşatan çile, işkence, her türlü zorluk ve meşakkat karanlıklarının dağılmaya yüz tuttuğunu ve bunların yerini kurtuluş ve başarının aydınlığına bırakacağını müjdeler. Ayrıca karanlık gecelere benzeyen dünya hayatının, mahşerin aydınlığına doğru yol almakta olduğuna ışık tutar.

Üzerine yemin edilen bu varlıklar, kâinatta büyük ve eşsiz bir nizamın ve bunu tanzim eden nihâyetsiz bir kudretin var olduğunu gösterir. Bu sebeple yemin edilmeye değer varlıklardır. Bunu yapan kudret elbette istediği her şeyi yapmaya, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Nitekim, âhirete inanmayıp peygamberlerine karşı gelen, bu sebeple yeryüzünde azgınlık ve bozgunculuk eden önceki kavimlerin başlarına gelenler, ilâhî kudretin bir başka tezâhürü, onun gözler önünde cereyan eden canlı şâhitleridir. Şöyle ki:

6. Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?

7. Yüksek binalarla dolu İrem’e?

8. Ki, beldeler arasında onun eşi benzeri yaratılmamıştı.

9. Vâdilerde kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semûd kavmine?

10. Büyük saltanat ve çok sağlam kaleler sahibi Firavun’a?
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Bunların hepsi, yaşadıkları ülkelerde azdıkça azdılar.

12. Taşkınlıklarıyla oralarda çokça bozgunculuk yaptılar.

13. Bu yüzden Rabbin onlar üzerine azap kamçıları yağdırdı.

14. Çünkü Rabbin, kullarını devamlı sûrette gözetlemektedir.


Azgınlıkları sebebiyle helak edilen üç kavme yer verilir. Bunlar Âd ve Semûd kavimleri ile Firavun’dur. Kur’ân-ı Kerîm bunların ibret verici kıssalarını tekrar tekrar anlatır. Ancak burada o kavimlerin dünya hayatındaki zenginlik, saltanat ve şa’şaalarına dikkat çekilir:

Âd kavmi, Hûd (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Uzun boylu, iri cüsseli, güçlü kuvvetli kimseler idiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan daha üstün kimse yoktu. Güçlerine güvenir, bununla iftihar ederlerdi. Nitekim onlar hakkında şöyle buyrulur:

“Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: «Bizden daha güçlü kim varmış?» dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha güçlü olduğunu görmüyorlar mıydı? Doğrusu onlar, bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)

Bunlar bir şehir yapmışlardı. İsmi “İrem”di. Bu şehir ذَات الْعِمَادِ (zâtü’l-imâd), yâni “sütunlar, direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu vasıf, bu şehirde evlerin direkler üzerine kurulduğunu anlatır. Bu şehir evleri, bağları, bahçeleri, sularıyla güzellik numunesi olarak dillere destan olmuştur. “İrem bağları” diye edebiyata girmiştir. Âyet-i kerîme, bu şehrin dünyada benzeri görülmemiş bir güzellik ve ihtişama sahip olduğunu haber vermektedir.

Semûd, Sâlih (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Onlar da güçlü, varlıklı, nimetler içine gark olmuş bir toplumdu. Burada dikkat çekilen, yaptıkları evlerdir. Onlar vâdi kenarındaki dağları, kayaları yontarak evler yaparlardı. Nitekim bunlar hakkında: “Şımarık kimseler olarak dağlardan büyük bir ustalıkla görkemli evler yontuyorsunuz” (Şuarâ 26/149) buyrulur.

Firavun ise ذُو الْاَوْتَادِ (zü’l-evtâd) yani “direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu ifade onun askerlerinin ve bu askerlerin çadırlarının çokluğunu gösterir. Ayrıca bununla Firavun’un yaptırmış olduğu saraylara, derin temeller üzerine oturtulmuş sağlam binalara ve meşhur piramitlere işaret edilir. (bk. Sād 38/12) Buna göre Firavun, askerî gücüyle, bina ve saraylarıyla büyük bir saltanat sahibiydi. Zaten kendisi de: “Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi?” der, özellikle Hz. Mûsâ ve İsrâiloğullarına karşı böbürlenirdi. (bk. Zuhruf 43/51)

Bunlar, kendilerine verilen nimetlerle şımardılar. Gururlanıp kibirlendiler. Azgınlaşıp taşkınlık yaptılar. Bulundukları ülkeleri fesada boğup oradaki düzeni alt üst ettiler. Zulüm ve haksızlık yaptılar. Bu yüzden ilâhî cezaya çarptırılıp azap kamçılarıyla helak edildiler:

“Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)

Çünkü Allah, bir gözetleme yerinden pür dikkat gözetleme yapan bir gözetleyici gibi, her an ve her durumda onların yaptıklarını gözetlemektedir. Olan biteni görmekte ve şâhit olmaktadır. O hiçbir şeyi kaçırmamaktadır. Her birine bakmaktadır. Ameline göre de hem dünya hem âhirette uygun bir karşılık verecektir.

O halde bir toplumda idareciler ve mesuliyet sahibi kimseler, her türlü inanç, amel, davranış ve uygulamalarında Allah’ın hükümlerini, O’nun peygamberinin ve kitabının davetini hiçe sayar, yalanlar, hak ve adâlet ölçülerinden sapar ve neticede ülkeyi fitne ve fesat ortamı hâline getirirlerse, kaçınılmaz bir şekilde helaki hak etmiş olurlar. Bu tehdit, ilk olarak zenginlikleriyle şımarıp Peygamberimiz (s.a.s.)’in davetini reddeden, onun beraberindeki fakir müslümanları küçümseyen müşrik liderlere olsa da, kıyamete kadar durumu bu şekilde olan herkes için geçerlidir. Çünkü zaman geçse de insan gerçeği, insan psikolojisi, onun nefsine ve ruhuna terettüp eden hadiseler değişmemekte, her devirde müspet ya da menfi ayniyle tekerrür etmektedir:

15. Ama insan, Rabbi onu varlıkla sınayıp da kendisine ikramda bulunduğu ve bol bol nimetler verdiği zaman: “Rabbim beni şerefli kıldı” der.

16. Buna karşılık onu darlıkla sınayıp da rızkını kısıverince: “Rabbim beni rezil, perişan etti” der.


Genel olarak insanın, özel olarak da inanmayan insanın zayıf karakteri anlatılır: Dünya imtihan yeridir. Burada insana sunulan her nimet, her imkân aslında birer imtihan sorusudur. Nimetlerin bolluğu veya azlığı da sadece imtihanla alakalı bir durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak: “…Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz” (Enbiyâ 21/35) buyurmaktadır. Yoksa bunlar, kesinlikle kişinin Allah katındaki derecesini gösteren bir şey değildir. Fakat Allah’a ve âhirete imanı tam olmayan insan, bu dünyada mal, varlık ve iktidar elde etmeyi her şeyin ölçüsü kabul eder. Kendisine bunlar verildiğinde “Allah bana değer verdi, beni şerefli kıldı” der. Allah katında değerli bir kişi olduğu için kendisine bu malın mülkün verildiğini sanır. Bu sebeple övünür, gururlanır ve başkalarına üstünlük taslar. Tam aksine imkânları daraltılırsa, mâlî bakımdan biraz zor durumda kalsa bu kez “Allah bana değer vermedi, beni zelil ve perişan etti” der. Çünkü ona göre şeref ya da zilletin ölçüsü, dünyada mal ve iktidar sahibi olmaktır. Bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir. Kur’an’a göre, izzet ve zilletin ölçüsü madde değil mânadır. Mal, mülk ve iktidar değil, takvâdır. Yani kişinin kulluk keyfiyeti ve ahlâkî kemâlidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

AYET-İ KERiME

“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır.” (Hucurât 49/13)

AYET-İ KERiME

“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)


Bu sebeple devam eden âyetlerde değer ölçüsü olarak takvâyı, iman ve sâlih amelleri değil de dünya malını tanıyan insanda baş gösteren nefsânî hastalıklara dikkat çekilir:

17. Hayır! Doğrusu siz, Allah’tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz yetîme değer vermiyor, ona ikram etmiyorsunuz.

18. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

19. Mirastan ne gelse, helâl-haram demeden alabildiğine yiyorsunuz.

20. Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz.


Âyetlerin meâlinden de anlaşılacağı üzere bu tip insanlar:
Birincisi; kendileri Allah’tan ikram beklerken, en çok ikrama muhtaç olan yetimleri görmezden gelir, onlara ikram etmezler. Onlara değer verip, ellerinden tutarak hallerini düzeltmeye çalışmazlar. Halbuki yetimlere alaka gösterip onları koruyup kollamak, Allah katında çok makbul bir ameldir.

İkincisi; fakiri, yoksulu, yâni muhtaçları yedirip doyurmaya, ihtiyaçlarını karşılamaya teşvik etmezler. Kendileri bu işi yapmadıkları gibi, başkalarını da yönlendirmezler. Aksine ondan kaçınır, birbirlerini bunu yapmaktan nefret ettirirler. Hatta o fakirler üzerinden geçinmek isteyip taşkınlık ederler. Çünkü onların böyle bir dertleri yoktur. Bütün dert ve kaygıları kendi menfaatlerinin peşinden koşmak, midelerini tıka basa doldurmak, her türlü nefsânî hazlarını tatmin yollarını aramaktır. Zira bu tipler, nefsin derin çukurları içinde boğulup kalmış zavallılardır.

Üçüncüsü; yine aynı dünya perestliğin ve madde tutkusunun sevkiyle mirası yerler. Onun helâl mi haram mı olduğuna bakmadan üzerine konar, oburca yerler. اللم (lemm), iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, derleyip biriktirmek, bir de bir yere inip konmak mânalarına gelir. Burada “yeme”nin sıfatı olması bakımından, “haramına helâlına bakmayıp yiyişte toplamak, toptan yemek, yahut hazıra konarak nereden geldiğini düşünmeksizin acımadan yemek” mânalarını ifade eder. Bu, hak ve hukuku gözetmeyerek şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına yemek, demektirr.

Dördüncüsü; malı çok severler. Bütün hırslarıyla, arzu ve tutkularıyla malı severler. Helâl, haram demeden, bulup alıp biriktirmek isterler. Kapıp göğüslerine basarlar. Halbuki sahibinin elinde hayır için sarf edilmeyip yığılan mal, mirasyedilerin ellerinde eğlence yollarında yenilip yok olup gitmektedir. Kazanıp yığana günah ve vebalinden başka bir şey kalmamaktadır. Şâirin ifadesiyle:

“Cem‘-i mal eylediğin râhat içündür ammâ
Renci artar ağır oldukça yükü hammâlın.”
(Sâmî, Arpaemînizâde)

“Gerçi sen biraz rahat yaşamak için para ve mal sahibi olmaya bakıyor ve eline geçenleri de biriktiriyorsun. Ama düşün ki, hammalın sırtındaki yük çoğaldıkça veya ağırlaştıkça, zavallının da sıkıntısı, ağrı ve sızısı o nispette fazlalaşır.”

Gerçek şu ki, bütün bunlar âhireti düşünmemek, Yüce Allah’ın her an “gözetleme yerinde”n, bir avcı dikkatiyle kullarını gözetlediğini hesaba katmamaktan kaynaklanmaktadır. Halbuki hesaba katmadıkları o kıyamet mutlaka kopacaktır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu,

22. Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!

23. O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, tüm yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?

24. Ölümcül bir pişmanlık içinde: “Keşke sağlığımda şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım” der.

25. O gün Allah’ın vereceği azabı hiç kimse veremez.

26. O’nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.


Kıyâmetten korkunç bir manzara sunulur: الدك (dekk), duvar ve dağ gibi yüksek olan şeyleri çarpıp darmadağın etmek, parçalayıp toz toprak haline getirmek veya yükseği dümdüz etmek anlamlarına gelir. Bu, birbiri ardınca gelen iki şiddetli sarsıntı ile dağların yerle bir edilip, yüksekliklerin ve alçaklıkların düzleneceğine işaret eder. Mevzu ile alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“O gün bir sarsıntı dünyayı şiddetle sarsar her şeyi yıkar. Onu arkadan gelip insanları kabirlerinden kaldıran ikinci sarsıntı izler.” (Nâziât 79/6-7)

“Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde, yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde, işte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka 69/13-15)

“Rasûlüm! Sana kıyâmet gününde dağların ne halde olacağını soruyorlar. De ki: «Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bir halde bırakacak. Öyle ki, orada ne bir çukur göreceksin, ne de bir tümsek!»” (Tâhâ 20/105-107)

O gün Rabbimiz gelecek, melekler de saf saf dizilecektir. Görüldüğü üzere, “Rabbin gelmesi” müteşâbih bir ifadedir. Bu, “Allah’ın bir yerden bir başka yere gelmesi” şeklinde anlaşılmaz. Dolayısıyla burada temsilî bir anlatım vardır. O gün Allah Teâlâ’nın hâkimiyet, iktidar, saltanat ve kahhâriyet alametleri tüm netliği ile ortaya çıkacaktır. Nitekim dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar. İşte âyette “Rabbin gelmesi” tabiri bunun için kullanılmıştır.

İşte böyle dehşetli bir günde imansız veya suçlu insan, dünyada ne yaptığını hatırlayacak ve bu yüzden çok üzülecek, pişman olacak, utanacaktır. Fakat o gün üzülmenin ve utanmanın hiç faydası olmayacaktır. İkinci olarak, o gün insanın aklı başına gelecek ve peygamberlerin dediğinin doğru olduğunu anlayacaktır. Ayrıca peygamberlerin tebliğini kabul etmemekle ne büyük aptallık ettiğini görecektir. Ancak bu, ona hiçbir yarar sağlamayacaktır.

Fakat iman, sâlih ameller ve güzel ahlâk ile itiminâna ermiş insanın durumu farklıdır. Yüce Allah ona şöyle hitap edecek:

27. Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!

28. Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!

29. Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!

30. Cennetime gir!


Bu hitap, kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzur ve itminâna erişmiş, gönül huzurunu elde etmiş mü’mine ölüm anında veya mahşer yerinde yapılır. Gaybın kapılarının açıldığı, ilâhî sır perdelerinin aralandığı o kritik anda mü’min, kendine verilen ebebî cennet müjdesi ile sevinir. Korkuları zâil olur, içi huzurla dolar. Çok güzel bir yolculuğa çıkmanın, cennet ve cemâlullaha doğru yol almanın son derece tatlı heyecanını duymaya başlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet 41/30-32)

Bu âyetlerde “mutmainne, râziye ve merziye” olmak üzere nefsin üç mertebesine işaret edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka âyet-i kerîmelerde de yine nefsin “emmâre, levvâme ve mülhime” mertebelerine işaret edildiği görülür. Dolayısıyla bunlar, emmâre derekesindeki ham bir nefisten tezkiye edile edile merziye ve kâmile seviyesine erişmiş ve cennete girmeyi hak etmiş kâmil bir nefse ulaşmanın kademelerini gösterir. Âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız bunlar üzerinde derinlemesine tetkikler yaparak İslâm ahlâk ve tasavvufunun temel esaslarını tespit etmişlerdir. Kur’an ve sünnet çerçevesinde nefsin terbiyesi, tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle alakalı son derece makul ve uygulanabilir usuller ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle kısaca nefsin mertebelerini izah etmek faydalı olacaktır.

Mânevî terbiye ve tekâmül esnâsında müşâhede edilen nefsin hâl ve mertebeleri yedi kısımda mütâlaa olunur:

Birincisi; اَلنَّفْسُ الأمَّارَةُ (nefs-i emmâre): Kulu Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye sevk eden en ağağı durumdaki isyankâr nefistir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfata sahip olan nefsin tek gayesi, olur olmaz arzularını ölçüsüzce tatminden ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın yardımcısı olmuş; keyfine, zevkine ve günaha düşkün olan nefistir. Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir. Aslında nefs-i emmâre, sahibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. “Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) âyet-i kerîmesi, bu mertebedeki nefsi anlatır.

İkincisi; اَلنَّفْسُ اللَّوَامَةُ (nefs-i levvâme): Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesâba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesâfe alırlar. “Levm etmek”; kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdânı sızlayan, bu yüzden de kendisini şiddetle kınayan nefistir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz. Bu kimselerin, Allah Teâlâ’nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri çoğunlukla Allah içindir. Ancak ilâhî ilhâmların bahşettiği huzûr ve sükûna tam mânasıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bazı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır. Nefsin ulaştığı bu merhalenin ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Yemin ederim pişmanlık duyup dâima kendini kınayan nefse…” (Kıyâmet 75/2) âyetinden gelmektedir.

Üçüncüsü; اَلنَّفْسُ الْمُلْهِمَةُ (nefs-i mülheme): Nefs-i emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye doğru yükselen mümin, bu merhalede de tevbe ve istiğfara devam eder, günahlardan sakınır, mânevî irşâda gönül verir ve nefisle mücâhedeye devam ederse yavaş yavaş “mülheme” mertebesine ulaşır. Bu mertebede kul, Allah’ın lutfuyla iyi ile kötüyü net bir şekilde ayırt edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme gücüne kavuşur. Kalbi Allah’tan gâfil kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden çok, Hak katındaki mevkiinin endîşesiyle dolar. İmanî gerçekler kalpte günden güne açılmaya başlar. Lâkin bu ilhâm esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek için, bir mânevî rehberin kontrolüne mutlak sûrette ihtiyaç vardır. Nefsin bu mertebesinin “mülheme” tâbiriyle ifade olunması da Kur’ân-ı Kerîm’deki:

“Yemin ederim nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp düzenleyene. Ona kötü ve iyi olma kâbiliyetini ilham edene” (Şems 91/7-8) âyetlerinden gelmektedir.

Dördüncüsü; اَلنَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ (nefs-i mutmainne): Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup, yasaklarından titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakiki ve kuvvetli bir iman ile de huzûr, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefistir. Kalb, zikrullâh bereketiyle şüphe ve tereddüdlerden arınmış, her an şükür ve senâ hâlindedir. Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve bütün insanlığa örnek şahsiyet olan Resûlullah (s.a.s.)’in yüksek ahlâkı, tarifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ ile taçlanmıştır. Mutmainne, Allah Teâlâ’yı tanıyan, takvâ ve yakîn ehlinin nefsidir. Böyle kimselerin gönülleri dâimâ Hakk’ın zikriyle meşgûldür. Şer’î hükümlerin zahiriyle beraber bâtınına da vâkıf olmuşlardır. İşte “Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!” (Fecr 89/27) âyeti nefsin bu mertebesine işaret eder.

Nefs-i mutmainne, Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve desteğiyle hakîkat, sekînet ve yakîne kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhâmlara da nâil olmuştur. Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri ayne’l-yakîn mertebesinde müşâhede hâlindedir. Yâni kalb, tereddüd ve şüphelerden arınmış, gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi’nân ve huzûra ermiştir. Bu hâle erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zâhiren ve hem de bâtınen tereddüdsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde îfâ eder. Üstelik bu kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının zıddını iddia etseler, onda en ufak bir tereddüd hâsıl edemezler. Çünkü o, maddî ve mânevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.

Mutmainneye nâil olan bahtiyar kullar, sırasıyla “râdıye”, “merdıyye” ve “kâmile” denilen üç yüce mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, başarıları nispetinde bunlarla Hakk’a yakınlık ve vuslatın zirvesine ererler.

Beşincisi; اَلنَّفْسُ الرَّاضِيَةُ (nefs-i rādıye): Dâimâ Hakk’a yönelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinden râzı ve hoşnud hâle gelmiş olan nefistir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi iradesinden vazgeçip Hakk’ın iradesinde fânî olmuştur. “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Sen O’ndan râzı olarak” hükmü bu makâma işaret eder. Bu rızâ hâli, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun iradesini cân u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara 2/155)

Bu âyet-i kerîmede ifade buyurulan “sabredenler” zümresinden olabilmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdirine -velev ki o takdir umulduğu ve beklendiği gibi tecellî etmese bile- râzı olmak ve aslâ isyâna düşmemekle mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî iradenin hayır veya şer olarak tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterenlerin, aslâ şikâyet etmeyenlerin makâmıdır.

Bu makâmın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mârûz kalır.” (Tirmizî, Zühd 57)

Bu sebeple şâir Fuzûlî şöyle der:

“Sîne-i çâkimden eksik etme tîr-i gamzeyi,
Ey gönül rânâ bilirsin kim gül olmaz dikensiz.”


“Aşkınla paramparça olmuş sîmenden gamze okunu eksik etme. Ey gönlümün güzeli, sen gülün dikensiz olmadığını bilirsin.”

Muhibbî mahlasıyla şiir yazan Kânûnî Sultan Süleyman da, Allah Teâlâ’ya yakın bir kul olmanın yolunu gösterircesine der ki:

“İhtiyâr-ı fakr eden dergâh ü eyvan istemez,
Zâd-ı gamdan özge hergiz kendiye nân istemez.”


“Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olma niyetiyle gönlen dünyaya yüz çevirip fakr u zarûreti tercih eden kimse ne dergah ister, ne saray ne de köşk. O, gam ve keder azığından başka kendisi için bir ekmek, bir yiyecek de istemez.”
Çünkü bu mertebedeki müminlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir. Zira dünyaya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve kederleri onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdir olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.

Altıncısı; اَلنَّفْسُ الْمَرْضِيَّةُ (nefs-i merdıyye): Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün feyiz ve bereketinden istifade edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk’ın da onlardan râzı olması gerekir. Yâni kulun Allah’tan râzı olması yetmeyip, kâmil bir terakkî için Allah’ın da kulundan râzı olması lazımdır. Diğer bir ifadeyle Hak’tan rızâmız, O’nun yüce rızâsına mazhar olabilecek bir kıvam ve güzellikte olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdirde “merdıyye” sıfatı Allah’a râcî olmasına rağmen, kulun bunu temîne medâr olan amelleri bereketiyle bu makâm kula da izâfe edilmiştir. Buna göre râdıye, Allah’tan râzı olanların; merdıyye ise Allah’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnûd olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mümin, nefsini en güzel bir şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır. Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allah’tan gelen kahır veyâ lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine cennet hil’ati giydirilmiştir. İşte “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı olarak” hükmü, bu hâli ifade etmektedir.

Bu hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allah’ın izniyle bâzı gaybî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle böyle kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli… olur. (bk. Buhârî, Rikāk 38) Onların hâline, kâline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder. Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve o hâllerle hâllenmektedir.

Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.

Peygamberlerin yüce ahlâkından bu güzel hâllere dâir birkaç misâl şöyledir:

Hz. Yâkûb üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir” diyerek beyân eder.

Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb (a.s.), hanımının: “Rabbine dua et de bu muzdarip hâlin son bulsun” şeklindeki talebine:

“– Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim” mukâbelesinde bulunmuştur.

Hz. İbrâhim de ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:

“– Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!” buyurmuştur.

Aslında nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibâret olmakla beraber, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler îtibâriyle bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile veya nefs-i sâfiye denir.

Yedincisi; اَلنَّفْسُ الْكَامِلَةُ (nefs-i kâmile/nefs-i sâfiye): Nefs-i kâmile, tezkiye netîcesinde arınmış, sâf, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Bütün mârifet sırlarının tahsîl edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makâmdır. Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına dayalı bir ilâhî ihsândır. Nefs-i kâmileye erişenlere genellikle irşad hizmeti emanet edildiğinden bu makâma aynı zamanda “irşad makâmı” da denilir. Cenâb-ı Hak, bu makâmdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle, insanları gafletten uyandırıcı bir tesir lütfeder. (bk. Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, İst, 2002, s. 105-147)

Nefsin kötü sıfatlarıyla bunların sebep olduğu feci âkıbeti zikrettikten sonra nefs-i mutmeinnenin büyük bir bayram sevincine vesile olacağını müjdeleyerek sona eren Fecr sûresini, insanın meşakkat içinde yaratıldığına temasla birlikte köleleri hürriyetine kavuşturmak, yoksulları doyurmak, bu konuda sabrı ve merhameti tavsiyeleşmek gibi sarp yokuşu aşıp nefs-i mutmeinneye erişmeyi kolaylaştıracak faziletli davranışları beyân eden Beled sûresi izleyecektir:
 
Üst Alt