21. Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu,
22. Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!
23. O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, tüm yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?
24. Ölümcül bir pişmanlık içinde: “Keşke sağlığımda şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım” der.
25. O gün Allah’ın vereceği azabı hiç kimse veremez.
26. O’nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.
Kıyâmetten korkunç bir manzara sunulur: الدك (dekk), duvar ve dağ gibi yüksek olan şeyleri çarpıp darmadağın etmek, parçalayıp toz toprak haline getirmek veya yükseği dümdüz etmek anlamlarına gelir. Bu, birbiri ardınca gelen iki şiddetli sarsıntı ile dağların yerle bir edilip, yüksekliklerin ve alçaklıkların düzleneceğine işaret eder. Mevzu ile alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“O gün bir sarsıntı dünyayı şiddetle sarsar her şeyi yıkar. Onu arkadan gelip insanları kabirlerinden kaldıran ikinci sarsıntı izler.” (Nâziât 79/6-7)
“Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde, yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde, işte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka 69/13-15)
“Rasûlüm! Sana kıyâmet gününde dağların ne halde olacağını soruyorlar. De ki: «Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bir halde bırakacak. Öyle ki, orada ne bir çukur göreceksin, ne de bir tümsek!»” (Tâhâ 20/105-107)
O gün Rabbimiz gelecek, melekler de saf saf dizilecektir. Görüldüğü üzere, “Rabbin gelmesi” müteşâbih bir ifadedir. Bu, “Allah’ın bir yerden bir başka yere gelmesi” şeklinde anlaşılmaz. Dolayısıyla burada temsilî bir anlatım vardır. O gün Allah Teâlâ’nın hâkimiyet, iktidar, saltanat ve kahhâriyet alametleri tüm netliği ile ortaya çıkacaktır. Nitekim dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar. İşte âyette “Rabbin gelmesi” tabiri bunun için kullanılmıştır.
İşte böyle dehşetli bir günde imansız veya suçlu insan, dünyada ne yaptığını hatırlayacak ve bu yüzden çok üzülecek, pişman olacak, utanacaktır. Fakat o gün üzülmenin ve utanmanın hiç faydası olmayacaktır. İkinci olarak, o gün insanın aklı başına gelecek ve peygamberlerin dediğinin doğru olduğunu anlayacaktır. Ayrıca peygamberlerin tebliğini kabul etmemekle ne büyük aptallık ettiğini görecektir. Ancak bu, ona hiçbir yarar sağlamayacaktır.
Fakat iman, sâlih ameller ve güzel ahlâk ile itiminâna ermiş insanın durumu farklıdır. Yüce Allah ona şöyle hitap edecek:
27. Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!
28. Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!
29. Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!
30. Cennetime gir!
Bu hitap, kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzur ve itminâna erişmiş, gönül huzurunu elde etmiş mü’mine ölüm anında veya mahşer yerinde yapılır. Gaybın kapılarının açıldığı, ilâhî sır perdelerinin aralandığı o kritik anda mü’min, kendine verilen ebebî cennet müjdesi ile sevinir. Korkuları zâil olur, içi huzurla dolar. Çok güzel bir yolculuğa çıkmanın, cennet ve cemâlullaha doğru yol almanın son derece tatlı heyecanını duymaya başlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet 41/30-32)
Bu âyetlerde “mutmainne, râziye ve merziye” olmak üzere nefsin üç mertebesine işaret edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka âyet-i kerîmelerde de yine nefsin “emmâre, levvâme ve mülhime” mertebelerine işaret edildiği görülür. Dolayısıyla bunlar, emmâre derekesindeki ham bir nefisten tezkiye edile edile merziye ve kâmile seviyesine erişmiş ve cennete girmeyi hak etmiş kâmil bir nefse ulaşmanın kademelerini gösterir. Âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız bunlar üzerinde derinlemesine tetkikler yaparak İslâm ahlâk ve tasavvufunun temel esaslarını tespit etmişlerdir. Kur’an ve sünnet çerçevesinde nefsin terbiyesi, tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle alakalı son derece makul ve uygulanabilir usuller ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle kısaca nefsin mertebelerini izah etmek faydalı olacaktır.
Mânevî terbiye ve tekâmül esnâsında müşâhede edilen nefsin hâl ve mertebeleri yedi kısımda mütâlaa olunur:
Birincisi; اَلنَّفْسُ الأمَّارَةُ (nefs-i emmâre): Kulu Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye sevk eden en ağağı durumdaki isyankâr nefistir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfata sahip olan nefsin tek gayesi, olur olmaz arzularını ölçüsüzce tatminden ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın yardımcısı olmuş; keyfine, zevkine ve günaha düşkün olan nefistir. Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir. Aslında nefs-i emmâre, sahibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. “Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) âyet-i kerîmesi, bu mertebedeki nefsi anlatır.
İkincisi; اَلنَّفْسُ اللَّوَامَةُ (nefs-i levvâme): Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesâba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesâfe alırlar. “Levm etmek”; kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdânı sızlayan, bu yüzden de kendisini şiddetle kınayan nefistir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz. Bu kimselerin, Allah Teâlâ’nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri çoğunlukla Allah içindir. Ancak ilâhî ilhâmların bahşettiği huzûr ve sükûna tam mânasıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bazı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır. Nefsin ulaştığı bu merhalenin ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Yemin ederim pişmanlık duyup dâima kendini kınayan nefse…” (Kıyâmet 75/2) âyetinden gelmektedir.
Üçüncüsü; اَلنَّفْسُ الْمُلْهِمَةُ (nefs-i mülheme): Nefs-i emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye doğru yükselen mümin, bu merhalede de tevbe ve istiğfara devam eder, günahlardan sakınır, mânevî irşâda gönül verir ve nefisle mücâhedeye devam ederse yavaş yavaş “mülheme” mertebesine ulaşır. Bu mertebede kul, Allah’ın lutfuyla iyi ile kötüyü net bir şekilde ayırt edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme gücüne kavuşur. Kalbi Allah’tan gâfil kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden çok, Hak katındaki mevkiinin endîşesiyle dolar. İmanî gerçekler kalpte günden güne açılmaya başlar. Lâkin bu ilhâm esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek için, bir mânevî rehberin kontrolüne mutlak sûrette ihtiyaç vardır. Nefsin bu mertebesinin “mülheme” tâbiriyle ifade olunması da Kur’ân-ı Kerîm’deki:
“Yemin ederim nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp düzenleyene. Ona kötü ve iyi olma kâbiliyetini ilham edene” (Şems 91/7-8) âyetlerinden gelmektedir.
Dördüncüsü; اَلنَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ (nefs-i mutmainne): Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup, yasaklarından titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakiki ve kuvvetli bir iman ile de huzûr, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefistir. Kalb, zikrullâh bereketiyle şüphe ve tereddüdlerden arınmış, her an şükür ve senâ hâlindedir. Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve bütün insanlığa örnek şahsiyet olan Resûlullah (s.a.s.)’in yüksek ahlâkı, tarifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ ile taçlanmıştır. Mutmainne, Allah Teâlâ’yı tanıyan, takvâ ve yakîn ehlinin nefsidir. Böyle kimselerin gönülleri dâimâ Hakk’ın zikriyle meşgûldür. Şer’î hükümlerin zahiriyle beraber bâtınına da vâkıf olmuşlardır. İşte “Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!” (Fecr 89/27) âyeti nefsin bu mertebesine işaret eder.
Nefs-i mutmainne, Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve desteğiyle hakîkat, sekînet ve yakîne kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhâmlara da nâil olmuştur. Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri ayne’l-yakîn mertebesinde müşâhede hâlindedir. Yâni kalb, tereddüd ve şüphelerden arınmış, gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi’nân ve huzûra ermiştir. Bu hâle erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zâhiren ve hem de bâtınen tereddüdsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde îfâ eder. Üstelik bu kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının zıddını iddia etseler, onda en ufak bir tereddüd hâsıl edemezler. Çünkü o, maddî ve mânevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.
Mutmainneye nâil olan bahtiyar kullar, sırasıyla “râdıye”, “merdıyye” ve “kâmile” denilen üç yüce mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, başarıları nispetinde bunlarla Hakk’a yakınlık ve vuslatın zirvesine ererler.
Beşincisi; اَلنَّفْسُ الرَّاضِيَةُ (nefs-i rādıye): Dâimâ Hakk’a yönelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinden râzı ve hoşnud hâle gelmiş olan nefistir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi iradesinden vazgeçip Hakk’ın iradesinde fânî olmuştur. “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Sen O’ndan râzı olarak” hükmü bu makâma işaret eder. Bu rızâ hâli, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun iradesini cân u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara 2/155)
Bu âyet-i kerîmede ifade buyurulan “sabredenler” zümresinden olabilmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdirine -velev ki o takdir umulduğu ve beklendiği gibi tecellî etmese bile- râzı olmak ve aslâ isyâna düşmemekle mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî iradenin hayır veya şer olarak tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterenlerin, aslâ şikâyet etmeyenlerin makâmıdır.
Bu makâmın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mârûz kalır.” (Tirmizî, Zühd 57)
Bu sebeple şâir Fuzûlî şöyle der:
“Sîne-i çâkimden eksik etme tîr-i gamzeyi,
Ey gönül rânâ bilirsin kim gül olmaz dikensiz.”
“Aşkınla paramparça olmuş sîmenden gamze okunu eksik etme. Ey gönlümün güzeli, sen gülün dikensiz olmadığını bilirsin.”
Muhibbî mahlasıyla şiir yazan Kânûnî Sultan Süleyman da, Allah Teâlâ’ya yakın bir kul olmanın yolunu gösterircesine der ki:
“İhtiyâr-ı fakr eden dergâh ü eyvan istemez,
Zâd-ı gamdan özge hergiz kendiye nân istemez.”
“Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olma niyetiyle gönlen dünyaya yüz çevirip fakr u zarûreti tercih eden kimse ne dergah ister, ne saray ne de köşk. O, gam ve keder azığından başka kendisi için bir ekmek, bir yiyecek de istemez.”
Çünkü bu mertebedeki müminlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir. Zira dünyaya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve kederleri onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdir olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.
Altıncısı; اَلنَّفْسُ الْمَرْضِيَّةُ (nefs-i merdıyye): Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün feyiz ve bereketinden istifade edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk’ın da onlardan râzı olması gerekir. Yâni kulun Allah’tan râzı olması yetmeyip, kâmil bir terakkî için Allah’ın da kulundan râzı olması lazımdır. Diğer bir ifadeyle Hak’tan rızâmız, O’nun yüce rızâsına mazhar olabilecek bir kıvam ve güzellikte olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdirde “merdıyye” sıfatı Allah’a râcî olmasına rağmen, kulun bunu temîne medâr olan amelleri bereketiyle bu makâm kula da izâfe edilmiştir. Buna göre râdıye, Allah’tan râzı olanların; merdıyye ise Allah’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnûd olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mümin, nefsini en güzel bir şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır. Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allah’tan gelen kahır veyâ lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine cennet hil’ati giydirilmiştir. İşte “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı olarak” hükmü, bu hâli ifade etmektedir.
Bu hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allah’ın izniyle bâzı gaybî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle böyle kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli… olur. (bk. Buhârî, Rikāk 38) Onların hâline, kâline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder. Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve o hâllerle hâllenmektedir.
Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.
Peygamberlerin yüce ahlâkından bu güzel hâllere dâir birkaç misâl şöyledir:
Hz. Yâkûb üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir” diyerek beyân eder.
Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb (a.s.), hanımının: “Rabbine dua et de bu muzdarip hâlin son bulsun” şeklindeki talebine:
“– Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim” mukâbelesinde bulunmuştur.
Hz. İbrâhim de ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:
“– Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!” buyurmuştur.
Aslında nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibâret olmakla beraber, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler îtibâriyle bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile veya nefs-i sâfiye denir.
Yedincisi; اَلنَّفْسُ الْكَامِلَةُ (nefs-i kâmile/nefs-i sâfiye): Nefs-i kâmile, tezkiye netîcesinde arınmış, sâf, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Bütün mârifet sırlarının tahsîl edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makâmdır. Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına dayalı bir ilâhî ihsândır. Nefs-i kâmileye erişenlere genellikle irşad hizmeti emanet edildiğinden bu makâma aynı zamanda “irşad makâmı” da denilir. Cenâb-ı Hak, bu makâmdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle, insanları gafletten uyandırıcı bir tesir lütfeder. (bk. Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, İst, 2002, s. 105-147)
Nefsin kötü sıfatlarıyla bunların sebep olduğu feci âkıbeti zikrettikten sonra nefs-i mutmeinnenin büyük bir bayram sevincine vesile olacağını müjdeleyerek sona eren Fecr sûresini, insanın meşakkat içinde yaratıldığına temasla birlikte köleleri hürriyetine kavuşturmak, yoksulları doyurmak, bu konuda sabrı ve merhameti tavsiyeleşmek gibi sarp yokuşu aşıp nefs-i mutmeinneye erişmeyi kolaylaştıracak faziletli davranışları beyân eden Beled sûresi izleyecektir: