FETİH SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Fetih Sûresi Fazileti
Fetih sûresinin değeri ve özelliği hakkında Hz. Peygamber şu açıklamayı yapmıştır: “Bu gece bana, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha değerli ve güzel bir sûre gönderildi”; Peygamberimiz bunu söyledikten sonra Fetih sûresini okumuşlardır (Buhârî, “Tefsîr”, 48/1).
Fetih Sûresi Nuzül
Hicretten sonra gelen âyetler ve sûreler, başka bir yerde vahyedilse bile Medine’de gelmiş sayıldığı için Fetih sûresi de hicretin 6. yılında, Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, bir gece Mekke yakınlarında, Cum‘a sûresinden sonra, Mâide’den önce nâzil olduğu halde Medine’de gelen sûreler listesinde yerini almıştır. Güvenilir kaynaklarda bulunan şu rivayet, sûrenin inişiyle ilgili önemli bilgiler vermektedir: Hz. Peygamber bir seferinde (Müslim’deki bir rivayete göre Hudeybiye dönüşünde; “Cihâd”, 97) gece yürürken yanında bulunan Hz. Ömer kendisine bir soru yöneltir; üç kere tekrarladığı halde cevap alamayınca üzüntü ve endişe içinde yanından uzaklaşır. Kendisi hakkında bir âyet gelmesinden korkar. Biraz sonra ona Hz. Peygamber’in kendisini çağırdığı duyurulur. Yanına gelince Peygamber efendimiz Ömer’e, yeni geldiğini bildirdiği Fetih sûresinin ilk âyetlerini okur (Buhârî, “Tefsîr”, 48/1). Daha detaylı ve sahih olan rivayetlere göre bu olay, Hudeybiye seferinden dönerken değil, Hudeybiye’de savaşmak yerine, ilk bakışta müslümanların aleyhinde gibi gözüken şartlarla sulha karar verildiğinde meydana gelmiştir. Hz. Ömer oldukça heyecanlı ve sert bir üslûpla Peygamberimiz’e birkaç kere, “müslümanlar haklı, onlar haksız oldukları halde neden bu aşağılayıcı barışın yapıldığını” sormuş, “Ben Allah’ın elçisiyim, O, elçisini mahcup etmeyecektir” cümlesinden başka cevap alamamıştı. Bir müddet sonra Peygamber efendimiz Ömer’i çağırdı ve kendisine hem sulhun bir fetih olduğunu açıkladı hem de yeni gelmiş olan Fetih sûresinden bir miktar okudu (Buhârî, “Tefsîr”, 48/5; Müslim, “Cihâd”, 94). Buna göre Müslim’deki diğer rivayette geçen “Hudeybiye’den dönerken” kaydını, “barış yapmaya ve umre yapmadan dönmeye karar verilince” şeklinde anlamak, râvinin bunu kastettiğini söylemek gerekecektir.
Fetih Sûresi Konusu
Sûre, hicretin altıncı senesinde müşriklerle imzalanan ve İslâm’ın dünya üzerinde kabul görüp yayılmasına zemin hazırlayan büyük bir zafer olma hususiyeti taşıyan Hudeybiye anlaşmasından bahsederek söze başlar. Her ne kadar başlangıçta bir kısım mü’minler işin ciddiyet ve ehemmiyetini kavramakta zorluk çekseler de neticede o, büyük bir başarı ve fetih olarak tecelli eder. Hudeybiye seferine katılıp, Mekke’ye elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın öldürüldüğü şayiası üzerine, eğer haber doğruysa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair Efendimiz (s.a.s.)’e bey‘at eden ashâb-ı kirâm (r.a.) methedilir; bunların aslında Allah’a bey‘at ettikleri bildirilir. Bu mü’minlere çok parlak istikballer, zaferler ve ganimetler va‘dedilir. Diğer taraftan mal ve evlat engeline takılıp Hudeybiye seferine katılamayan münafıkların iç âlemlerinin karışıklığı, çarpık duyguları ve bunların söz ve fiillerine akseden menfi görüntüleri birer ibret tablosu halinde sergilenir. Her hâdiseye nasıl nefsânî pencereden baktıkları belgelenir. Son olarak Mekke fethinin müjdesi verilir ve bunun gerçekleşme planları öğretilir. Allah’ın dininin mutlaka galip geleceği bildirilirken, bu hak dini dünyaya galip kılacak olan ve sahâbe neslinde örneklenen kamil mü’minlerin, örnek İslâm cemaatinin başlıca vasıfları beyân edilir.
Fetih Sûresi Hakkında
Fetih sûresi hicretin altıncı senesinde Resûlullah (s.a.s.) Hudeybiye’den Medine’ye dönüşü esnâsında Mekke ile Medine arasında nâzil olmuştur. Genel taksime göre Medine’de indiği kabul edilir. 29 âyettir. İsmini, Peygamberimiz (s.a.s.)’e büyük bir zafer olan Hudeybiye Mûsâlahasını müjdeleyen birinci âyetindeki فَتْحًا مُب۪ينًا (fethan mübînen) ifadesinden alır. Resmi tertîbe göre 48, iniş sırasına göre ise 109. suredir.
FETİH SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Rasûlüm! Gerçekten biz sana, ardı ardına gelecek nice fetihlerin öncüsü ve müjdecisi olacak apaçık bir fetih ihsân ettik.
Bu fetih, hicretin altıncı senesinde müşriklerle yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Anlaşmanın birkaç önemli maddesi şöyleydi:
❀ Anlaşmanın süresi on yıldır. Bu süre zarfında iki taraf arasında savaş durdurulacak, bir taraf diğeri aleyhinde gizli ya da açık hiçbir harekette bulunmayacaktır.
❀ Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek yıl ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacak, müslümanlarla temas kurmayacaklardır.
❀ Kureyşlilerden biri, müslüman olarak da olsa, Medine’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medine’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir.
❀ Diğer Arap kabîleleri dilerlerse müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.
Resûlullah (s.a.s.), Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâbdan biri: “Beytullâh’ı tavaftan alıkonduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mânî olundu. müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi (Ebû Cendel ve Ebû Basir’i) de Resûlullah geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söylendi. Bu sözler kendisine ulaşan Resûl-i Ekrem, bu anlaşmanın hangi yönden büyük bir fetih olduğunu şöyle îzah buyurdu:
“−Evet! Bu anlaşma en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, II, 715)
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ise Hudeybiye anlaşması hakkındaki kanaatini şöyle ifade eder:
“İslâm’da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu anlaşmaya îtirâz etmişlerdir. İnsanlar, Allah ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Allah Teâlâ ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 610; Halebî, II, 721)
İmam Zührî, Hudeybiye anlaşmasının netîcelerini, Allah Resûlü’nün bu husustaki hadîs-i şerîflerinden de istifade ile şu şekilde özetler:
“Daha önceleri müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca çarpışma sona erdi. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ çeşitli konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakîkati kavrıyor ve hemen müslüman oluyordu. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senelik İslâmî davet netîcesinde müslüman olanların sayısından daha fazla olmuştu.”
İbn Hişâm, buna şu sözleri ilâve eder:
“Resûlullah (s.a.s.) Hudeybiye’ye giderken bin dört yüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on bin, diğer bir rivayete göre yolda katılan iki bin kişiyle birlikte on iki bin müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tespitlerinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 170; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 372)
Gerçekten de Hudeybiye’nin ne kadar muhteşem bir zafer olduğu, daha sonra gelişen olaylarla açığa çıkmıştır. Bunları hülasa olarak tekrar ifade etmek istersek şunlar söylenebilir:
Bu anlaşmayla birlikte Arabistan’da İslâmî bir yönetimin varlığı ilk defa resmen kabul edilmiş oluyordu.
Bu anlaşma sayesinde, Mekkelilerin propagandası yüzünden Arabistan’daki kabilelerin gönlünde İslâm aleyhine yerleşmiş olan kin ve nefret duyguları biraz olsun dinmişti.
Sulh ortamı, müslüman toplumla müşrik toplum arasındaki ticârî ve kültürel alışverişi canlandırdı. Bu vesileyle müslümanlar Arabistan’ın en uzak noktalarına dağılarak İslâm’ı yaymaya başladılar. Kısa zamanda müslümanların sayısı öncesine nazaran süratle arttı.
Resûlullah (s.a.s.), savaşın durdurulmasından sonra Medine’de İslâm devletini güçlendirerek, örnek bir İslâm toplumu oluşturma imkânı buldu.
Bu anlaşma sayesinde ülkenin güney sınırları emniyete alınınca, kuzey ve orta Arabistan’daki kabileler İslâm devletinin hâkimiyetine girdiler.
Bu âşikâr fetihle beraber öncelikle Resûlullah (s.a.s.)’e ve onun şahsında da tüm müslümanlara şu büyük nimetlerin ihsan edildiği beyân buyrulur:
2. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlayacak, üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola eriştirecektir.
3. Şanlı, şerefli bir zaferle sana yardım edecektir.
Sözkonusu edilen nimetler:
Birincisi; Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in geçmiş ve gelecek tüm günahlarının bağışlanması: Peygamberlerin ismet sıfatı vardır; günah işlemezler. Fakat bir beşer olarak hata ve kusurdan da tamamen uzak değillerdir. Ufak tefek hatalar, ayak sürçmeleri ve içtihada dayanarak verdiği kararlarda bazan isabet edememe durumları onlar için de geçerlidir. Kur’an- Kerîm’de bunun pek çok misali vardır. Allah Teâlâ hem bunları bağışlamış, hem de beşer olarak kendinde bulunan günah işleme potansiyelinin fiiliyata geçmesinden onu koruma altına almıştır.
Fakat bu bağışlama meselesini fetihle birlikte değerlendirdiğimizde ve onunla bağlantılı olarak izah etmeye çalıştığımızda, burada bahsedilen günahtan maksadın, geçmiş 19 sene içerisinde Peygamber (s.a.s.) önderliğinde İslâm’ın yayılması için yapılan mücadeleler, çalışmalar ve savaşlarda müslümanların yaptığı bir takım hatalar olduğu anlaşılabilir. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Fakat Allah Teâlâ nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu çalışmalarda öyle bir takım kusurlar oluyordu ki bunlardan dolayı müslümanlara müşriklere karşı kesin bir zafer nasib olmuyordu. Cenâb-ı Hak bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lütfuyla onları gidererek, Hudeybiye denen yerde müslümanlara bu fetih ve zafer kapısını açmıştır. Burada hitabın Efendimiz (s.a.s.)’e yapılması, müslüman toplumun liderinin Peygamberimiz olması sebebiyledir.
İkincisi; peygamberimiz (s.a.s.)’e olan nimetini tamamlaması: En büyük nimet olan İslâm dini barış ortamında tamamlanarak yayılma ve yerleşme imkânı buldu. müslümanlar, kendi yurtlarında tehlike, endişe ve dış müdahaleden korunmuş bir halde tam olarak İslâm medeniyeti, ahlâkı ve İslâm kanunları ve hükümlerine uygun olarak yaşamaları için büyük bir hürriyet elde ettiler. Allah’ın dinini ve kelime-i tevhidi yükseltebilme güç ve imkânlarını artırdılar. Bundan itibaren peş peşe fetihler elde ettiler. Büyüklük taslayanlar onlara boyun eğmek ve zorbalar onlara itaat ermek mecburiyetinde kaldılar.
Bununla birlikte; Cenâb-ı Hakk’ın onu kendisine sevgili yapması, onun hayatına yemin etmesi, onu son peygamber olarak göndermesiyle evvelki şeriatlerin hükümlerini ortadan kaldırması, kendini miraçta قَابَ قَوْسَيْنِ (kâbe kavseyn)e kadar yükseltmesi, yine miraçta gözünü saptırmamak ve kalbini Mevlâsından bir an ayırmamak suretiyle mâsivâya düşmekten koruması, kıyamete kadar bütün ins ve cinne peygamber olarak göndermesi, kendine ve ümmetine ganimetleri helâl kılması, ona şefaati uzma vermesi, bütün Âdem oğullarına seyyid yapması; teşehhüdde, ezanda, Kur’an’ın pek çok âyetinde zikrini kendi zikrine, rızâsını ve itaatini kendi rızâ ve itaatine birleştirmesi, kelime-i tevhidin iki rüknünden birini ondan ibaret göstermesi de Efendimiz’e ihsan edilip tamama erdirilen nimetler cümlesindedir.
Üçüncüsü; onu dosdoğru bir yola eriştirmesi: Zaten Allah Resûlü ve ona inananlar doğru yol üzere bulunmaktadırlar. Allah Teâlâ onlara bu yolda azim, sebat ve kararlılık lütfedecektir. Bundan asıl maksat ise, Peygamber (s.a.s.)’e fetih ve zafer yolunu göstermiş olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ Hudeybiye’de bahsedilen barış anlaşmasını yaptırarak, İslâm’ın yayılmasına engel olan bütün güçleri mağlup edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu göstermiştir.
Dördüncüsü; ona muhteşem bir zaferle yardım etmesi: Allah onlara, barış yoluyla düşmanlarını aciz bırakacak büyük bir yardımda bulunmuştur. Ayrıca Hudeybiye’ye giderken yolculukta, barış müzakereleri yaparken ve dönüşte Allah Teâlâ’nın hususi yardımları da olmuştur. İşte bu büyük yardımlardan biri hatırlatılarak buyruluyor ki:
4. O Allah, imanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalplerine sekînet, huzur ve itminân indirdi. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve huzur demektir. Kalbin, görüp idrak ettiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi böylece tüm varlığıyla düşünce ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik ifade eder. Sahibini korku ve endişelerden salim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Hak, umre niyetiyle yanlarına hiçbir silah almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye doğru yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, belki Hudeybiye büyük bir fetih haline gelemeyebilirdi. Mesela Allah Resûlü (s.a.s.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde veya Ebu Cendel o perişan haliyle müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi. Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma sırasında bir itaatsizlik olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, huzur ve itminân sayesinde mü’minler her bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.)’in emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Böylece o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu.
İşte göklerin ve yerin bütün orduları emrinde bulunan Cenâb-ı Hak, istediği zaman onları mü’minlere yardım için seferber eder, onları destekler, kalplerine huzur verir ve onları her türlü hayra muvaffak kılar. Ki bu hayırların kemâli, günahlardan arınıp cennete girebilmektir. Allah Teâlâ da, imanlarında sebat edip buyruklarını tutan erkek kadın tüm mü’minleri cennete koyacağını müjdelemektedir.
Kalplerindeki imansızlık hastalığı sebebiyle bir türlü itaat ve teslimiyet çizgisine gelemeyen münafıkların ve İslâm’a açıkça cephe almış müşriklerin durumuyla ilgili şöyle buyruluyor:
5. Böylece Allah mü’min erkek ve mü’min kadınların günahlarını örtecek ve onları, ebediyen kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah katında en büyük başarı ve kurtuluş işte budur.
اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve huzur demektir. Kalbin, görüp idrak ettiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi böylece tüm varlığıyla düşünce ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik ifade eder. Sahibini korku ve endişelerden salim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Hak, umre niyetiyle yanlarına hiçbir silah almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye doğru yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, belki Hudeybiye büyük bir fetih haline gelemeyebilirdi. Mesela Allah Resûlü (s.a.s.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde veya Ebu Cendel o perişan haliyle müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi. Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma sırasında bir itaatsizlik olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, huzur ve itminân sayesinde mü’minler her bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.)’in emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Böylece o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu.
İşte göklerin ve yerin bütün orduları emrinde bulunan Cenâb-ı Hak, istediği zaman onları mü’minlere yardım için seferber eder, onları destekler, kalplerine huzur verir ve onları her türlü hayra muvaffak kılar. Ki bu hayırların kemâli, günahlardan arınıp cennete girebilmektir. Allah Teâlâ da, imanlarında sebat edip buyruklarını tutan erkek kadın tüm mü’minleri cennete koyacağını müjdelemektedir.
Kalplerindeki imansızlık hastalığı sebebiyle bir türlü itaat ve teslimiyet çizgisine gelemeyen münafıkların ve İslâm’a açıkça cephe almış müşriklerin durumuyla ilgili şöyle buyruluyor:
6. Diğer taraftan, Allah hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları da cezalandıracaktır. Müslümanlar için istedikleri kötülük çemberi, kendi başlarına geçsin! Allah onlara gazap etmiş, onları rahmetinden kovmuş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!
7. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
8. Rasûlüm! Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
9. Tâ ki ey insanlar, Allah’a ve Rasûlü’ne iman edesiniz, O’nun dinine ve Peygamberi’ne yardım edesiniz, O’na ve Peygamberi’ne saygı gösteresiniz ve O’nu sabah akşam tesbih edesiniz!
Bu sûrenin 12. âyetinde de belirtildiği üzere Medine ve civarındaki münafıklar, çıktıkları bu seferden Peygamberimiz (s.a.s.) ve beraberindeki mü’minlerin sağ salim geri dönmeyeceklerini, onları müşriklerin yok edeceklerini sanıyorlardı. Müşrikler de Efendimiz’i ve mü’minleri umre yapmaktan engellemek suretiyle onları küçük düşüreceklerini zannediyorlardı. Aslında her iki gürûh da, Allah’ın Peygamber (s.a.s.)’e yardım etmeyeceğini ve hakkın bâtıl karşısında yenileceğini düşünüyorlardı. Düşündüklerinin tam tersi oldu. Allah Teâlâ, Rasûlü’nü muzaffer kıldı, o din düşmanlarını ise dünyada gazabına uğrattı, rahmetinden uzaklaştırdı; âhirette ise onlar ebediyen cehennemde kalacaklardır. Göklerin ve yerin ordularına sahip olan Allah’ın dilediğine istediği cezayı verebileceğinde ve kimsenin O’nun kudretinden kurtulamayacağında şüphe yoktur.
İşte bu hikmet gereğince:
10. Rasûlüm! Sana bey‘at edenler, gerçekte Allah’a bey‘at etmektedirler. Allah’ın eli, onların bey‘at için uzanan elleri üzerindedir. Artık kim bey‘atini bozarsa ancak kendi zararına bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözde durur, onun gereğini getirirse, hiç şüphesiz Allah ona yakın bir gelecekte büyük bir mükâfat verecektir.
Bahsedilen bey‘at, Hudeybiye’de bir ağaç altında mü’minlerin Resûlullah (s.a.s.) ile yaptıkları bey‘ata işaret eder. Hâdise kısaca şöyle gerçekleşmiştir: Hicretin altıncı senesinde Allah Resûlü (s.a.s.), gördüğü bir rüya üzerine 1400 müslümanla beraber umre yapmak için Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Fakat müşrikler, müslümanları Mekke’ye sokmak istemedikleri için önlerine bir birlik çıkarmışlardı. Bu yüzden Efendimiz (s.a.s.) Hudeybiye’ye gelip orada konaklamak mecburiyetinde kaldı. Savaşmak diye bir niyeti yoktu. Bu sebeple anlaşma yapmak üzere Hz. Osman’ı Kureyş’e elçi olarak gönderdi. Ancak Hz. Osman’ın dönüşü gecikince öldürülmüş olma ihtimali gündeme geldi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.), bir ağacın altına oturarak ashâbından, Osman öldürülmüş ise ölünceye kadar savaşacaklarına dair söz aldı. Onlar da büyük bir teslimiyet ve hoşnutluk ile Efendimiz (s.a.s.)’e bey‘at edip söz verdiler. Henüz Hz. Osman’ın şehîd olup olmadığı kesin olarak bilenmediği için de, Resûlullah (s.a.s.) bir elini Osman (r.a.) adına, diğer elini de kendi adına kullanarak birbiri üzerine koyup bey‘at yaptı. Böylece Hz. Osman’ı bu bey‘ata ortak kılmak suretiyle ona büyük bir şeref payesi vermişti. Hz. Osman sağ salim dönünce ve Kureyşlilerle anlaşma yapılınca savaşa gerek kalmadı. Fakat sahâbe-i kirâm böylece Allah’ın râzı olduğu mühim bir iş yapmış oldular. Nitekim 18. âyette tekrar bu hususa yer verilecektir.
Şimdi ise, bir kısım bahaneler ileri sürerek sefere katılmayan münafıkların iç dünyalarını deşifre edip orada saklanan kirli düşünceleri ortaya sermek üzere buyruluyor ki: