31. “Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir.”
32. “Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!”
Burada meleklerin üzerine indiği mü’minlerin iki mühim vasfı zikredilir:
Birincisi; iman: Bunlar, “Rabbımız Allah’tır” derler. Yani Allah’ı tanırlar, O’nun hiçbir ortağı ve dengi olmadığını kabul ederler. O’nu bütün noksan sıfatlardan ve ortaklardan pak ve uzak tutarlar. Ayrıca Allah’ı rab olarak tanımanın gerektirdiği bütün iman esaslarına da inanırlar.
İkincisi; istikâmet: Allah’ın rablığını, O’nun birliğini ikrarda devam edip, sahip oldukları arı duru tevhid inancını aslâ şirkle karıştırmadıkları gibi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından da bütünüyle kaçınmaya azami dikkat gösterirler.
Buna göre Allah’ın tek rab olduğunu kabullenip sonra istikamet üzere olmak, itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı bütün hususları içine alır. Bununla birlikte istikamete daha özel mânalar da verilmiştir. Mesela:
❂ Hz. Ebubekir bunu, “Allah’a asla ortak koşmamak ve O’ndan başka bir ilâha asla yönelmemek”,
❂ Hz. Ömer, “imanda sebat etmek”,
❂ Hz. Osman, “ihlasla amel etmek”,
❂ Hz. Ali ise “farzları yerine getirmek” şeklinde izah ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 143; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 254)
Demek ki melekler, Allah’a inanıp O’nu tanıyan ve O’na karşı kulluk vazifelerini aşırılığa kaçmadan hakkiyle yapan kamil mü’minlerin üzerine inerler.
Melekler dünyada olduğu gibi ölüm anında, kabirde ve kıyamet günü yeniden dirilirken de mü’minlerin üzerine inerler. İnerler de onlara öldükten sonra âhirette karşılaşacakları şeylerden dolayı korkmamalarını telkin ederler. Bilindiği üzere korku, insanın, başına kötü bir şeyin gelmesini beklemesinden doğan bir acıdır. Yine onlara geride bıraktıkları çoluk çocukları ve akrabaları sebebiyle de üzülmemelerini söylerler. Allah Teâlâ’nın onlara iyilikle muamele edeceğini, kendilerine de cennette, dünyadakinden daha çok ve daha güzel nimetler vereceğini; onları cennette müslüman yakınları ve çocuklarıyla bir araya getireceğini bildirirler. Böylece onların hüzünlenmelerini önlerler. Çünkü “hüzün”, faydalı bir şeyi kaybetmek veya zararı dokunacak bir şeyin meydana gelmesinden doğan bir üzüntüdür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 145; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 122; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 255)
Meleklerin dünyada mü’minlerin yanına gelip onlara ilâhî feyiz ve bereketi indirmelerini haber veren şu hadisler dikkat çekicidir:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah Te’âlâ’nın hususi bazı melekleri vardır ki, yeryüzünde zikir ehlini aramak için dolaşırlar. Ne vakit Allah’ı zikreden bir cemaat bulurlarsa birbirlerine seslenip: «Geliniz! Aradığınız buradadır» diyerek orada toplanırlar. O yeri kanatları ile göğe kadar çevirirler. Sonra Allah Te’âlâ, o zikir ehlinin durumunu meleklerden daha iyi bildiği halde onların ne söyledikleri, kendisinden ne istedikleri ve neden Allah’a sığındıkları konusunda soru sorup bilgi alır. Sonra da onları bağışladığını ve onlarla beraber bulunan kişilerin asla bedbaht olmayacağını bildirir.” (Buhârî, Deavât 67; Müslim, Zikir 25)
“Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar.
Sonra sizi geceleyin takip eden melekler, hesabınızı vermek üzere huzur-ı ilâhîye yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere, «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Onlar da, «Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, yine biz onlara namaz kılarlarken vardık» derler.” (Buhârî, Mevâkîtu’s-salât 16; Müslim, Mesâcid 210)
Melekler, dünyada veya bahsi geçen ölüm anı, kabir ve haşirden birinde mü’minleri, dünyada iken peygamberler vasıtasıyla va‘dolundukları cennetle müjdelerler. Bu müjdelemeyle ilgili olarak da Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yapar:
“Melekler ölünün yanında hazır bulunurlar. Eğer o, sâlih bir kişi idiyse şöyle derler: «Temiz cesette bulunan ey temiz ruh, övülmüş olarak rahat ve istirahat ile çık. Öfkeli olmayan Rabbin müjdesi sanadır.» Bunlar ruh çıkıncaya kadar söylenmeye devam ederler. Sonra ruh göğe yükseltilir ve gök kapılarının açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Ona; «Temiz cesette bulunan temiz ruh, merhaba. Övülmüş olarak, rahat ve istirahat ile gir. Öfkeli olmayan Rabbinden müjde sana» denilir. O, en yüce göğe erişinceye kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Şayet o, kötü bir kimse idiyse şöyle derler: «Pis cesette bulunan ey pis ruh çık, kötülenmiş olarak çık. Kavurucu ateş ve irinle ve buna benzer başka azaplarla seni müjdeleriz.» Ruh çıkıncaya kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Sonra o göğe yükseltilip göğün onun için açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Bunun üzerine: «Pis cesetteki pis ruh rahat yüzü görmeyesin, sana merhaba yok, kötülenmiş olarak dön. Gök kapıları sana açılmayacaktır» denilir ve gökten geri gönderilir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 364-365)
Yine Efendimiz (s.a.s.): “Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona kavuşmayı arzu etmez” buyurunca Hz. Âişe:
“- Yâ Rasûlallah! Ölümü sevmediği için mi kavuşmak istemez. Şâyet öyleyse hiçbirimiz ölümü sevmeyiz” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Hayır, öyle değil. Mü’mine Allah’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti müjdelendiği zaman o, Allah Teâlâ’ya kavuşmak ister; işte o zaman Allah Teâlâ da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire de Allah’ın azabı, gazabı haber verildiği zaman o, Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)
Netice itibariyle, âyet-i kerîmeden anladığımıza göre melekler mü’minlere ölüm sırasında şöyle diyecekler: “Biz size dostuz. Dünya hayatında sizin yoldaşlarınız idik. Sizi doğrultuyor, başarıya ulaştırıyor ve Allah’ın emriyle sizi muhafaza ediyorduk. Aynı şekilde âhirette de sizinle beraber olacağız. Kabirde sizin yalnızlığınızı ünsiyete çevireceğiz. Sûra üfürüldüğü sırada da sizinle beraber olacağız ve yeniden diriltilme, haşir gününde sizin korkunuzu emniyete çevireceğiz. Sırattan sizi geçireceğiz ve sizi nimetlerle dopdolu cennetlere ulaştıracağız. Orada canlarınızın çektiği her şey sizindir. Gözleri aydınlatacak, gönülleri sevindirecek, seçip beğendiğiniz her şey cennette sizin için hazırlanmıştır. Ne isterseniz anında önünüzde hazır bulunacaktır. Ayrıca çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibi Yüce Allah günahlarınızı affedecek, size sınırsız rahmet ve lutufta bulunacaktır.”
Şeytanların kâfirlere yaptığı kötülüğün aksine, melekler mü’minlere tüm işlerinde yardımcı olurlar. Onlara doğruyu ilham eder ve onları iyilik ve güzelliğe sebep olacak işlere teşvik ederler. Bu ayet, ihlâsla Allah’a kulluğa devam eden mü’minlerin bu hallerinin Allah’ın tevfiki ve melekler vasıtasıyla onlara yardımı sayesinde olduğunu hatıra getirir. Âhirette de melekler mü’minlere şefaat etmek ve onları güzellikle karşılamak suretiyle dostluklarını izhar edeceklerdir.
Âyet-i kerîmelerin işaretine göre meleklerin mü’minlere dostluğu üç kademede değerlendirilir:
✺ Rahmet dostluğu,
✺ Nusret dostluğu,
✺ Muhabbet dostluğu.
“Rahmet dostluğu” avam tabakası için, “nusret dostluğu” seçkinler için, “muhabbet dostluğu” ise seçkinlerin seçkinleri içindir. Allah Teâlâ, meleklerin rahmet dostluğuyla avam tabakasını dünyada şeriatın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kılar; âhirette de bu amellerine karşılık cenneti verir. Nusret dostluğuyla seçkinleri dünyada en büyük düşmanları olan nefs-i emmareleri üzerine salar ve devamlı kötülüğü emreden bu nefisleri kötü huylardan ve alçak sıfatlardan temizlemelerini sağlar; âhirette de onları “Rabbine dön” cezbesiyle mükafatlandırır. Muhabbet dostluğuyla ise seçkinlerin seçkinlerine dünyada müşâhede ve mükâşefe kapılarını açar; âhirette de onları kendisine en yakın kullardan eyler. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 256)
O hâlde:
33. İnsanları Allah’a çağıran, sâlih ameller işleyen ve “ben müslümanlardanım” diye ilan eden kimseden daha güzel sözlü kim vardır?
Âyet-i kerîmenin nâzil olduğu dönemlerde bir kişinin müslüman olduğunu ilan etmesi büyük bir tehlike arz ediyor, âdeta hayatını tehlikeye atma, işkenceye uğrama, hatta ölüme davetiye çıkarma anlamına geliyordu. müslümanlar, kendilerini her an parçalayabilecek vahşi canavarlarla dolu bir ormanda yaşıyor gibiydiler. Hele bu ortamda İslâm’ı tebliğe cesaret edebilmek, o canavar ruhlu müşriklere “Gelin vahşiliğinizi gösterin” demek gibi oluyordu. İşte, sadece rahat ortamlarda değil, böyle tehlikeli durumlarda bile, bir kimsenin İslâm’ı kabul etmesi, sebat göstermesi ve İslâm’ın güzelliklerini başkalarına da tebliğ etmeye çalışması Allah Teâlâ’nın râzı olduğu en güzel amellerden biridir. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm’a çağırır, özellikle de temsil ettiği İslâm’a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın varabileceği en üst derecedir. Şâir Eşrefoğlu Rûmî der ki:
“Revişi pâk gerek dâ’vi-i İslâm edenin”
“Hakiki bir müslüman olduğunu iddia eden insanın her hareketinin şeriat kâidelerine uyması, her işinin hem bilgide hem amelde temiz, lekesiz ve kusursuz olması lâzımdır” derken de bize aynı hedefi gösterir.
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) ne güzel nasihat eder:
“Bir kimse halkı Allah’a davet eder, kendisi de başkasına kalbini verirse sıkıntılara düşer. Yaptığı bir ibâdet ve zikir varsa kalbine giremez, dilinde kalır. Ayıktığı ve işiyle sözünü bir ettiği takdirde, Allah o sıkıntıları üzerinden kaldırır. Ayıkmadığı, kalbini söylediği şeylere vermediği takdirde ise; kulların kalbinde ona karşı şefkat ve merhamet hissi silinir. Kendisine tama ve hırs elbisesi giydirilir. Kullar ona karşı hissiz ve merhametsiz; buna karşılık kendisi de onların elindeki dünyalığa hırslı ve tamahkâr olur. Durum böyle olunca, yaşamak onun için bir acziyet hâlinden ibaret kalır. Ölümü de ayrı bir derttir. Âhirette ise sadece esef ve pişmanlık…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 280)
Dolayısıyla bu âyet-i kerîme başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere yaşayışı ve tebliğiyle İslâm’a gönül veren tüm mü’minleri; insanların müslümanca yaşaması ve iyi bir kul olması için gayret sarfeden herkesi, özellikle minârelerden günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’ın ismini ve kelime-i şehâdetleri yüksek sesle ilan eden müezzinleri şumûlüne alır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) müezzinleri, “Kıyâmet günü boyunları en uzun olanlar müezzinlerdir” diye müjdelemiştir. (Müslim, Salât 14; İbn Mâce, Ezân 5)
Müezzinlerin faziletiyle alakalı şu rivayet ne kadar güzeldir:
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) kendisi gibi sahabî olan Abdurrahman b. Ebî Sa’saa’ya şöyle der: “Ben senin koyunları ve kır hayatını sevdiğini görüyorum. Koyunlar arasında veya kırda iken, namaz için ezan okuduğunda sesini iyice yükselt. Çünkü müezzinin sesinin ulaştığı yere kadarki alanda olup da onu işiten cin, insan ve her varlık, kıyâmet gününde ezan okuyanın lehine şâhitlik yaparlar. Ben bunu Resûlullah (s.a.s.)’den böyle işittim.” (Buhârî, Ezan 5; Tevhid 52)
Müezzinlerin vazifesi ezanla namaza davet, mü’minlerin vazifesi de bu ilâhî davete tam bir teslimiyet ve samimiyet içerisinde icâbet etmektir. Allah dostlarından Rabî b. Haysem (r.h.)’in şu hâli ne ibretli bir misâldir:
O, artık yaşlanmıştı. Ama cemaatla namazı bırakmazdı. İki kişi arasında zor gelirdi. Yakınları:
“- Allah sana ruhsat vermiş. Bu hâlinle bulunduğun yerde de namazı kılabilirsin…” dedikleri zaman şu cevabı verirdi:
“- Rabbimin davetçisinin حَيَّ عَلَي الصَّلٰوةِ (hayye ale’s-salâh): Haydin namaza!» diye çağırdığını duyduğum zaman, dediğinizi nasıl yapabilirim ki?...” (Velîler Ansiklopedisi, I, 90)
Bu ve benzeri haller ibâdette zirve noktalara işaret ettiği gibi, gelen âyetlerde de dost düşman herkesin gönlünü eritecek ahlâkî olgunluğun zirve noktalarına işaret edilmekte ve mü’minler o zirvelere tırmanmaya yönlendirilmektedirler:
34. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel karşılıkla savmaya bak. O zaman göreceksin ki, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan, sımsıcak bir dost oluvermiştir.
35. Bu güzel haslete ancak hakkiyle sabredenler erişebilir; buna ancak insânî kemâl ve faziletten yana nasîbi bol olanlar ulaşabilir!
36. Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni kötülüğe kışkırtacak olursa hemen Allah’a sığın! Çünkü O, evet O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.
İbn Abbas (r.a.) şu açıklamayı yapmıştır:
“34. âyette ifade edilen «en güzel yol»dan maksat, öfkeliyken sabretmek ve kötülüğe mâruz kalındığında bağışlamaktır. İnsanlar bunu başardıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da onların önünde eğilir ve candan bir dost gibi olur.” (Buhârî, Tefsir 41/1)
Yüce rabbimizin açıkça bildirdiği gibi elbetteki yilikle kötülük bir olmaz. İyilik kalplere pozitif enerji verir, kötülük kalbin nurunu söndürür, kuvvetini giderir. İyilik ve dürüstlük, gönülleri fetheden mânevî bir iksirdir. İyiliğin çok çeşitleri vardır. Kendimize yapılan kötülükleri affetmek bir iyiliktir. Kötülüğü affetmekle beraber, üstelik kötülük yapan o kişiye bir de iyilik yapabilmek daha faziletli bir iyiliktir. Esasen taşlaşmış kalpleri yumuşatıp eritecek, düşmanlıkları giderecek, kaynayan öfkeleri yatıştıracak ve en amansız düşmanları sımsıcak dost yapacak sır bunda gizlidir. Fakat bunu başarmak, konuşulduğu kadar kolay bir iş değildir. Bunu başarabilmek, büyük bir ahlâkî kemal, ruhî kıvam, sarsılmaz bir sabır ve yüksek bir fazilet ister.
Güzel isimlerinden biri اَلْعَفُوُّ (Afüvv) yani “Çok Affedici” olan Cenâb-ı Hak kullarının affedici olmasını ister. Affetmeyi seven mü’minlerin örnek alınmaya değer kullar olduğunu bildirir. Çünkü onlar gerçekten de zor olan bir işi yapmış, nefislerini bertarâf ederek affedicilik ve ayıp örtücülük vasfını kazanmışlardır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Bununla beraber bir insan dişini sıkar, sabreder ve kendisine haksızlıkta bulunanı bağışlarsa, şüphesiz bu, nefse hâkimiyet, azim ve kararlılık gerektiren büyük bir fazilettir.” (Şûrâ 42/43)
Resûlullah (s.a.s.) buyurur:
“…Kul başkalarının hatâlarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyâdeleştirir...” (Müslim Birr 69; Tirmizî, Birr 82)
“Gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yenen kimseyi Allah Teâlâ, kıyâmet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74)
Şahsına yapılan hatâlar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir âcizlik gibi görünse de hakîkatte fevkalâde yüksek bir haslettir. Kolayca affedivermek, günah ve kusurları muhâtabın durumuna göre ve kendine has bir metotla bertarâf etmek, Peygamberimiz (s.a.s.)’in en güzel ahlâkî hasletlerinden biri idi. O, kazandığı savaşlarda esir düşenleri affetmiş, kendisine karşı son derece kötü davrananlara bile güzel muamele, merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği sergilemiştir.
Yine hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muamele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için dua edebilmek, Resûlullah (s.a.s.)’in fârik vasfı idi. Tâif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduada bulunmayıp hidâyetleri için dua etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyetle şereflenmelerini istemesi, nice azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bu yüksek ahlâkî ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîf, müslümanlara ne güzel bir yol göstermektedir:
“«İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz» diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye alıştırınız!” (Tirmizî, Birr 63/2007)
Resûlullah (s.a.s.) bir gün:
“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” buyurdu. Oradaki sahâbîler:
“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurdu:
“–Sizden önceki kavimlerden birine mensûb idi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb 36/4887)
Hz. Ebubekir (r.a.)’la alakalı şu hâdise, kötülüğe sabırla mukâbele etmenin ve onun en güzel yolla savuşturmanın güzel bir misalidir:
Resûlullah (s.a.s.) ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir adam geldi, Hz. Ebubekir’e hakâretler ederek onu üzdü. Ancak Ebubekir (r.a.) sükût etti, adama cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Ebubekir yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince Hz. Ebubekir adama hak ettiği cevâbı verdi.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) hemen kalkıp yürüdü. Ebubekir (r.a.) arkasından yetişerek:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Hayır” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti:
“–Lâkin gökten bir melek inmiş, o adamın sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” (Ebû Dâvûd, Edeb 41/4896)
Bayezid-i Bistami’yle alakalı şu menkıbe, onun bu muhteşem güzellikte ve i’cazdaki âyetin mâna derinliğine ne ölçüde vakıf olup gereğini yapmaya çalıştığını ortaya koymaktadır:
Bayezid bir akşam mezarlıktan geçerken Bistam’ın ileri gelenlerinden birinin oğlu sarhoş bir halde saz çalıyordu. Gencin kendisine yaklaştığını gören Şeyh “Lâ havle velâ kuvvete illa billâh!” dedi ama bunu der demez kabadayı sazı şeyhin başına vurdu. Saz ikiye bölündü, Şeyh de al kanlar içinde kaldı. Şeyh zaviyesine geldi. Sabah olur olmaz sazın parasıyla birlikte bir tepsi helvayı hizmetçisine verip gence gönderdi ve ona şunu söylemesini tembih etti:
“Bayezid, akşam başında kırılan sazdan dolayı senden özür diliyor. Bu parayı al ve başka bir saz satın al. Bu helvayı da ye ki kırılan sazın derdi ve acısı gönlünden çıksın.”
Genç bu durumu görünce geldi, şeyhin ayaklarına kapandı, tevbe etti ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Diğer bazı gençler de ona uyup Şeyh’in güzel huyu sayesinde doğru yolu buldular. (Attâr, Tezkire, Trc. Süleyman Uludağ, İstanbul, 2007, s. 179)
Hâsılı iyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir. Zira iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir. Lâkin şunu da hatırlatmak gerekir ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman affetmekten çok ıslâhına çalışmak, âdil davranmak ve doğru ile yanlışı ortaya koymak îcâb eder. Zira böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı muhakkaktır.
O hâlde ben müslümanım diyenler, İslâm’ın bu güzel ahlâk ve fazilet anlayışını kendinden asla ayrılmaz bir meziyet halinde kuşanarak insanları hikmet ve öğütlerle Allah’ın yoluna çağırmaya devam etmelidirler:
37. Geceyle gündüz, güneş ve ay Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren delillerdendir. Siz güneşe de aya da secde etmeyin; her şeyi olduğu gibi bunları da yaratan Allah’a secde edin, eğer sadece O’na kulluk yapacaksanız.
38. Şâyet inkârcılar, büyüklük taslayıp Allah’a secdeden yüz çevirirlerse, şunu bilsinler ki, Rabbinin katında bulunanlar, gece gündüz bıkıp usanmadan O’nu tesbihte bulunur; O’nun şânına yaraşmayan her türlü kusurdan yüce olduğunu ilan ve ikrar ederler.
Gece gündüz, güneş ve ay, Allah’ın varlığını, birliğini ve sonsuz kudretini gösteren deliller olup, kulluk edilmeye yalnızca O’nun layık olduğunu, dolayısıyla yaratılmış olan diğer varlıklara değil sadece Allah’a kulluk etmek gerektiğini açıkça ortaya koyar. Burada Allah’a yaklaşmak maksadıyla putlara taptıklarını söyleyen müşriklerin yanlış düşünceleri reddedilerek, “Eğer sadece Allah kulluk yapmak istiyorsanız, o halde putları vasıta kılmanıza gerek yoktur. Doğrudan doğruya Allah’a kulluk edilmelidir” tâlimatı verilir. Fakat bu emirle, Allah Teâlâ’nın, insanların ibâdetine, secdesine ihtiyacı olduğu zannedilmemelidir. Kibirlenip Allah’a secdeye yanaşmayanlar, ilâhî rahmetten mahrum kalma ve azaba müstahak olma bakımından kendileri adına zarara uğramış olurlar. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın isyan etmeden, bıkıp usanmadan sırf kendine kulluk için yarattığı melekler, O’nu gece gündüz tesbih eder dururlar. O’nun şânına yaraşmayan her türlü moksanlıktan, ortaklıktan ve yakıştırmalardan nihâyetsiz yüce ve uzak olduğunu ilan ve ikrar ederler. Ki, Rabbimizin bunların tesbihine, tenzihine de asla ihtiyacı yoktur. O’nun her türlü emir ve yasakları sadece kullarının dünyevî ve uhrevî faydasınadır.
› Bu âyetler okunduğu ya da dinlendiğinde secde yapmak vaciptir. Secdenin 37. ayetin bitiminde mi, yoksa 38. âyetin bitiminde mi olduğuna dair görüş ayrılığı vardır. İmam Azam ve İmam Şafi (r.h.), 38. âyetin sonu itibariyle secde edilmesi gerektiği görüşündedirler.
Allah’ın varlığı, birliği ve yalnız O’na kulluğun gerekliliğini anlatan delillerden sonra şimdi de o yüce kudret sahibinin ölüleri de diriltmeye kadir olduğunu gösteren ibretli bir delil serdediliyor:
39. Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren delillerden biri de şudur: Sen yeryüzünü kurumuş, boynu bükük halde görürsün. Fakat biz üzerine suyu indirdiğimiz de harekete geçer, kıpırdanır, kabarır. Onu dirilten, ölüleri diriltecek olanın da elbette tâ kendisidir. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter.
Kurumuş, boyun bükmüş toprağın üzerine suyun inmesiyle harekete geçip kabarması, dirilmesi ve bitkilerini çıkarması da Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren delillerden biri olup, O’nun kıyâmet günü ölüleri diriltecek bir kuvvete sahip olduğunu açıklar. Allah yağdırdığı yağmurla nasıl ölü toprağı diriltip yeşertiyorsa, kıyâmet günü üfleyeceği ruh ile de ölü bedenleri öylece diriltecektir. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter.
Öyleyse:
40. Âyetlerimiz konusunda doğru yoldan sapanlar bize asla gizli kalmaz. Düşünün bakalım; kıyâmet günü ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa büyük duruşmaya tam bir güven içinde gelen mi? İstediğinizi yapın; hiç şüphe yok ki O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Buna rağmen bazı akılsız insanlar Allah’ın gerek kâinattaki varlık delilleri, gerek de bu delillerin sözlü ifadesi olan Kur’an âyetleri konusunda, onlara iman ve teslimiyet bakımından, doğru yoldan sapıp sapıklığa düşmektedirler. اَلإلْحَادُ (ilhâd), doğru yoldan sapmak ve sapıklığa düşmek mânasına gelir. “Allah’ın ayetleri konusunda ilhad etmek” ise, ayetlerin doğru mânalarını terk ederek, bu mânalarla hiçbir alakası olmayan başka mânalar çıkarmak, âyetlerin doğru anlaşılmasına engel olmak demektir. Böyle kimseler, sadece kendileri yoldan çıkmakla kalmayıp, başkalarını da sapıklığa düşürürler. Nitekim Mekkeli müşrikler, Kur’an tilâveti esnasında ıslık çalıp el çırparak, gürültü yaparak Kur’an’ın sıhhatli bir tarzda dinlenip anlaşılmasına mani olurlardı. Kur’an ayetlerini dinledikten hemen sonra, onları siyak ve sibak içerisindeki anlam örgüsünden çıkarmak, tahrif etmek ve yanlış yorumlamak suretiyle başkalarını saptırmaya çalışırlardı. Yine Kur’an hakkında yalan dolan sözler sarf eder, inatçılık ve zorbalık yaparlardı. Böyle kimselerin varacağı yer cehennemdir. Şüphesiz dünyada Allah’ın âyetlerine iman edip onların muhtevasında yaşayarak o dehşetli, korkunç, belalı kıyamet günü Allah’ın azabından emniyette olanlarla, ebedî azaba mahkum edilecek bu mülhitlerin durumu aynı değildir!
Halbuki Kur’an, hiç de inkâr edilebilecek bir kitap değildir. Bilakis gerçeğin tâ kendisi, hidâyet ve şifa kaynağı olan en büyük ilâhî lutuftur: