Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; insan başlamış evren üzerine düşünmeye. Yaşadığı gezegenin şeklinden bir haber, hatta şekil diye bir kavramın varlığından bile habersiz… Koskoca bir bilinmezlik içerisinde, kelimelerden mahrum sadece imgelerle düşünürken insan geceler günlere günler gecelere kavuşmuş. Gökyüzündeki parlayan kayalar hakkında konuşabilir olmuş insanlar. Kayalara işlemişler gördüklerini, hatta bugün çıplak gözle göremediğimiz bazı yıldızları bile resmetmişler kayalara. O zamanlar ışık kirliliği yokmuş elbet, daha kolaymış gözlem yapmak. Yıllar su olup akıp geçmiş ve ekip biçer olmuş insanlar. Haliyle hava durumu pek bir önem kazanmış onlar için. Doğası gereği anlamaya çalışmış insan. Bir süre mevsimleri güneşin psikolojik durumuna bağlamış olsalar da güneşin insanlara sinirlendiğinde havayı soğutmaktan, insanlar onu mutlu ettiğinde bulutların arasından çıkıp ışık saçmaktan çok daha ciddi bir mekanizması olduğunu anlamış insan. Derken aradan uzun mu uzun yıllar geçmiş. O zamanlar nice gözlemler sonucu oluşturulan o takvimlerden milyonlarca yaprak eksilmiş.
Yüzyıllar geçmiş geçmesine ama insanın içindeki merak olgusu şu yaşadığım yüzyıla kadar süregelmiş. Dünya dışı yaşamı tartışır olmuş insanlar. Daha komiği uzaylı diye tanımlıyoruz bugün dünya dışında yaşayan canlı varlıkları; sanki dünyamız uzay boşluğunda değilmişçesine. Şu okuduğunuz yazı boyunca uzaylı olarak tasvir edeceğim onları, sanırım böylesi herkes için daha hayırlı olacak. Hepimiz biraz korkuyoruz onlardan, hepimiz biraz irkiliyoruz uzaylı dendiğinde. Ancak itiraf etmem gerekiyor ki aramızda yaşıyorlar. Sandığınız kadar uzakta değiller. Onlar dünyayı istila edeli çok ama çok uzun zaman oldu.
Öncelikle fantastik hayal dünyalarınızda bulunan yeşil, kepçe kulaklı uzaylıları bir süreliğine sizden ayıracağım için özür dilerim. Fakat söylemem gerekir ki sizin hayal dünyalarınızdakinden çok farklı bugün dünyamızı istila eden uzaylılar. Çok daha küçük ve tehlikeliler. Onlar nanobakteriler…
Mars’tan bir meteorit düşüyor dünyamıza. ALH84001 diye adlandırılan bu meteorit 1984 yılında Antarktika’ya düşüyor. Bilim insanlarımız inceliyor ve üzerinde bir mikroorganizmanın fosiline rastlanıyor. Üstelik bu mikroorganizma daha önce insan vücudunda ve İsviçre’de bir travertendeki kayaçlarda teşhis edilen nanobakteri adlı mikroorganizma.
Diş taşı temizliği şeklinde adlandırılan tedaviyi duymuşsunuzdur mutlaka. Diş hekimlerimizin ağzımızdan çıkardığı o taşlar yüksek dozda uzaylı içeriyor aslında. Böbrek taşlarından muzdarip bir sürü dünyalı tanıyorum. Aynı şekilde damar sertliği sorunu olan, kemiklerinde kireçlenme sorunu yaşayan… İşte hepsinde bu küçük uzaylıların parmağı var. Kalsifikasyona neden oluyorlar, yani kireçlenmeye. Kireçlenme görülen her yerde onlara rastlamak mümkün. Çok küçükler, hatta bu yüzden canlı olup olmadıkları uzun süre tartışılmış. Ama artık biliyoruz ki canlılar. Ve maalesef onları yeterince tanımadığımız için yanlışlıkla yiyoruz.
Şöyle bir düşünelim; insan vücudu, kayalar ve marstan gelmiş bir meteorit. Ortak bir canlı barındırıyor. Aklımızın sınırlarını zorluyor. Bunca yıl uzaylıları gökte ararken yerde buluyoruz. Daha çok araştırmak istiyoruz ancak maddi imkansızlıklar uzaylıları daha yakından tanımamıza fırsat vermiyor. Tek sorun maddi değil elbet, hayal gücümüze ketler vuruluyor. Bırakın diğer gezegenlerde hayat aramayı, dünyamıza diğer gezegenlerden gelen canlıları bile inceleyemiyoruz.
Masal bitmeden uyuyan çocuklar gibi biz de uykuya dalıyoruz bu noktada. Belki yüzyıllarca uyuyacağız. Ama bir gün uyanacağız ve uzaylıların farkına varacağız. Dünyamızı uzaylılardan kurtaramayacağız ama kendimizi onlardan koruyacağız. Takvimlerden daha nice yapraklar kopacak ve bilim biraz daha gözleri kamaştıracak. Beni de uyuttular başka masallarla, dilerim ki uyanacağım yaşadığım topraklarda nanobakteri çalışılabilen bir çağda.
Yazar: Cansu Çiftçi