MURATS44
Özel Üye
Hârut ile Mârut Kimdir?
Hârut ( هاروت ) ile Mârut ( ماروت ), Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara sûresinin 102. âyetinde adlan zikredilen iki kişi. Kur'ân-ı Kerîm'de ayrıntısıyla tanıtılmadığı için Hârut ile Mârut hakkında kesin ve net bilgilerden yoksunuz. Bu konuda birbirini tutmayan çeşitli rivâyetler ve yorumlar vardır. Ancak Hz. Süleyman döneminde Bâbil'de yaşayan ve insanlara sihir öğreten iki kişi oldukları konusunda İslâm âlimlerinin çoğunluğu, görüş birliğindedir. Hârut ve Mârut'un kimler olduğu konusunda ortaya çıkan ihtilâfın çeşitli nedenleri vardır. Birincisi, bu iki kişinin insan mı, melek mi yoksa şeytan mı olduğu tartışmalı bir yöndür. Bu noktadan dört ayrı görüş ileri sürülmektedir:
a) Cebrâil ile Mikâil'dir.
b) İki kabîledir.
c) Cebrâil ve Mikâil dışında iki melektir.
d) İki insandır.
Bu konuda ayrıntıya girmeden önce Kur'ân-ı Kerîm'deki söz konusu âyete bakalım;
Bakara Sûresinin geniş bir bölümünde Yahudilerden söz eden âyetler onların ne kadar inatçı bir kavim olduğunu, hak söz karşısında kalplerinin ne derece katılaştığını anlattıktan sonra yüz ikinci âyetinde onların Hz. Süleyman dönemine değiniyor:
"... Ve onlar Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman asla küfretmedi (kâfir olmadı). Sadece şeytanlar küf rettiler. Onlar insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe -Hârut ile Mârut indirilenleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise; 'Biz, ancak fitneyiz, sakın küfretme' demedikçe kimseye sihir namına bir şey öğretmezlerdi. Onlardan koca ile karısını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki bunlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici değillerdi. Onlarsa kendilerine zarar verip fayda vermeyen Şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onlar sihri satın alan kimse için âhirette hiçbir nasip olmayacağını biliyorlardı. Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar. Şayet bilmiş olsalardı" (a).
Konu, Yahudiler ya da Hz. Süleyman olmamasına rağmen; dönemin genel durumu bilinmeden Hârut ve Mârut tam mânâsıyla anlaşılamaz. Hz. Süleyman, öyle bir yetkiyle donatılmıştı ki Allah tarafından sadece insanlar değil bütün hayvanlar ve cinleri de egemenliği altına almış ve güçlü bir hükümdarlık elde etmişti. Allah'ın ona verdiği bu üstünlük sebebiyle ona karşı olanlar, "Süleyman'ın sihir yaptığını, işlerini sihirle yürüttüğünü" ortaya attılar. Ayrıca toplumda sihirbazlar türedi ve sihir ilimleri gelişti. Sihirbazlar, daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular. Hz. Süleyman'a verilen gücün mucize olduğunu anlamayıp, bunu sihirle açıklayan topluma Allah, sihirle mucizenin aynı şey olmadığını göstermek için kendilerine sihir öğretmek üzere Hârut ve Mârut'u görevlendirdi.
Bu kısa ön açıklamadan sonra Hârut ve Mârut hakkında ortaya atılan görüşleri ele alabiliriz.
Hârut ile Mârut'un kimliği: Âyette onlardan "melekeyn" şeklinde bahsedilmektedir. Kelimenin Arapça telâffuzunu "melekeyn (iki melek)" şeklinde okuyanlara göre Hârut ile Mârut, iki melektir. Bâzı alimlerin görüşüne uyarak kelime, "melikeyn" şeklinde okunursa, o takdirde iki padişah veya yetkili iki kişi anlamı çıkar. Âyetin okunuşunda meşhur olan kırâat, "melekeyn" şeklindedir ve onların iki melek olduğu konusundaki görüş, daha olasıdır. Kelimeyi "melikeyn" olarak anlayanlar ise, kendilerine göre delil getirmektedirler.
Onlara (kelimeyi "melikeyn" olarak anlayanlara) göre sihir, "küfür" olarak tanımlandığına göre meleklerin sihir öğretmesi mümkün değildir. Bir diğer görüşleri de Allah'ın melekleri yeryüzüne insan sûretinde indirdiği, buna göre Hârut ile Mârut, melek dâhi olmuş olsalar, onların insan şeklinde yaşayıp sihir öğretmeleri gerekmektedir. Onlarla ilişki içinde olan insanlar da onlara birer melek değil; insan olarak yaklaşmaktadırlar. Bu durumda da onların melek olduklarını söylemeye gerek yoktur. Bu iki görüşün ilki, yâni onların melek olduğu, şu nedenlerden dolayı daha kuvvetli görüştür:
Âyetin okunuşunda meşhur kırâat, melekten'dir. Diğer yönden Allah, melekleri insan şeklinde indirir. Nitekim Cebrâil, Peygamberimiz'e Dıhyetü'l-Kelbi'nin görünümünde insan şeklinde gelirdi. Sihrin küfür olduğu, bu nedenle de meleklerin sihirle uğraşmayacaklarına gelince, sihirle uğraşan ve bunu kötüye kullanan topluma, kötüye kullanılmayan sihri öğretmek üzere iki melek görevlendirilmiştir. Diğer yönden sihirle insanları yoldan çıkarmaya çalışan sihirbazlara karşı onları korumak için, sihirbazların kendi yöntemleriyle karşı çıkabilsinler diye sihir öğreten iki melek gönderildi. Bunlar, varsayımdır; ancak meleklerin sihirle uğraşmalarının küfür olmadığını izâh içindir. Çünkü sihrin zararından sakınmak için sihir öğrenmek ve öğretmek küfür değildir.
Hârut ile Mârut, sihir öğrenmek için kendilerine gelenlere; "Biz, ancak bir imtihan vesilesiyiz (fitneyiz). Sakın küfretme!" demedikçe hiçbir kimseye sihir öğretmiyorlardı. Bu noktada da iki görüş var. Birincisi, âyeti doğrudan doğruya anlayanlara göre melekler, insanlara küfretmemeleri şartıyla sihir öğretiyorlardı. Buna karşı çıkanlar ise; "O iki meleğe indirilen şey, sihir değil; şeriat, din ve hayra davettir" demekte ve şöyle eklemektedirler: "Onlar, hiç kimseye bunu öğretmiyorlar, aksine en şiddetli biçimde insanları bundan nehyediyorlardı."
Diğer bir nokta da "Onlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğrendiler" cümlesinin yorumunda farklılıklar vardır.
Bir kısım İslâm alimine göre âyetteki "karı ile kocayı ayıran" şey, sihri öğrenmek ve yapmaktır. Karı-kocadan herhangi biri, sihre bulaştığı anda kâfir olacağı için nikâh kendiliğinden düşer. Yani buradaki ayrılık, hukûkî bir durumdur ve dinen zorunludur. Diğer görüşe göre ise bu ayırma, karı koca arasındaki sevgiyi yok edecek türde bir sihir çeşididir. O kişiler, sihri kötü yönde kullanarak toplumda bozgunculuk çıkardılar. Hattâ bunda o derece ileri gittiler ki karı kocayı birbirinden ayıracak yollar geliştirdiler.
Bakara Sûresi'nin 102. ayetinde Hârut ile Mârut'un öğretip bazı insanların da onlardan öğrendikleri nesne, müfessirlerce “sihir” şeklinde tefsir edilir. M. Esed'e göre ise sihir diye bir şey yoktur, burada öğrendikleri nesne, “karı ile koca arasında huzursuzluğun hangi yolla çıkarılacağıdır”. Aynı konuda Felak Sûresi'nin tefsirinde Zemahşeri, M. Abduh ve Reşid Rıza'ya dayanarak sihrin gerçekliğini reddeder ve “Açıkça akıl dışı bulunmalarına rağmen, müminin bu tür uygulamalardan Allah'a sığınmasının emredilmesinin sebebi, –Zemahşeri'ye göre– bu tür meşguliyetlerin günah oluşunda ve bununla uğraşanlar için zihinsel bir tehlike taşımasında yatmaktadır”. Nas Sûresi'nde sözü edilen cinler hakkında şöyle der: “Yukarıdaki bağlamda terim, muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile eğri arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçleştiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir. Ancak Kurân'ın son sûresinin bu son ayeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah'a sığınmamız emr edilen ‘görünmez güçler'in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve batıl değerlerden kaynaklanan şeytanî eğilimler olduğu sonucuna varırız”. Bakara 14 ayetindeki “şeytanlar”ı, “Ama şeytani dürtüleriyle baş başa kaldıklarında ‘Aslında biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece eğleniyoruz' derler.” diyerek “şeytanî dürtüler” şeklinde açıklar. Fakat ayet, muhatapların “dürtüler” değil de “şeytanlar” olduğunu tasrih ettiğinden, buradaki yorum boşlukta kalmaktadır.
Eski bazı kaynaklarda, Hıristiyan ve Yahudi kaynakları da referans gösterilerek Bâbil'in düşmüş melekleri olarak da adlandırılırlar. Efsaneye göre melekler, insanların işledikleri günahları görünce kınarlar. Allah, "Siz onların yerinde olsanız aynısını yapardınız." der ve meleklerden en iyilerinden ikisi, Hârut ve Mârut seçilerek Bâbil şehrine yargıç olarak gönderilir.
Bu konuda daha başka efsane ve İsrailiyyât türünden görüşler de vardır ve tefsir kitaplarına kadar girmiştir. Ancak burada onlara değinmek saf İslâmî düşünceleri bulandırmaktan başka bir işe yaramayacağı için anlamsızdır.
Değişik görüşleri inceledikten sonra kuvvetli olan görüş doğrultusunda konuyu özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir. Hârut ve Mârut, Hz. Süleyman döneminde Bâbil'de insan şeklinde ortaya çıkan, "küfür"e düşmemeleri, kötülük için kullanmamaları şartıyla insanlara sihir öğreten, insanların bu yolla imtihan olmalarına vesile olan iki melektir. Sihir ilmini kötülük ve küfür yolunda kullanan fâsık insanlar ve şeytanların aksine; Hârut ve Mârut, insanlardan onu kötülükte kullanmamaları konusunda söz alıyor, sonra öğretiyorlardı.
Muhakkikler (araştırmacılar) Hârut ve Mârut'un Bâbil'de -ki burası Irak'ta Fırat nehri üzerinde bulunan bir şehirdir.- dış görünüşleriyle salah ve takva sahibi olarak tanınan ve halka sihir öğreten iki insan oldukları görüşündedirler. İnsanların saf inançları bu iki kişi hakkında öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, onların semadan inmiş iki melek olduklarını ve sihri Allah'tan gelen vahiy ile insanlara öğrettiklerini sanıyorlardı. Bu iki adamın sahtekarlıkları öyle bir dereceye varmıştı ki insanların kendileri hakkındaki saf inançlarını sürdürmelerini sağlamak için kendilerinden sihir öğrenmek isteyen herkese, “Biz bir fitneyiz. Sakın inkar etme”; yani “Kuşkusuz biz imtihan vesilesiyiz; seni deniyor, imtihan ediyoruz ki bununla (sihir öğrenmekle) şükür mü, küfür mü ediyorsun, ortaya çıksın. Biz sana küfre düşmemeni tavsiye ederiz.” diyorlardı. Bunu; halk, bilgilerinin ilahi, sanatlarının ise ruhani olduğunu ve aslında iyilik etmekten başka bir maksatları bulunmadığını zannetsinler diye söylüyorlardı. Tıpkı günümüzde de bir takım deccallerin yaptığı gibi. Bunlar da zanlarınca sevgi ve nefret için kendilerine muska yazmayı öğrettikleri kimselere; “Sana evli bir kadını, kocasından başka bir erkeğe yöneltmek için yazmamanı tavsiye ederiz.” şeklinde evham ve uydurmadan başka bir gerçeği olmayan şeyler söylerler.
Yahudilerin bu hususta bir çok hurafeleri vardı. Öyle ki Hârut ve Mârut'a, sihir ilminin Allah'tan indiğine ve onların insanlara sihir öğretmek için gelen iki melek olduklarına inanıyorlardı. İşte bunun üzerine Kur'an ayetleri sihrin semadan indiği şeklindeki iddiaları hakkında onları yalanlamak ve hem sihri hem de onu öğrenen ya da öğreten kimseleri zemmetmek için geldi.
“Yuallimune'n-nâse's-sihîrâ ve mâ unzile ala'l-melekeyni” ifadesinde geçen “mâ” burada, görüşlerin en sahihine göre nâfiyedir (olumsuzluk bildirir). “İki Melek” ibâresi ise, burada, o dönemde insanlar arasında cari olan örfe binaen kullanılmıştır. Bu, tıpkı Yunan, Mısır ve diğer kavimlerin tarihlerinden bahseden yazarların eserlerinde iyilik ve kötülük tanrılarının zikredilmesi ve yine tıpkı Müslümanların sözlerinde Hıristiyanları tenkit etmek bakımından tanrının tecessümünden, asılmasından v.s bahsedilmesi gibidir.
“Onlar bu ikisinden koca ile karsının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.” sözü, sembolik bir anlatımdır ve böylelikle yapılan iş en çirkin şekliyle ortaya konmuş olmaktadır. Yani yaptıkları bu iş öyle bir raddeye gelmişti ki, artık karı-koca gibi toplumun en güçlü birimi olan aileyi onunla parçalama imkanını elde etmeyi, çeşitli hileleri ve bozgunculuğun yollarını öğreniyorlardı.
Özet olarak bu ayetin manası başından sonuna kadar şu şekilde anlaşılmaktadır:
Yahudiler, Kurân'ı yalanladılar ve ondan yüz çevirdiler. Kur'an'a karşılık Hz. Süleyman ve mülkü hakkında, onların çarpık zihniyetli alimlerinden işittikleri hurafeler ve efsaneleri yaymaya çalıştılar. Hz. Süleyman'ın küfre girdiğini iddia ettiler. Oysa Hz. Süleyman, küfre girmemişti. Fakat onların tabi oldukları şeytanları (önderleri) küfre girdiler ve insanlara sihri öğretmeye ve sihrin Hârut ve Mârut'a indiğini iddia etmeye başladılar. O ikisini melek olarak isimlendirmişlerdi. Onlara hiç bir şey indirilmediği halde, insanlara kendilerinin salihlerden oldukları zannını yerleştirdiler. Halkın, onları iyilik etmekten başka maksatları olmayan ve kendilerini küfürden korumaya çalışan kimseler olduklarını sanmaları için uğraştılar. O ikisinden öğrendikleri hile ve desiseler, kendilerinin insanlar arasına tefrika sokabileceklerine halkı inandıracak derecedeydi.
Görüyorsunuz ki ifadelerin hepsi burada zemm (kınama, yerme) içindir ve ayetin Hârut ve Mârut'un medhi, övgüsü hakkında vârid olduğu düşüncesi doğru değildir. Bunların yani yukarıdaki sözlerimizin doğruluğuna, Kurân'ın Allah indinden insanlara bir şey öğretmek için -peygamberlere indirilen vahiy dışında- yeryüzüne melek indirildiğini reddetmesini gösterebiliriz. Kur'an, insanlara talim için kendi cinsinden birinin gönderildiğini sarih nasslarla ortaya koymaktadır: “Senden önce, insanların dışında elçi göndermedik; onlara vahyediyorduk. Bilmiyorsanız zikir/vahiy ehline sorunuz.” (b) Yine Melek indirilmesi şeklindeki istekleri Kur'an geri çevirmiştir: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi!," diyorlar. Bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu. Onlara zaman da verilmezdi.” (c) Furkân Suresinde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Söyle dediler: "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi, veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!" Bu zalimler, inananlara: "Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler. Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.” (ç)
Hârût ve Mârût Kıssası Yahûdîler arasında sihir yaygındı. Bu yüzden Hazret-i Süleymân'ın büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı da sihir ile elde ettiğini, hayvanlara ve cinlere büyü ile hükmettiğini söylerler ve buna inanırlardı. Ancak Hazret-i Süleymân, Kur'ân-ı Kerîm'de peygamber olarak tanıtılınca:
“Muhammed, Süleymân'ı peygamber sanıyor, hâlbuki o, bir büyücüdür!” demişlerdi. Bunun üzerine aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَ يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
“Süleymân'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbî oldular. Hâlbuki Süleymân, (sihir yapıp) kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Bâbil'de Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese: «–Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız!» demeden, hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allâh'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de, zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasîbi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (a)
Müfessir Fahreddîn er-Râzî, Hârût ile Mârût adlı iki meleğin yeryüzüne indiriliş sebebini şöyle açıklar:
a. Bu iki meleğin yeryüzüne indirildiği esnâda sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir mevzuunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiâsında bulundular. Böylece insanlara meydan okudular. Bu sebeple Allâh Teâlâ, insanların, peygamberlik iddiâ eden bu yalancıları tanıyıp onlara karşı koyabilmeleri için sihri öğretmek üzere bu iki meleği gönderdi.
b. Mûcizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mûcize ile sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Hâlbuki insanlar, o zaman sihrin mâhiyetini bilmiyorlardı. Dolayısıyla onların, mûcizenin hakîkatini bilmeleri de imkânsızdı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ, insanlara sihrin hakîkatini anlatsınlar da mûcizenin hakîkati bilinsin diye bu iki meleğini gönderdi.
c. Diğer bir görüşe göre, Allâh'ın düşmanları arasına ayrılığı, dostları arasına da sevgiyi yerleştiren sihir, onlar için mübâh veya mendûb kılınmıştı. Bundan dolayı Allâh Teâlâ, bu gâye ile sihri öğretsin diye o iki meleği gönderdi. Maalesef o günün insanları, daha sonra bu iki melekten öğrendikleri müsbet sihri menfî şekilde, yâni Allâh'ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi te'sîs etmek sûretiyle zıddına ve yanlış istikâmette kullanmışlardır.
d. Sihir yasaklanmış olduğu için, onun beşer için bilinen ve tasavvur edilen bir şey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyin nehyedilmesi de düşünülemez.
e. Belki de cinler, bir benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Cenâb-ı Hak, cinlere karşı korunabilecekleri şeyleri insanlara öğretmeleri için bu melekleri göndermişti.
f. Bunun, kulluk mükellefiyetini zorlaştıran bir imtihan olduğu da düşünülebilir. Çünkü insanın, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak bir şeyi öğrendikten sonra ondan uzak durması daha zordur. Bu yüzden imtihan zorlaştıkça o imtihanı kazananların ecri de o nispette fazla olur. Bu sebeple insan, yasaktan sakınarak daha büyük bir mükâfât elde edebilir.
Nitekim Hak Teâlâ, Tâlût'un kavmini savaşa gitmekte iken sıcak bir günde, nehirden su içme husûsunda imtihân etmiş ve Tâlût, emr-i ilâhî mûcibince:
فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ
“…Kim (o nehirden) kana kana içerse, benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir…” (d) demiştir.
Velhâsıl, bütün bu îzahlardan da anlaşılacağı üzere, Allâh Teâlâ'nın o melekleri, sihri öğretmek üzere indirmesinde pek çok hikmetler bulunmaktadır. Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, her işinde hikmet sâhibidir ve her şeyi en iyi bilendir.[SUP][4][/SUP] Hidayet önderi peygamberlerimizden biri olan Hz. Süleyman, insanları Allah'a iman etmeye davet edip ahiret gününe karşı uyarmakla ve din ahlakını tebliğ etmekle sorumlu kılınmıştır. Kuran'da bildirildiği üzere Hz. Süleyman'ın yaşadığı dönemde sihre rağbet eden ve bunu kötü amaçları için kullanan bazı insanlar da bulunmaktaydı. Bu olayın bildirildiği kıssa, günümüzde tüm insanların sihir gibi sapkınlıklardan titizlikle sakınmaları için önemli bir yol göstericidir.
Hz. Süleyman; Hz. Nuh'un soyundan gelen, kendisine Allah Katından hidayet verilen mübarek bir peygamberdir. Çok üstün bir ahlaka ve samimi bir Allah korkusuna sahip olan Hz. Süleyman'ı Allah ihtişamlı bir zenginlik ve çeşitli ilimlerle desteklemiştir. Hz. Süleyman da bu ihtişamlı zenginlik ve ilimleri en hikmetli şekilde kullanarak dünyada Allah'ın izniyle din ahlakını hakim kılmak üzere güçlü bir iktidar elde etmiştir.
Hz. Süleyman, aynı zamanda Kuran'da kendisi hakkında ayrıntılı bilgiler verilen peygamberlerimizden biridir. Hz. Süleyman'la ilgili olarak Kuran'da haber verilen bir kıssada o dönemde bazı insanların, Allah'ın haram kıldığı fiillerden olan sihre rağbet ettikleri anlaşılmaktadır. Onlar şeytanlardan sihir öğrenmişler ve kötü amaçları için kullanmışlardır. Bu konuyu haber veren ayette şöyle buyrulur:
"Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkar etmedi; ancak şeytanlar inkar etti. Onlar, insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe Hârut'a ve Mârut'a indirileni öğretiyorlardı..." (a)
Tüm inananlar için önemli hikmetler içeren Hârut ve Mârut kıssasını bu ayet doğrultusunda inceleyecek ve iman edenlerin sihir gibi sapkınlıklardan neden şiddetle kaçınmaları gerektiğini ortaya koyacağız.[SUP][5][/SUP]
Hârut ve Mârut Kıssası'ndan Bazı Hikmetler Şeytana Uyanların Bozgunculukları Ayette haber verildiği üzere Hz. Süleyman'a karşı harekete geçen şeytan, etkisi altına aldığı bazı kişiler aracılığıyla halkı Hz. Süleyman'ın sahip olduğu büyük mülk ve zenginlik ile ilgili olarak kışkırtmış olabilir. Bunun sonucunda bazı insanlar Hz. Süleyman ve sahip olduğu güçlü devlete karşı örgütlenmiş ve onun aleyhinde çalışmalar yapan çeşitli karanlık örgütler kurmuş olabilirler. Şeytanın sevkiyle kurulan bu örgütler, Hz. Süleyman'ın yönetimini türlü şekillerde çökertmeye çalışmış, bunun için her türlü kirli yöntemi kullanmış olabilirler. (En doğrusunu Allah bilir.) Nitekim tarihi kayıtlar, Hz. Süleyman'ın vefatının ardından, Müslüman İsrail Krallığı'nın iç karışıklıklar nedeniyle ikiye bölündüğünü bildirmektedir.
Şeytan'ın Fitnesi: Sihir Şeytanlar insanları yoldan saptırmak için onlara, Hârut ve Mârut'tan öğrendikleri sihirleri öğretmişlerdir. Oysa Hârut ve Mârut ayette bildirildiği üzere, sahip oldukları bilgiyi, öğrenmek isteyenlere önce kendilerinin Allah'tan bir deneme olduklarını söylemiş ve inkara düşmemeleri için onları uyarmışlardır. Ancak ondan sonra bu bilgiyi öğretmişlerdir. Bu nedenle de insanların sihrin bir fitne olduğunu bilmeleri ve bundan şiddetle kaçınmaları gerekmektedir.
Her şeyden önce günümüzde de bu yöntemlere yani sihir ve benzeri yöntemler başvuran herkes çok iyi bilmelidir ki,
*** Allah izin vermeden insanların öğrendikleri ve uyguladıkları büyülerin bir sonuç vermesi kesinlikle mümkün değildir. Çünkü büyünün etkisini bir hikmet üzere yaratan da Allah'tır.
*** O'nun izni ve bilgisi olmadan hiçbir insanın zenginlik, güç ya da başka bir imkanı sihir benzeri yöntemlerle elde etmesi mümkün değildir.
*** Sonsuz güç sahibi olan Allah, büyünün etkisine inanan ve bu gibi yöntemlerle kendilerine menfaat sağlayabileceklerine inanan insanlara, bu şeytani yöntemleri bir bela olarak musallat edebilir.
*** Onlar batıl yollara saptıkları için, Yüce Allah onlara buna göre bir karşılık vermekte; büyü, bu insanlar için dünya hayatında bir azap haline gelmektedir. Bu, Allah'ın hidayet yolundan sapan insanlara dünyada verdiği bir cezadır.
Müminler Yalnızca Allah'a Yönelir İman eden bir insan; Yüce Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemeyen ve Kuran ahlakından uzak yaşayan insanlardan farklı olarak sihirle ve benzeri konularla ilgilenmez ve vakit kaybetmez. İnsanların arasını bozmak için bu tip şeytan kışkırtması boş işlerle uğraşmak, hak yoldan uzaklaşıp batıl inanışlarla vakit geçirmek şeytanın oyununa gelmektir. Kuran'da belirtildiği üzere şeytanın tek amacı insanları doğru yoldan engellemek ve bunun için tüm yöntemleri kullanmaktır. Sihir benzeri işlerle uğraşanlar, şeytanın aldatmacalarına kanmış ve onun istekleri doğrultusunda hareket etmiş insanlardır. Bu gibi batıl inanışların Kuran ahlakında hiçbir şekilde yeri olmadığı Felak Suresi'nde şu şekilde bildirilmektedir:
"De ki: Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfüren-kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden" (e)
Hârut ve Mârut'tan bahsedilen ayetlerde de aynı konu bildirilmiştir. Ne sihrin, ne de Felak Suresi'ndeki ayette bildirilen "düğümlere üfüren kadınların" hiçbir güçleri, etkileri yoktur. Kainattaki tek güç ve hüküm sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Bu nedenle mümin sadece Allah'a güvenip dayanır, O'ndan yardım ister, her türlü ihtiyacını sadece Yüce Allah'a bildirir ve sonsuz güç sahibi Rabbimiz'i dost ve vekil edinir. Tek güç sahibinin sadece ezelden gelen ve ebede giden Yüce Allah olduğu ve başka yerlerden yardım beklemenin boş bir çaba olduğu bir ayette şu şekilde haber verilmiştir:
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.” (f) [SUP][6][/SUP]
Yahudiler, yüce Allah'ın ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğu Kur'an'a arka dönerek şeytanlar tarafından Hz. Süleyman'ın hükümranlık gücü hakkında anlatılan hikâyelerin ve yine onlar tarafından Süleyman., hakkında düzülen halkı yanıltıcı söylentilerin peşine takılmışlardı. Bu şeytanların halk arasında yaymaya çalıştıkları söylentilerin özü şuydu: Hz. Süleyman bir büyücü idi. O iradesine boyun eğdirdiği hayvanları ve doğal güçleri, bildiği ve kullandığı büyü yolu ile emri altına almıştı.
Kur'an-ı Kerim Hz. Süleyman'ın (selâm üzerine olsun) bir büyücü olduğunu şu ifade ile reddediyor:
"Süleyman, kâfir olmadı." (a)
Bu ayet, Hz. Süleyman'a yakıştıramadığı fakat şeytanlarda vârid gördüğü büyüyü ve onun kullanımını kâfirlik sayar gibidir:
"Fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara büyücülüğü öğretiyorlardı" (a)
Bu ayet, daha sonra büyücülüğün, yüce Allah -c.c- tarafından Bâbil kentinde yaşayan iki meleğe, yani Hârut ile Mârut'a indirilmiş olduğunu reddediyor:
"Bâbil'de yaşayan Hârut ve Mârut adındaki iki meleğe böyle bir şey indirilmiş değildi." (a)
Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından indirildiğini yayıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim, bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor.
Ayette daha sonra bu işin içyüzü anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim bilgimizin dışında kalan bir hikmetin sonucu olarak insanlar için bir imtihan, bir deneme vesilesi olarak bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek amacı ile kendilerine başvuran herkesi peşinen uyarıyorlardı:
"Oysa bu iki melek `Bizler bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı." (a)
Bir kere daha görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim büyücülüğü, bunun öğretilmesini ve kullanılmasını kâfirlik sebebi sayıyor ve bu hükmü Hârut ve Mârut adlı meleklerin ağzından dile getiriyor.
Fakat bu yoldaki uyarıya ve yol göstermeye rağmen bazı kimseler bu iki melekten büyücülük öğrenmekte ısrar ederler. O zaman böylelerinin bir kısmı, kendilerini bekleyen fitneye uğramaktan yakayı kurtaramıyor:
"Fakat onlar iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı." (a)
Burada Kur'an-ı Kerim'in hemen öne atılarak İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden birini belirlediğini görürüz. Söz konusu temel ilkeye göre şu gördüğümüz evrende yüce Allah'ın izin vermediği hiçbir gelişme meydana gelmez:
"Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." (a)
Demek ki, ancak yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:
Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği sunan Allah'tır. Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin vermeyeceği zaman bunların bu özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz. İbrahim olayında olduğu gibi.
Karı ile kocanın arasını açan büyücülük işinde de durum aynıdır. Büyücülük sanatı söz konusu etkisini, ancak yüce Allah'ın izni ile meydana getirebilir. Eğer Allah kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu işe izin vermek istemezse büyücülüğün söz konusu etkisine engel olabilir.
Bizim etki ve sonuç olarak algıladığımız, bu nitelikleri ile bilgi alanımızda yer tutan diğer bütün olaylarda da aynı kural geçerlidir. Her faktör, etkileme yeteneğini yüce Allah'ın izni ile sağlamıştır ve söz konusu etkiyi bu izne bağlı olarak gösterebilir. Yüce Allah -c.c- dilediğinde ona etkileme fırsatı verebileceği gibi isterse bu etkiyi durdurabilir de.
Kur'an-ı Kerim, daha sonra Yahudilerin ya da şeytanların karı ile koca arasını bozmak için öğrendikleri bilgilerin niteliğini belirliyor. Bu bilgiler, onların kendileri hakkında iyi değil, kötü şeylerdir:
"Onlar kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı." (a)
Söz konusu kötülüğün hiçbir yarar içermeyen katıksız bir zarar olması için kâfirlik sebebi olması yeterlidir. Okuyoruz:
"Oysa onlar büyücülüğü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı." (a)
Onlar büyücülüğü satın alan kimsenin Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. İnsan bu büyücülüğü benimseyip sâtın alınca Ahiretteki bütün nasibini, bütün birikimini yitiriverir.
Eğer bu kimseler, bu alışverişin mahiyetini bilselerdi, benliklerini ne fena bir şey karşılığında sattıklarını anlarlardı:
"Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi!" (g)
Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi:" '
Bu sözler, Bâbil'deki iki melekten büyücülük öğrenen ve şeytan tarafından Hz. Süleyman'ın hükümdarlık yeteneği hakkında uydurulan söylentilere kapılanlar için geçerlidir. Bu kimseler yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak bu tür batıl ve zararlı bilgilere kendilerini kaptırmış olan Yahudilerdir.
Hârut ( هاروت ) ile Mârut ( ماروت ), Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara sûresinin 102. âyetinde adlan zikredilen iki kişi. Kur'ân-ı Kerîm'de ayrıntısıyla tanıtılmadığı için Hârut ile Mârut hakkında kesin ve net bilgilerden yoksunuz. Bu konuda birbirini tutmayan çeşitli rivâyetler ve yorumlar vardır. Ancak Hz. Süleyman döneminde Bâbil'de yaşayan ve insanlara sihir öğreten iki kişi oldukları konusunda İslâm âlimlerinin çoğunluğu, görüş birliğindedir. Hârut ve Mârut'un kimler olduğu konusunda ortaya çıkan ihtilâfın çeşitli nedenleri vardır. Birincisi, bu iki kişinin insan mı, melek mi yoksa şeytan mı olduğu tartışmalı bir yöndür. Bu noktadan dört ayrı görüş ileri sürülmektedir:
a) Cebrâil ile Mikâil'dir.
b) İki kabîledir.
c) Cebrâil ve Mikâil dışında iki melektir.
d) İki insandır.
Bu konuda ayrıntıya girmeden önce Kur'ân-ı Kerîm'deki söz konusu âyete bakalım;
Bakara Sûresinin geniş bir bölümünde Yahudilerden söz eden âyetler onların ne kadar inatçı bir kavim olduğunu, hak söz karşısında kalplerinin ne derece katılaştığını anlattıktan sonra yüz ikinci âyetinde onların Hz. Süleyman dönemine değiniyor:
"... Ve onlar Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman asla küfretmedi (kâfir olmadı). Sadece şeytanlar küf rettiler. Onlar insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe -Hârut ile Mârut indirilenleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise; 'Biz, ancak fitneyiz, sakın küfretme' demedikçe kimseye sihir namına bir şey öğretmezlerdi. Onlardan koca ile karısını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki bunlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici değillerdi. Onlarsa kendilerine zarar verip fayda vermeyen Şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onlar sihri satın alan kimse için âhirette hiçbir nasip olmayacağını biliyorlardı. Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar. Şayet bilmiş olsalardı" (a).
Konu, Yahudiler ya da Hz. Süleyman olmamasına rağmen; dönemin genel durumu bilinmeden Hârut ve Mârut tam mânâsıyla anlaşılamaz. Hz. Süleyman, öyle bir yetkiyle donatılmıştı ki Allah tarafından sadece insanlar değil bütün hayvanlar ve cinleri de egemenliği altına almış ve güçlü bir hükümdarlık elde etmişti. Allah'ın ona verdiği bu üstünlük sebebiyle ona karşı olanlar, "Süleyman'ın sihir yaptığını, işlerini sihirle yürüttüğünü" ortaya attılar. Ayrıca toplumda sihirbazlar türedi ve sihir ilimleri gelişti. Sihirbazlar, daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular. Hz. Süleyman'a verilen gücün mucize olduğunu anlamayıp, bunu sihirle açıklayan topluma Allah, sihirle mucizenin aynı şey olmadığını göstermek için kendilerine sihir öğretmek üzere Hârut ve Mârut'u görevlendirdi.
Bu kısa ön açıklamadan sonra Hârut ve Mârut hakkında ortaya atılan görüşleri ele alabiliriz.
Hârut ile Mârut'un kimliği: Âyette onlardan "melekeyn" şeklinde bahsedilmektedir. Kelimenin Arapça telâffuzunu "melekeyn (iki melek)" şeklinde okuyanlara göre Hârut ile Mârut, iki melektir. Bâzı alimlerin görüşüne uyarak kelime, "melikeyn" şeklinde okunursa, o takdirde iki padişah veya yetkili iki kişi anlamı çıkar. Âyetin okunuşunda meşhur olan kırâat, "melekeyn" şeklindedir ve onların iki melek olduğu konusundaki görüş, daha olasıdır. Kelimeyi "melikeyn" olarak anlayanlar ise, kendilerine göre delil getirmektedirler.
Onlara (kelimeyi "melikeyn" olarak anlayanlara) göre sihir, "küfür" olarak tanımlandığına göre meleklerin sihir öğretmesi mümkün değildir. Bir diğer görüşleri de Allah'ın melekleri yeryüzüne insan sûretinde indirdiği, buna göre Hârut ile Mârut, melek dâhi olmuş olsalar, onların insan şeklinde yaşayıp sihir öğretmeleri gerekmektedir. Onlarla ilişki içinde olan insanlar da onlara birer melek değil; insan olarak yaklaşmaktadırlar. Bu durumda da onların melek olduklarını söylemeye gerek yoktur. Bu iki görüşün ilki, yâni onların melek olduğu, şu nedenlerden dolayı daha kuvvetli görüştür:
Âyetin okunuşunda meşhur kırâat, melekten'dir. Diğer yönden Allah, melekleri insan şeklinde indirir. Nitekim Cebrâil, Peygamberimiz'e Dıhyetü'l-Kelbi'nin görünümünde insan şeklinde gelirdi. Sihrin küfür olduğu, bu nedenle de meleklerin sihirle uğraşmayacaklarına gelince, sihirle uğraşan ve bunu kötüye kullanan topluma, kötüye kullanılmayan sihri öğretmek üzere iki melek görevlendirilmiştir. Diğer yönden sihirle insanları yoldan çıkarmaya çalışan sihirbazlara karşı onları korumak için, sihirbazların kendi yöntemleriyle karşı çıkabilsinler diye sihir öğreten iki melek gönderildi. Bunlar, varsayımdır; ancak meleklerin sihirle uğraşmalarının küfür olmadığını izâh içindir. Çünkü sihrin zararından sakınmak için sihir öğrenmek ve öğretmek küfür değildir.
Hârut ile Mârut, sihir öğrenmek için kendilerine gelenlere; "Biz, ancak bir imtihan vesilesiyiz (fitneyiz). Sakın küfretme!" demedikçe hiçbir kimseye sihir öğretmiyorlardı. Bu noktada da iki görüş var. Birincisi, âyeti doğrudan doğruya anlayanlara göre melekler, insanlara küfretmemeleri şartıyla sihir öğretiyorlardı. Buna karşı çıkanlar ise; "O iki meleğe indirilen şey, sihir değil; şeriat, din ve hayra davettir" demekte ve şöyle eklemektedirler: "Onlar, hiç kimseye bunu öğretmiyorlar, aksine en şiddetli biçimde insanları bundan nehyediyorlardı."
Diğer bir nokta da "Onlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğrendiler" cümlesinin yorumunda farklılıklar vardır.
Bir kısım İslâm alimine göre âyetteki "karı ile kocayı ayıran" şey, sihri öğrenmek ve yapmaktır. Karı-kocadan herhangi biri, sihre bulaştığı anda kâfir olacağı için nikâh kendiliğinden düşer. Yani buradaki ayrılık, hukûkî bir durumdur ve dinen zorunludur. Diğer görüşe göre ise bu ayırma, karı koca arasındaki sevgiyi yok edecek türde bir sihir çeşididir. O kişiler, sihri kötü yönde kullanarak toplumda bozgunculuk çıkardılar. Hattâ bunda o derece ileri gittiler ki karı kocayı birbirinden ayıracak yollar geliştirdiler.
Bakara Sûresi'nin 102. ayetinde Hârut ile Mârut'un öğretip bazı insanların da onlardan öğrendikleri nesne, müfessirlerce “sihir” şeklinde tefsir edilir. M. Esed'e göre ise sihir diye bir şey yoktur, burada öğrendikleri nesne, “karı ile koca arasında huzursuzluğun hangi yolla çıkarılacağıdır”. Aynı konuda Felak Sûresi'nin tefsirinde Zemahşeri, M. Abduh ve Reşid Rıza'ya dayanarak sihrin gerçekliğini reddeder ve “Açıkça akıl dışı bulunmalarına rağmen, müminin bu tür uygulamalardan Allah'a sığınmasının emredilmesinin sebebi, –Zemahşeri'ye göre– bu tür meşguliyetlerin günah oluşunda ve bununla uğraşanlar için zihinsel bir tehlike taşımasında yatmaktadır”. Nas Sûresi'nde sözü edilen cinler hakkında şöyle der: “Yukarıdaki bağlamda terim, muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile eğri arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçleştiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir. Ancak Kurân'ın son sûresinin bu son ayeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah'a sığınmamız emr edilen ‘görünmez güçler'in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve batıl değerlerden kaynaklanan şeytanî eğilimler olduğu sonucuna varırız”. Bakara 14 ayetindeki “şeytanlar”ı, “Ama şeytani dürtüleriyle baş başa kaldıklarında ‘Aslında biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece eğleniyoruz' derler.” diyerek “şeytanî dürtüler” şeklinde açıklar. Fakat ayet, muhatapların “dürtüler” değil de “şeytanlar” olduğunu tasrih ettiğinden, buradaki yorum boşlukta kalmaktadır.
Eski bazı kaynaklarda, Hıristiyan ve Yahudi kaynakları da referans gösterilerek Bâbil'in düşmüş melekleri olarak da adlandırılırlar. Efsaneye göre melekler, insanların işledikleri günahları görünce kınarlar. Allah, "Siz onların yerinde olsanız aynısını yapardınız." der ve meleklerden en iyilerinden ikisi, Hârut ve Mârut seçilerek Bâbil şehrine yargıç olarak gönderilir.
Bu konuda daha başka efsane ve İsrailiyyât türünden görüşler de vardır ve tefsir kitaplarına kadar girmiştir. Ancak burada onlara değinmek saf İslâmî düşünceleri bulandırmaktan başka bir işe yaramayacağı için anlamsızdır.
Değişik görüşleri inceledikten sonra kuvvetli olan görüş doğrultusunda konuyu özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir. Hârut ve Mârut, Hz. Süleyman döneminde Bâbil'de insan şeklinde ortaya çıkan, "küfür"e düşmemeleri, kötülük için kullanmamaları şartıyla insanlara sihir öğreten, insanların bu yolla imtihan olmalarına vesile olan iki melektir. Sihir ilmini kötülük ve küfür yolunda kullanan fâsık insanlar ve şeytanların aksine; Hârut ve Mârut, insanlardan onu kötülükte kullanmamaları konusunda söz alıyor, sonra öğretiyorlardı.
Muhakkikler (araştırmacılar) Hârut ve Mârut'un Bâbil'de -ki burası Irak'ta Fırat nehri üzerinde bulunan bir şehirdir.- dış görünüşleriyle salah ve takva sahibi olarak tanınan ve halka sihir öğreten iki insan oldukları görüşündedirler. İnsanların saf inançları bu iki kişi hakkında öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, onların semadan inmiş iki melek olduklarını ve sihri Allah'tan gelen vahiy ile insanlara öğrettiklerini sanıyorlardı. Bu iki adamın sahtekarlıkları öyle bir dereceye varmıştı ki insanların kendileri hakkındaki saf inançlarını sürdürmelerini sağlamak için kendilerinden sihir öğrenmek isteyen herkese, “Biz bir fitneyiz. Sakın inkar etme”; yani “Kuşkusuz biz imtihan vesilesiyiz; seni deniyor, imtihan ediyoruz ki bununla (sihir öğrenmekle) şükür mü, küfür mü ediyorsun, ortaya çıksın. Biz sana küfre düşmemeni tavsiye ederiz.” diyorlardı. Bunu; halk, bilgilerinin ilahi, sanatlarının ise ruhani olduğunu ve aslında iyilik etmekten başka bir maksatları bulunmadığını zannetsinler diye söylüyorlardı. Tıpkı günümüzde de bir takım deccallerin yaptığı gibi. Bunlar da zanlarınca sevgi ve nefret için kendilerine muska yazmayı öğrettikleri kimselere; “Sana evli bir kadını, kocasından başka bir erkeğe yöneltmek için yazmamanı tavsiye ederiz.” şeklinde evham ve uydurmadan başka bir gerçeği olmayan şeyler söylerler.
Yahudilerin bu hususta bir çok hurafeleri vardı. Öyle ki Hârut ve Mârut'a, sihir ilminin Allah'tan indiğine ve onların insanlara sihir öğretmek için gelen iki melek olduklarına inanıyorlardı. İşte bunun üzerine Kur'an ayetleri sihrin semadan indiği şeklindeki iddiaları hakkında onları yalanlamak ve hem sihri hem de onu öğrenen ya da öğreten kimseleri zemmetmek için geldi.
“Yuallimune'n-nâse's-sihîrâ ve mâ unzile ala'l-melekeyni” ifadesinde geçen “mâ” burada, görüşlerin en sahihine göre nâfiyedir (olumsuzluk bildirir). “İki Melek” ibâresi ise, burada, o dönemde insanlar arasında cari olan örfe binaen kullanılmıştır. Bu, tıpkı Yunan, Mısır ve diğer kavimlerin tarihlerinden bahseden yazarların eserlerinde iyilik ve kötülük tanrılarının zikredilmesi ve yine tıpkı Müslümanların sözlerinde Hıristiyanları tenkit etmek bakımından tanrının tecessümünden, asılmasından v.s bahsedilmesi gibidir.
“Onlar bu ikisinden koca ile karsının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.” sözü, sembolik bir anlatımdır ve böylelikle yapılan iş en çirkin şekliyle ortaya konmuş olmaktadır. Yani yaptıkları bu iş öyle bir raddeye gelmişti ki, artık karı-koca gibi toplumun en güçlü birimi olan aileyi onunla parçalama imkanını elde etmeyi, çeşitli hileleri ve bozgunculuğun yollarını öğreniyorlardı.
Özet olarak bu ayetin manası başından sonuna kadar şu şekilde anlaşılmaktadır:
Yahudiler, Kurân'ı yalanladılar ve ondan yüz çevirdiler. Kur'an'a karşılık Hz. Süleyman ve mülkü hakkında, onların çarpık zihniyetli alimlerinden işittikleri hurafeler ve efsaneleri yaymaya çalıştılar. Hz. Süleyman'ın küfre girdiğini iddia ettiler. Oysa Hz. Süleyman, küfre girmemişti. Fakat onların tabi oldukları şeytanları (önderleri) küfre girdiler ve insanlara sihri öğretmeye ve sihrin Hârut ve Mârut'a indiğini iddia etmeye başladılar. O ikisini melek olarak isimlendirmişlerdi. Onlara hiç bir şey indirilmediği halde, insanlara kendilerinin salihlerden oldukları zannını yerleştirdiler. Halkın, onları iyilik etmekten başka maksatları olmayan ve kendilerini küfürden korumaya çalışan kimseler olduklarını sanmaları için uğraştılar. O ikisinden öğrendikleri hile ve desiseler, kendilerinin insanlar arasına tefrika sokabileceklerine halkı inandıracak derecedeydi.
Görüyorsunuz ki ifadelerin hepsi burada zemm (kınama, yerme) içindir ve ayetin Hârut ve Mârut'un medhi, övgüsü hakkında vârid olduğu düşüncesi doğru değildir. Bunların yani yukarıdaki sözlerimizin doğruluğuna, Kurân'ın Allah indinden insanlara bir şey öğretmek için -peygamberlere indirilen vahiy dışında- yeryüzüne melek indirildiğini reddetmesini gösterebiliriz. Kur'an, insanlara talim için kendi cinsinden birinin gönderildiğini sarih nasslarla ortaya koymaktadır: “Senden önce, insanların dışında elçi göndermedik; onlara vahyediyorduk. Bilmiyorsanız zikir/vahiy ehline sorunuz.” (b) Yine Melek indirilmesi şeklindeki istekleri Kur'an geri çevirmiştir: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi!," diyorlar. Bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu. Onlara zaman da verilmezdi.” (c) Furkân Suresinde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Söyle dediler: "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi, veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!" Bu zalimler, inananlara: "Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler. Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.” (ç)
Hârût ve Mârût Kıssası Yahûdîler arasında sihir yaygındı. Bu yüzden Hazret-i Süleymân'ın büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı da sihir ile elde ettiğini, hayvanlara ve cinlere büyü ile hükmettiğini söylerler ve buna inanırlardı. Ancak Hazret-i Süleymân, Kur'ân-ı Kerîm'de peygamber olarak tanıtılınca:
“Muhammed, Süleymân'ı peygamber sanıyor, hâlbuki o, bir büyücüdür!” demişlerdi. Bunun üzerine aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَ يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
“Süleymân'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbî oldular. Hâlbuki Süleymân, (sihir yapıp) kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Bâbil'de Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese: «–Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız!» demeden, hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allâh'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de, zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasîbi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (a)
Müfessir Fahreddîn er-Râzî, Hârût ile Mârût adlı iki meleğin yeryüzüne indiriliş sebebini şöyle açıklar:
a. Bu iki meleğin yeryüzüne indirildiği esnâda sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir mevzuunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiâsında bulundular. Böylece insanlara meydan okudular. Bu sebeple Allâh Teâlâ, insanların, peygamberlik iddiâ eden bu yalancıları tanıyıp onlara karşı koyabilmeleri için sihri öğretmek üzere bu iki meleği gönderdi.
b. Mûcizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mûcize ile sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Hâlbuki insanlar, o zaman sihrin mâhiyetini bilmiyorlardı. Dolayısıyla onların, mûcizenin hakîkatini bilmeleri de imkânsızdı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ, insanlara sihrin hakîkatini anlatsınlar da mûcizenin hakîkati bilinsin diye bu iki meleğini gönderdi.
c. Diğer bir görüşe göre, Allâh'ın düşmanları arasına ayrılığı, dostları arasına da sevgiyi yerleştiren sihir, onlar için mübâh veya mendûb kılınmıştı. Bundan dolayı Allâh Teâlâ, bu gâye ile sihri öğretsin diye o iki meleği gönderdi. Maalesef o günün insanları, daha sonra bu iki melekten öğrendikleri müsbet sihri menfî şekilde, yâni Allâh'ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi te'sîs etmek sûretiyle zıddına ve yanlış istikâmette kullanmışlardır.
d. Sihir yasaklanmış olduğu için, onun beşer için bilinen ve tasavvur edilen bir şey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyin nehyedilmesi de düşünülemez.
e. Belki de cinler, bir benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Cenâb-ı Hak, cinlere karşı korunabilecekleri şeyleri insanlara öğretmeleri için bu melekleri göndermişti.
f. Bunun, kulluk mükellefiyetini zorlaştıran bir imtihan olduğu da düşünülebilir. Çünkü insanın, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak bir şeyi öğrendikten sonra ondan uzak durması daha zordur. Bu yüzden imtihan zorlaştıkça o imtihanı kazananların ecri de o nispette fazla olur. Bu sebeple insan, yasaktan sakınarak daha büyük bir mükâfât elde edebilir.
Nitekim Hak Teâlâ, Tâlût'un kavmini savaşa gitmekte iken sıcak bir günde, nehirden su içme husûsunda imtihân etmiş ve Tâlût, emr-i ilâhî mûcibince:
فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ
“…Kim (o nehirden) kana kana içerse, benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir…” (d) demiştir.
Velhâsıl, bütün bu îzahlardan da anlaşılacağı üzere, Allâh Teâlâ'nın o melekleri, sihri öğretmek üzere indirmesinde pek çok hikmetler bulunmaktadır. Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, her işinde hikmet sâhibidir ve her şeyi en iyi bilendir.[SUP][4][/SUP] Hidayet önderi peygamberlerimizden biri olan Hz. Süleyman, insanları Allah'a iman etmeye davet edip ahiret gününe karşı uyarmakla ve din ahlakını tebliğ etmekle sorumlu kılınmıştır. Kuran'da bildirildiği üzere Hz. Süleyman'ın yaşadığı dönemde sihre rağbet eden ve bunu kötü amaçları için kullanan bazı insanlar da bulunmaktaydı. Bu olayın bildirildiği kıssa, günümüzde tüm insanların sihir gibi sapkınlıklardan titizlikle sakınmaları için önemli bir yol göstericidir.
Hz. Süleyman; Hz. Nuh'un soyundan gelen, kendisine Allah Katından hidayet verilen mübarek bir peygamberdir. Çok üstün bir ahlaka ve samimi bir Allah korkusuna sahip olan Hz. Süleyman'ı Allah ihtişamlı bir zenginlik ve çeşitli ilimlerle desteklemiştir. Hz. Süleyman da bu ihtişamlı zenginlik ve ilimleri en hikmetli şekilde kullanarak dünyada Allah'ın izniyle din ahlakını hakim kılmak üzere güçlü bir iktidar elde etmiştir.
Hz. Süleyman, aynı zamanda Kuran'da kendisi hakkında ayrıntılı bilgiler verilen peygamberlerimizden biridir. Hz. Süleyman'la ilgili olarak Kuran'da haber verilen bir kıssada o dönemde bazı insanların, Allah'ın haram kıldığı fiillerden olan sihre rağbet ettikleri anlaşılmaktadır. Onlar şeytanlardan sihir öğrenmişler ve kötü amaçları için kullanmışlardır. Bu konuyu haber veren ayette şöyle buyrulur:
"Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkar etmedi; ancak şeytanlar inkar etti. Onlar, insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe Hârut'a ve Mârut'a indirileni öğretiyorlardı..." (a)
Tüm inananlar için önemli hikmetler içeren Hârut ve Mârut kıssasını bu ayet doğrultusunda inceleyecek ve iman edenlerin sihir gibi sapkınlıklardan neden şiddetle kaçınmaları gerektiğini ortaya koyacağız.[SUP][5][/SUP]
Hârut ve Mârut Kıssası'ndan Bazı Hikmetler Şeytana Uyanların Bozgunculukları Ayette haber verildiği üzere Hz. Süleyman'a karşı harekete geçen şeytan, etkisi altına aldığı bazı kişiler aracılığıyla halkı Hz. Süleyman'ın sahip olduğu büyük mülk ve zenginlik ile ilgili olarak kışkırtmış olabilir. Bunun sonucunda bazı insanlar Hz. Süleyman ve sahip olduğu güçlü devlete karşı örgütlenmiş ve onun aleyhinde çalışmalar yapan çeşitli karanlık örgütler kurmuş olabilirler. Şeytanın sevkiyle kurulan bu örgütler, Hz. Süleyman'ın yönetimini türlü şekillerde çökertmeye çalışmış, bunun için her türlü kirli yöntemi kullanmış olabilirler. (En doğrusunu Allah bilir.) Nitekim tarihi kayıtlar, Hz. Süleyman'ın vefatının ardından, Müslüman İsrail Krallığı'nın iç karışıklıklar nedeniyle ikiye bölündüğünü bildirmektedir.
Şeytan'ın Fitnesi: Sihir Şeytanlar insanları yoldan saptırmak için onlara, Hârut ve Mârut'tan öğrendikleri sihirleri öğretmişlerdir. Oysa Hârut ve Mârut ayette bildirildiği üzere, sahip oldukları bilgiyi, öğrenmek isteyenlere önce kendilerinin Allah'tan bir deneme olduklarını söylemiş ve inkara düşmemeleri için onları uyarmışlardır. Ancak ondan sonra bu bilgiyi öğretmişlerdir. Bu nedenle de insanların sihrin bir fitne olduğunu bilmeleri ve bundan şiddetle kaçınmaları gerekmektedir.
Her şeyden önce günümüzde de bu yöntemlere yani sihir ve benzeri yöntemler başvuran herkes çok iyi bilmelidir ki,
*** Allah izin vermeden insanların öğrendikleri ve uyguladıkları büyülerin bir sonuç vermesi kesinlikle mümkün değildir. Çünkü büyünün etkisini bir hikmet üzere yaratan da Allah'tır.
*** O'nun izni ve bilgisi olmadan hiçbir insanın zenginlik, güç ya da başka bir imkanı sihir benzeri yöntemlerle elde etmesi mümkün değildir.
*** Sonsuz güç sahibi olan Allah, büyünün etkisine inanan ve bu gibi yöntemlerle kendilerine menfaat sağlayabileceklerine inanan insanlara, bu şeytani yöntemleri bir bela olarak musallat edebilir.
*** Onlar batıl yollara saptıkları için, Yüce Allah onlara buna göre bir karşılık vermekte; büyü, bu insanlar için dünya hayatında bir azap haline gelmektedir. Bu, Allah'ın hidayet yolundan sapan insanlara dünyada verdiği bir cezadır.
Müminler Yalnızca Allah'a Yönelir İman eden bir insan; Yüce Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemeyen ve Kuran ahlakından uzak yaşayan insanlardan farklı olarak sihirle ve benzeri konularla ilgilenmez ve vakit kaybetmez. İnsanların arasını bozmak için bu tip şeytan kışkırtması boş işlerle uğraşmak, hak yoldan uzaklaşıp batıl inanışlarla vakit geçirmek şeytanın oyununa gelmektir. Kuran'da belirtildiği üzere şeytanın tek amacı insanları doğru yoldan engellemek ve bunun için tüm yöntemleri kullanmaktır. Sihir benzeri işlerle uğraşanlar, şeytanın aldatmacalarına kanmış ve onun istekleri doğrultusunda hareket etmiş insanlardır. Bu gibi batıl inanışların Kuran ahlakında hiçbir şekilde yeri olmadığı Felak Suresi'nde şu şekilde bildirilmektedir:
"De ki: Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfüren-kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden" (e)
Hârut ve Mârut'tan bahsedilen ayetlerde de aynı konu bildirilmiştir. Ne sihrin, ne de Felak Suresi'ndeki ayette bildirilen "düğümlere üfüren kadınların" hiçbir güçleri, etkileri yoktur. Kainattaki tek güç ve hüküm sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Bu nedenle mümin sadece Allah'a güvenip dayanır, O'ndan yardım ister, her türlü ihtiyacını sadece Yüce Allah'a bildirir ve sonsuz güç sahibi Rabbimiz'i dost ve vekil edinir. Tek güç sahibinin sadece ezelden gelen ve ebede giden Yüce Allah olduğu ve başka yerlerden yardım beklemenin boş bir çaba olduğu bir ayette şu şekilde haber verilmiştir:
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.” (f) [SUP][6][/SUP]
Yahudiler, yüce Allah'ın ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğu Kur'an'a arka dönerek şeytanlar tarafından Hz. Süleyman'ın hükümranlık gücü hakkında anlatılan hikâyelerin ve yine onlar tarafından Süleyman., hakkında düzülen halkı yanıltıcı söylentilerin peşine takılmışlardı. Bu şeytanların halk arasında yaymaya çalıştıkları söylentilerin özü şuydu: Hz. Süleyman bir büyücü idi. O iradesine boyun eğdirdiği hayvanları ve doğal güçleri, bildiği ve kullandığı büyü yolu ile emri altına almıştı.
Kur'an-ı Kerim Hz. Süleyman'ın (selâm üzerine olsun) bir büyücü olduğunu şu ifade ile reddediyor:
"Süleyman, kâfir olmadı." (a)
Bu ayet, Hz. Süleyman'a yakıştıramadığı fakat şeytanlarda vârid gördüğü büyüyü ve onun kullanımını kâfirlik sayar gibidir:
"Fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara büyücülüğü öğretiyorlardı" (a)
Bu ayet, daha sonra büyücülüğün, yüce Allah -c.c- tarafından Bâbil kentinde yaşayan iki meleğe, yani Hârut ile Mârut'a indirilmiş olduğunu reddediyor:
"Bâbil'de yaşayan Hârut ve Mârut adındaki iki meleğe böyle bir şey indirilmiş değildi." (a)
Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından indirildiğini yayıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim, bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor.
Ayette daha sonra bu işin içyüzü anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim bilgimizin dışında kalan bir hikmetin sonucu olarak insanlar için bir imtihan, bir deneme vesilesi olarak bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek amacı ile kendilerine başvuran herkesi peşinen uyarıyorlardı:
"Oysa bu iki melek `Bizler bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı." (a)
Bir kere daha görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim büyücülüğü, bunun öğretilmesini ve kullanılmasını kâfirlik sebebi sayıyor ve bu hükmü Hârut ve Mârut adlı meleklerin ağzından dile getiriyor.
Fakat bu yoldaki uyarıya ve yol göstermeye rağmen bazı kimseler bu iki melekten büyücülük öğrenmekte ısrar ederler. O zaman böylelerinin bir kısmı, kendilerini bekleyen fitneye uğramaktan yakayı kurtaramıyor:
"Fakat onlar iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı." (a)
Burada Kur'an-ı Kerim'in hemen öne atılarak İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden birini belirlediğini görürüz. Söz konusu temel ilkeye göre şu gördüğümüz evrende yüce Allah'ın izin vermediği hiçbir gelişme meydana gelmez:
"Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." (a)
Demek ki, ancak yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:
Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği sunan Allah'tır. Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin vermeyeceği zaman bunların bu özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz. İbrahim olayında olduğu gibi.
Karı ile kocanın arasını açan büyücülük işinde de durum aynıdır. Büyücülük sanatı söz konusu etkisini, ancak yüce Allah'ın izni ile meydana getirebilir. Eğer Allah kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu işe izin vermek istemezse büyücülüğün söz konusu etkisine engel olabilir.
Bizim etki ve sonuç olarak algıladığımız, bu nitelikleri ile bilgi alanımızda yer tutan diğer bütün olaylarda da aynı kural geçerlidir. Her faktör, etkileme yeteneğini yüce Allah'ın izni ile sağlamıştır ve söz konusu etkiyi bu izne bağlı olarak gösterebilir. Yüce Allah -c.c- dilediğinde ona etkileme fırsatı verebileceği gibi isterse bu etkiyi durdurabilir de.
Kur'an-ı Kerim, daha sonra Yahudilerin ya da şeytanların karı ile koca arasını bozmak için öğrendikleri bilgilerin niteliğini belirliyor. Bu bilgiler, onların kendileri hakkında iyi değil, kötü şeylerdir:
"Onlar kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı." (a)
Söz konusu kötülüğün hiçbir yarar içermeyen katıksız bir zarar olması için kâfirlik sebebi olması yeterlidir. Okuyoruz:
"Oysa onlar büyücülüğü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı." (a)
Onlar büyücülüğü satın alan kimsenin Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. İnsan bu büyücülüğü benimseyip sâtın alınca Ahiretteki bütün nasibini, bütün birikimini yitiriverir.
Eğer bu kimseler, bu alışverişin mahiyetini bilselerdi, benliklerini ne fena bir şey karşılığında sattıklarını anlarlardı:
"Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi!" (g)
Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi:" '
Bu sözler, Bâbil'deki iki melekten büyücülük öğrenen ve şeytan tarafından Hz. Süleyman'ın hükümdarlık yeteneği hakkında uydurulan söylentilere kapılanlar için geçerlidir. Bu kimseler yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak bu tür batıl ve zararlı bilgilere kendilerini kaptırmış olan Yahudilerdir.