Hasan Sabbah, düşmanlarının iddia ettiği gibi kale devletinde, ne katiller (assasins) ve suikastçılar yetiştirmiş ne de uyuşturucu cenneti yaratmıştı. Hasan Sabbah esasen tarihi belgelerde savaştan kaçınan bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat düşmanlarının (Sünnî Bağdat Halifeleri, Selçuklu Sultanları, Haçlılar, Moğollar) sayıca üstün oluşları, onu Alamut’ta savunma amaçlı bir gerilla yaratma fikrine götürmüştür. Hasan Sabbah’ın seçkin savaşçılarından oluşan bir silahlı birlik (Fedain) yetiştirdiği anlaşılıyor.
Bu kez derviş kılığındaydı fedailer. Musul Ulucamii’nde kimsenin kuşkusunu uyandırmadan, bir köşede cuma namazını kılıyorlardı. Musul ve Halep’in Türk Emiri El Porsuki de namaz kılanlar arasındaydı. Etrafı tepeden tırnağa silahlı adamlarla çevriliydi. Ne bir kılıcın, ne de bıçağın delebileceği örme bir zırh giyiyordu. Ama bunlar işe yaramadı. Derviş kılığındaki fedailer, zehirli bir bıçak ile emirin boğazını kestiler. İsteseler camideki panikten yararlanıp kaçabilirlerdi ama buna yeltenmediler bile. Sanki namazdan kalkmış gibi sakin, mutlu ve sevinç içinde ölümü karşıladılar. Emirin muhafızları onları oracıkta parçaladı.
Haşhaşilerin dehşet uyandıran bu cinayeti ne ilk, ne de sondu. Örgütün İslam dünyasını altüst eden ilk eylemi 1092′de gerçekleşmişti. Hedef, adıyla bile Selçuklu İmparatorluğu’nu simgeleyen 75 yaşındaki vezirdi: Nizamülmülk, yani “devletin düzeni”. Yıllardır fedailerin hedef aldığı hiç kimse, onların elinden kurtulmayı başaramamıştı. Sultanlar, halifeler, vezirler, emirler, komutanlar bıçak darbeleri altında can vermişti. Fedailerin en zor cinayetleri işlemekle kalmayıp, soğukkanlılıkla ölümü beklemeleri, o çağ insanlarının kanını donduruyor, cinayetin yarattığı dehşet duygusunu katbekat artırıyordu. Ancak “haşhaş” içenler bunu yapabilir diye düşünülüyordu. Onlara Haşhaşi denmesinin nedeni buydu. Yapılan bir tür intihar eylemiydi çünkü. Bu eylemlerden dolayı da “bütün zamanların en korkunç tarikatı” olarak bilindi. Batı dillerindeki “assassin” (katil), “assassination” (suikast) sözcükleri de işte bu Haşhaşilerden kaldı. Bu örgütün kurucusu Hasan Sabbah’tı: Hem halifeliğe, hem de o sıralar İran’ın yanı sıra tüm İslam dünyasının hâkimi ve Sünni İslam’ın koruyucusu Selçuklu Türklerine karşı savaş açan bir Şii önderi…
Ne var ki, Hasan’ın kullandığı suikast tarzı, hazırlık, hedef, yöntem ve yarattığı etki bakımından farklıydı. Tarihte belki de ilk kez, bir merkezden yönlendirilen bir örgüt, terörü bir dehşet makinesi olarak kullanıyordu. Etkinliği, hiyerarşisi ve disiplin anlayışı bakımından, bir tarikattan çok dinsel/siyasal bir örgüttü bu. Müritler de derviş ya da derviş adayları değil, profesyonel suikastçı idi ve onlara fedailer (dai: davetçi, misyoner) deniliyordu. Eğitim düzeylerine, güvenirliklerine ve cesaretlerine göre çıraktan “üstadı azama” kadar derecelere ayrılmışlardı. Her biri, Hasan Sabbah’ın bizzat belirlediği tekniklerle yoğun bir ruhsal ve bedensel eğitimden geçiyordu. Gerçekleştirilecek cinayet, hem düşmanları, hem de halk üzerinde dehşet, korku ve hatta hayranlık uyandıracak nitelikte olmalıydı. Darbe öldürülecek kişiyle birlikte, onun temsil ettiği değerlere ve halkın duygularına yönelmeliydi. O yüzden, hedef belirlenirken, intikam duygusundan daha çok, mitsel tarafı ele alınıyordu. Ama bu amaç sadece hedefin niteliğiyle sağlanamazdı, buna uygun yöntem de geliştirilmeliydi. Buna göre, fedailer tek tek ya da ikili üçlü gruplar halinde görevlendiriliyor; tüccar, derviş, dilenci kılığına giren bu kişiler cinayetin işleneceği kente gönderiliyordu. Eylem gününe kadar, kentte herhangi bir olaya karışmamaya ve kuşku çekmemeye büyük özen gösteren fedailer, kurbanlarını izliyor, yaşadıkları yerleri, alışkanlıklarını belliyor ve büyük bir sabırla eylem anını bekliyorlardı. Tüm bu hazırlıklar inanılmaz bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Ancak, icraatın, hazırlıktaki gizliliğin tersine açıkta, halkın gözü önünde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Cinayet yeri genellikle kentin en büyük camisi, tercih edilen gün de cumaydı. Sanki suikast yapmıyor, cuma namazı için toplanan kalabalığa asla unutamayacakları bir gösteri sunuyorlardı. Hedefteki kişi ne denli korunursa korunsun, bir yolunu bulup üzerine çullanıyor ve bıçak darbeleriyle öldürüyorlardı. Bazıları bıçağı bırakıp kalabalığa söylev çekiyor, bazıları da, soğukkanlılıkla muhafızların gelip kendisini parçalamasını bekliyordu. Neden? Çünkü Hasan Sabbah, nasıl keşfetti bilinmez, etkili bir eylemin sadece can almak, bir hasımdan kurtulmak değil, korku ve dehşet yaratmak olduğunu biliyordu. O yüzden de onun fedaileri sadece cinayet işlemiyor, aynı zamanda kendilerini de feda ediyorlardı.
Ancak modern zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, “kendini feda etme”nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına “feda savaşçılarını” örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdı.
Nitekim öyle oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara, suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı. Tüm dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18′i Türkiye’de gerçekleşti) binlerce kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki “19 sessiz adam” tahayyül bile edilemeyeni gerçekleştirdi. Kendileri ve masum yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp “hedef”lere dalış yaptılar. Dehşetin sınırı yoktu artık.