nefsimutmainne
Aktif Üyemiz
Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde “zaman”a yemin ederek dikkatlerimizi ömrümüzün keyfiyeti üzerinde yoğunlaştırmamızı arzu etmektedir.
Zaman, iki uçlu bir bıçak gibidir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde değerlendirilirse cennete vuslat vesîlesidir. Diğer taraftan nefsine râm olanlar için, sanki akıp giden bir sel gibidir ki, bu selin içinde sürüklenen âvâre bir kütük olmamak îcâb eder.
Geçip giden zamanı bir daha geri almak mümkün değildir. Zaman biriktirilemez, borç alınıp verilemez, satın alınamaz. İnsan bütün varlığını fidye olarak verse, ecel senedinin vâdesini bir sâniye bile uzatamaz, takdim veya tehir edemez.
Ebedî âlemin hazırlık safhası olan dünyâ hayatı, kısa bir sürede sahip olunan bir define gibidir. Bu yüzden hayat nîmetinin kadr u kıymetini bilip onu hakkıyla değerlendirmek îcâb eder. Zîrâ bu nîmeti zâyî etmenin telâfîsi yoktur. Zamanı, hiç bitmeyecekmiş gibi nefsânî arzular peşinde hoyratça ziyân etmek ve kulluk vazîfelerini ihmâl edip ertelemek, son nefeste kahredici bir pişmanlık olur!..
Kundakla teneşir arasında inişli çıkışlı, dar bir koridor olan ömür, alıp verdiğimiz nefeslerin yekûnundan ibârettir. Sayısı kullara meçhul, Allâh’a mâlum olan bu nefeslerin en düşündüreni, şüphe yok ki “son nefes”tir. Son nefes, nihâyete eren bir dünya hayatı ile yeni başlayan ebedî bir âlemin kavşak noktasıdır. Yine o, son derece sarp ve çetin bir geçittir. İdrak sahibi her mü’min, o geçidi derin derin tefekkür edip her hâlini bu istikâmette düzeltme gayreti içinde olmalıdır.
Hayat sahnesinin son perdesi olan son nefes, herkesin kendi âkıbetini aksettiren, buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefes aynasında tanır. Çok kıymetli zaman parçaları olan nefeslerimizi bu fânî topraklar üzerinde tüketirken, ilâhî kameraların her an kayıtta olduğunu unutmamalıyız. Doldurduğumuz hayat kasedi birgün; “• Kitabını oku!” emri ile bize seyrettirilecek. O vakit kendimizi çok net bir şekilde yeniden tanıyacağız.
Son nefesimizin zamanı meçhul olduğundan bizi ebedî hayatta felâha erdirecek bir hesaba hazırlık için gün, bugündür. Âhiret azığımızın tedâriki demek olan amel-i sâlihler için dem, bu demdir. Hadîs-i şerîflerde, sahip olduğumuz nîmetlerden tek tek hesaba çekileceğimiz hatırlatılarak, o nîmetler husûsunda gafletten sakınmamız şöyle telkin edilmektedir:
“Kıyâmet günü hiçbir kul; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)
Sadakada Acelenin Ehemmiyeti
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayırda acele etmenin ehemmiyetini kendi örnek hayatında sergilediği sayısız fazîletlerle tebliğ buyurmuşlardır. Bunlardan birini, Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Allah Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Aceleyle hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, O’nun bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu acele davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu:
“–Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv 104)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)
Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde edâ edilmesinde ise, infâkın fazîletlisi de geciktirilmeden ilk fırsatta yapılmasındadır. Bu nebevî ahlâk, en çok Peygamber vârisi olan Hak dostu âlim ve âriflerin hayatında mâkes bulmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, bu hakîkatin pek ibretli bir misâlidir:
Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler:
“–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:
“–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.
Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibi sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabûl etmedi!» yazısını gördüm.
O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sâhibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim.» diye yemin ettim.”1
İşte Cenâb-ı Hak, bâzı hakîkatleri velî kullarına fevkalâde şekillerde ayân eder. Bundan murâd, gönüllerde derin bir tesir meydana getirerek o hususta insanlara güzel bir istikâmet kazandırmaktır. Bu kıssadan da anlaşılacağı üzere bir hayrın şeref ve kıymeti, vaktinde ve geciktirilmeden yapılmasındadır.
Son Nefesten, İbretli Bir Manzara
Rebî bin Heysem -rahmetullâhi aleyh- sâlih amelleri tehir eden, nefsi tezkiye olmamış bir kişinin son nefesindeki hazin hâlini şöyle anlatır:
“Kişi ölmeden önce neye düşkün ise rûhunu o doğrultuda teslîm eder. Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illâllâh!» deyip telkin verdikçe o para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”
Yâni insan ekseriyetle, “sonra yaparım” diye ertelediği hayırlara, o “sonra”larda da kolay kolay fırsat bulamaz. Bunun içindir ki ârifler; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatinin hikmetine ermişlerdir. Zîrâ yarını olmayan bir gün her an gelebilir.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek, hangi sadakanın sevâbının daha büyük olduğunu sordu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:
“–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerinde, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Kişinin (sağlıklı iken) hayatında bir dirhem sadaka vermesi, ölümü esnâsında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvud, Vasâyâ, 3/2866)
Şeyh Sâdî, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla şöyle nasihat eder:
“Âhiret azığını hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nîmeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın!
Azığını öbür dünyâya kendi götüren kimse, devlet topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz.
Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarınki pişmanlıktan dişinle elinin arkasını ısırırsın.”
Hakîkaten malı-mülkü vakit varken infâk etmeyip, onu mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir.
Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar hikmetlidir:
“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)
Ölünce iflâs eden varlıklı insanlar, bir hayâl âlemi olan dünyâda kendini zengin zannedip de ölümle hakîkat sabahına uyandıklarında, elde avuçta hiçbir şey kalmadığını gören ebediyet mahrumlarıdır. Asıl zenginlik, ecel ile iflâs etmemektir. Bilâkis ebedî devlet ve servete mazhar olabilmektir.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”
“Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sâhibi olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara hayretle âh vâh eder ve bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir.”
Toprak altına girdikten sonra, fakir ne olmuşsa, zengin de o olur. Orada kim ne yaptıysa, karşısında bulur. Bu dünyâdan gidenler, ister köle, ister pâdişah gibi gitsinler, oradaki bütün sermâyeleri, ne götürdülerse odur. Orası; sapla samanın ayrıldığı, başlarda gezen zorba ayakların ayaklar altına düştüğü, nice kölelerin sultan, nice sultanların köle olduğu, Hak rızâsına uygun kullanılmayan dünyevî makam, mevkî ve rütbelerin sıfırlandığı, nice mahrumların hazînelere kavuşup nice gâfil zenginlerin de ebediyet fukarâsı ve mahşer dilencisi olduğu bir yerdir. Orada yalnızca Hakk’a sâdık kulların sadâkatlerinin ve selîm kalplerinin faydası vardır.
Bu hususta Merhum Necip Fâzıl’ın şu îkâzı ne kadar hikmetlidir:
Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..
Cenâb-ı Hakk’ın dünya hayatında insanoğlunu imtihan ettiği en çetin hususların başında can, mal ve evlât gelir. Bunlar hayra kullanıldığında nîmet iken, şerre kullanıldığında ıztırap sebebidirler. Bize hakkı hak olarak gösterecek, nîmetleri nîmet olarak bildirecek olan, ancak dînin sesidir.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız, ne evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni(m ömrümü) yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın…” (el-Münâfikûn, 9-10)
Dünyâyı gafletle ziyân edenlerin hâlini de âyet-i kerîme şöyle tasvîr eder:
“Onlar orada: «–Ey Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar(ıp dünyâya geri gönder de) daha önce yaptıklarımızın yerine, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. (Allah onlara iki şey sorar.) «–Biz size, düşünüp ibret alacak kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size îkâz edici (peygamber) de gelmedi mi? Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)
İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:
“Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyâya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme! Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”
O hâlde ömür takviminden açılan her yeni günü, bize verilmiş yeni bir mühlet olarak telâkkî edip hayır işlemekte acele etmeliyiz.
Herkes Pişmanlık Duyar...
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştur.
“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda:
“–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, iyi) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)
Yâni sâlih kimseler bile, dünyada sâhip oldukları nîmetleri niçin Allah yolunda daha fazla sarf etmedik diye pişmanlık duyacaklardır. Gâfillerin nedâmetini ise ifâde etmeye kelimeler âciz kalır.
Behlül Dânâ Hazretleri’nin; “–Yeraltında en çok ne vardır?” sorusuna, yine kendisi cevap vererek; “–Mevtâların «eyvâh, vah-vah ve keşke»leri vardır!” buyurması da bu hakîkatin bir ifâdesidir. Öyleyse bizler de nedâmet günleri gelmeden evvel Hak rızâsının bulunduğu her işe koşmalı ve boş şeylerle vakitlerimizi ziyan etmekten sakınmalıyız. Her günümüzü son günümüzmüş gibi uyanık bir gönülle yaşayıp bilhassa zamanımızı dolu dolu geçirmenin şuuruna ermeliyiz.
Cenâb-ı Hak, zamanı doğru kullanma husûsunda ekseriyetle hüsran içinde olan kullarının, bu hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şöyle buyurmaktadır:
“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabb’ine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)
Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:
“İbâdetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibâdetlerden sonra hemen başka ibâdetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.”
Yine Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle:
“Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”
Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” (el-Bakara, 254)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur:
“Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zîrâ yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar; dînini küçük bir dünyâlığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)
Dolayısıyla fırsat eldeyken hayırda acele edip âhiret azığı tedârik etmeye bakmak her mü’minin hedefi olmalıdır. Dünyânın geçici zevk u safâlarına, aldatıcı yaldızlarına kanmamak, burada sahip olunan malın, rüyâda bulunmuş bir defineden farksız olduğunu unutmadan hakîkî ve ebedî hayata hazırlanmak îcâb eder.
Kişinin Gerçek Malı Âhirete Gönderdiğidir
Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmiş ve etini infâk etmişlerdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- koyundan geriye ne kaldığını sorunca:
“–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” denildi. Bunun üzerine Efendimiz, gerçek servetin ne olduğuna dâir nebevî bakış açısını şöyle ifâde buyurdu:
“–Desenize bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)
Abdullah bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:
«Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?»” (Müslim, Zühd, 3-4)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de, kıyâmet gününden bir manzarayı şöyle tasvîr ederler:
“Allah, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak; karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık (hiçbir şeyiniz yoksa bile) bir hurmanın yarısıyla da olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz (söyleyip gönül alarak) kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10, Rikâk, 31, Tevhid, 36)
Demek ki kişinin hayır veya şer nâmına âhirette karşısına çıkacak her şey, bu dünyâda yapıp ettiklerinin tecessümünden ibârettir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz biz kullarını şöyle îkaz buyurur:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın! Allah’tan korkun, muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)
Zaman, iki uçlu bir bıçak gibidir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde değerlendirilirse cennete vuslat vesîlesidir. Diğer taraftan nefsine râm olanlar için, sanki akıp giden bir sel gibidir ki, bu selin içinde sürüklenen âvâre bir kütük olmamak îcâb eder.
Geçip giden zamanı bir daha geri almak mümkün değildir. Zaman biriktirilemez, borç alınıp verilemez, satın alınamaz. İnsan bütün varlığını fidye olarak verse, ecel senedinin vâdesini bir sâniye bile uzatamaz, takdim veya tehir edemez.
Ebedî âlemin hazırlık safhası olan dünyâ hayatı, kısa bir sürede sahip olunan bir define gibidir. Bu yüzden hayat nîmetinin kadr u kıymetini bilip onu hakkıyla değerlendirmek îcâb eder. Zîrâ bu nîmeti zâyî etmenin telâfîsi yoktur. Zamanı, hiç bitmeyecekmiş gibi nefsânî arzular peşinde hoyratça ziyân etmek ve kulluk vazîfelerini ihmâl edip ertelemek, son nefeste kahredici bir pişmanlık olur!..
Kundakla teneşir arasında inişli çıkışlı, dar bir koridor olan ömür, alıp verdiğimiz nefeslerin yekûnundan ibârettir. Sayısı kullara meçhul, Allâh’a mâlum olan bu nefeslerin en düşündüreni, şüphe yok ki “son nefes”tir. Son nefes, nihâyete eren bir dünya hayatı ile yeni başlayan ebedî bir âlemin kavşak noktasıdır. Yine o, son derece sarp ve çetin bir geçittir. İdrak sahibi her mü’min, o geçidi derin derin tefekkür edip her hâlini bu istikâmette düzeltme gayreti içinde olmalıdır.
Hayat sahnesinin son perdesi olan son nefes, herkesin kendi âkıbetini aksettiren, buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefes aynasında tanır. Çok kıymetli zaman parçaları olan nefeslerimizi bu fânî topraklar üzerinde tüketirken, ilâhî kameraların her an kayıtta olduğunu unutmamalıyız. Doldurduğumuz hayat kasedi birgün; “• Kitabını oku!” emri ile bize seyrettirilecek. O vakit kendimizi çok net bir şekilde yeniden tanıyacağız.
Son nefesimizin zamanı meçhul olduğundan bizi ebedî hayatta felâha erdirecek bir hesaba hazırlık için gün, bugündür. Âhiret azığımızın tedâriki demek olan amel-i sâlihler için dem, bu demdir. Hadîs-i şerîflerde, sahip olduğumuz nîmetlerden tek tek hesaba çekileceğimiz hatırlatılarak, o nîmetler husûsunda gafletten sakınmamız şöyle telkin edilmektedir:
“Kıyâmet günü hiçbir kul; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)
Sadakada Acelenin Ehemmiyeti
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayırda acele etmenin ehemmiyetini kendi örnek hayatında sergilediği sayısız fazîletlerle tebliğ buyurmuşlardır. Bunlardan birini, Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Allah Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Aceleyle hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, O’nun bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu acele davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu:
“–Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv 104)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)
Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde edâ edilmesinde ise, infâkın fazîletlisi de geciktirilmeden ilk fırsatta yapılmasındadır. Bu nebevî ahlâk, en çok Peygamber vârisi olan Hak dostu âlim ve âriflerin hayatında mâkes bulmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, bu hakîkatin pek ibretli bir misâlidir:
Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler:
“–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:
“–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.
Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibi sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabûl etmedi!» yazısını gördüm.
O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sâhibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim.» diye yemin ettim.”1
İşte Cenâb-ı Hak, bâzı hakîkatleri velî kullarına fevkalâde şekillerde ayân eder. Bundan murâd, gönüllerde derin bir tesir meydana getirerek o hususta insanlara güzel bir istikâmet kazandırmaktır. Bu kıssadan da anlaşılacağı üzere bir hayrın şeref ve kıymeti, vaktinde ve geciktirilmeden yapılmasındadır.
Son Nefesten, İbretli Bir Manzara
Rebî bin Heysem -rahmetullâhi aleyh- sâlih amelleri tehir eden, nefsi tezkiye olmamış bir kişinin son nefesindeki hazin hâlini şöyle anlatır:
“Kişi ölmeden önce neye düşkün ise rûhunu o doğrultuda teslîm eder. Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illâllâh!» deyip telkin verdikçe o para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”
Yâni insan ekseriyetle, “sonra yaparım” diye ertelediği hayırlara, o “sonra”larda da kolay kolay fırsat bulamaz. Bunun içindir ki ârifler; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatinin hikmetine ermişlerdir. Zîrâ yarını olmayan bir gün her an gelebilir.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek, hangi sadakanın sevâbının daha büyük olduğunu sordu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:
“–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerinde, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Kişinin (sağlıklı iken) hayatında bir dirhem sadaka vermesi, ölümü esnâsında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvud, Vasâyâ, 3/2866)
Şeyh Sâdî, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla şöyle nasihat eder:
“Âhiret azığını hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nîmeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın!
Azığını öbür dünyâya kendi götüren kimse, devlet topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz.
Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarınki pişmanlıktan dişinle elinin arkasını ısırırsın.”
Hakîkaten malı-mülkü vakit varken infâk etmeyip, onu mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir.
Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar hikmetlidir:
“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)
Ölünce iflâs eden varlıklı insanlar, bir hayâl âlemi olan dünyâda kendini zengin zannedip de ölümle hakîkat sabahına uyandıklarında, elde avuçta hiçbir şey kalmadığını gören ebediyet mahrumlarıdır. Asıl zenginlik, ecel ile iflâs etmemektir. Bilâkis ebedî devlet ve servete mazhar olabilmektir.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”
“Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sâhibi olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara hayretle âh vâh eder ve bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir.”
Toprak altına girdikten sonra, fakir ne olmuşsa, zengin de o olur. Orada kim ne yaptıysa, karşısında bulur. Bu dünyâdan gidenler, ister köle, ister pâdişah gibi gitsinler, oradaki bütün sermâyeleri, ne götürdülerse odur. Orası; sapla samanın ayrıldığı, başlarda gezen zorba ayakların ayaklar altına düştüğü, nice kölelerin sultan, nice sultanların köle olduğu, Hak rızâsına uygun kullanılmayan dünyevî makam, mevkî ve rütbelerin sıfırlandığı, nice mahrumların hazînelere kavuşup nice gâfil zenginlerin de ebediyet fukarâsı ve mahşer dilencisi olduğu bir yerdir. Orada yalnızca Hakk’a sâdık kulların sadâkatlerinin ve selîm kalplerinin faydası vardır.
Bu hususta Merhum Necip Fâzıl’ın şu îkâzı ne kadar hikmetlidir:
Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..
Cenâb-ı Hakk’ın dünya hayatında insanoğlunu imtihan ettiği en çetin hususların başında can, mal ve evlât gelir. Bunlar hayra kullanıldığında nîmet iken, şerre kullanıldığında ıztırap sebebidirler. Bize hakkı hak olarak gösterecek, nîmetleri nîmet olarak bildirecek olan, ancak dînin sesidir.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız, ne evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni(m ömrümü) yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın…” (el-Münâfikûn, 9-10)
Dünyâyı gafletle ziyân edenlerin hâlini de âyet-i kerîme şöyle tasvîr eder:
“Onlar orada: «–Ey Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar(ıp dünyâya geri gönder de) daha önce yaptıklarımızın yerine, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. (Allah onlara iki şey sorar.) «–Biz size, düşünüp ibret alacak kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size îkâz edici (peygamber) de gelmedi mi? Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)
İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:
“Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyâya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme! Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”
O hâlde ömür takviminden açılan her yeni günü, bize verilmiş yeni bir mühlet olarak telâkkî edip hayır işlemekte acele etmeliyiz.
Herkes Pişmanlık Duyar...
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştur.
“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda:
“–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, iyi) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)
Yâni sâlih kimseler bile, dünyada sâhip oldukları nîmetleri niçin Allah yolunda daha fazla sarf etmedik diye pişmanlık duyacaklardır. Gâfillerin nedâmetini ise ifâde etmeye kelimeler âciz kalır.
Behlül Dânâ Hazretleri’nin; “–Yeraltında en çok ne vardır?” sorusuna, yine kendisi cevap vererek; “–Mevtâların «eyvâh, vah-vah ve keşke»leri vardır!” buyurması da bu hakîkatin bir ifâdesidir. Öyleyse bizler de nedâmet günleri gelmeden evvel Hak rızâsının bulunduğu her işe koşmalı ve boş şeylerle vakitlerimizi ziyan etmekten sakınmalıyız. Her günümüzü son günümüzmüş gibi uyanık bir gönülle yaşayıp bilhassa zamanımızı dolu dolu geçirmenin şuuruna ermeliyiz.
Cenâb-ı Hak, zamanı doğru kullanma husûsunda ekseriyetle hüsran içinde olan kullarının, bu hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şöyle buyurmaktadır:
“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabb’ine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)
Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:
“İbâdetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibâdetlerden sonra hemen başka ibâdetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.”
Yine Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle:
“Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”
Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” (el-Bakara, 254)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur:
“Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zîrâ yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar; dînini küçük bir dünyâlığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)
Dolayısıyla fırsat eldeyken hayırda acele edip âhiret azığı tedârik etmeye bakmak her mü’minin hedefi olmalıdır. Dünyânın geçici zevk u safâlarına, aldatıcı yaldızlarına kanmamak, burada sahip olunan malın, rüyâda bulunmuş bir defineden farksız olduğunu unutmadan hakîkî ve ebedî hayata hazırlanmak îcâb eder.
Kişinin Gerçek Malı Âhirete Gönderdiğidir
Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmiş ve etini infâk etmişlerdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- koyundan geriye ne kaldığını sorunca:
“–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” denildi. Bunun üzerine Efendimiz, gerçek servetin ne olduğuna dâir nebevî bakış açısını şöyle ifâde buyurdu:
“–Desenize bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)
Abdullah bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:
«Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?»” (Müslim, Zühd, 3-4)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de, kıyâmet gününden bir manzarayı şöyle tasvîr ederler:
“Allah, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak; karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık (hiçbir şeyiniz yoksa bile) bir hurmanın yarısıyla da olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz (söyleyip gönül alarak) kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10, Rikâk, 31, Tevhid, 36)
Demek ki kişinin hayır veya şer nâmına âhirette karşısına çıkacak her şey, bu dünyâda yapıp ettiklerinin tecessümünden ibârettir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz biz kullarını şöyle îkaz buyurur:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın! Allah’tan korkun, muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)