Hızır Hikayeleri
Hızır Hikayeleri
Her Gördüğünü Hızır, Her Geceyi Kadir Bil
Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr'a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garip kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garip bir ıstırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve; "Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allah-u teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır." dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât; "Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; "Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile layığı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur." dedi. Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; "Allah-u teâlâ senin kalp gözünü açsın." diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kalbinde açılmalar oldu.
Her Şey, Aslına Çeker
Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı:
-Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım,dedi.
Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki:
-Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz.
Adamın karısı kanaatkar biriydi:
- Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten, dedi.
Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp her şeyi itiraf etti:
-Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim, dedi.
Padişah buna çok kızdı:
-Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi? diye bağırdı.
Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu.
Birinci vezire sordu:
-Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?
-Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım.
Bu sırada peyda olan, nurani bir genç, vezirin sözleri üzerine söyle dedi:
-Küllü şeyin yerciu ila aslihi
Padişah ikinci vezirine sordu:
-Bu adama ne ceza verelim?
-Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım.
Biraz önce ansızın ortaya çıkan genç yine:
-Küllü şeyin yerciu ila aslihi, dedi.
Padişah üçüncü vezire sordu:
-Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim? Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli.
Nurani genç yine söze karıştı:
-Küllü şeyin yerciu ila asıhı
Bu defa padişah o çocuğa yöneldi:
-Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir?
Genç cevap verdi:
-Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk doldururdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir.
Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu.
Hızır Aleyhisselam Nasıl Görülür?
Sultan II. Mahmud Han zamanında yaşlı bir kadıncağız duymuş ki, Hazreti Hızır her gün yatsı namazında, Yeni Câmî'de görülürmüş. Kendisi de zâten Hızır Aleyhisselâm'ı görmeyi öteden beri çok istermiş. Duyduğu söz üstüne ertesi gün kocasına durumu bildirip, ondan izin alarak yatsı namazına Yeni Câmî'ye gitmiş. Namaz çıkışında, avluda bir kenara çekilmiş ve başlamış çıkanlara dikkatli dikkatli bakmaya. O pür dikkat çıkanları tâkip ederken, karşısından bir yaşlı amca çıkagelmiş.
- Neye bakarsın hâtun?
-Dediler ki, bu câmîde her gece Hızır Aleyhisselâm görünürmüş. Onu görmeye geldim.
-Peki onu görsen nasıl tanıyacaksın?
-Bilmem.
-O zaman buradan geçse, sen onu tanıyamazsın.
-Doğru, nasıl da akıl edemedim.
-Bak öyleyse, sana onu nasıl tanıyacağını öğreteyim.
-Olur
-Arkamdaki câmîyi görüyor musun?
-Evet
-Işıklarına bak. Söndü mü şimdi?
-A evet, söndü.
- Şimdi bir daha bak, ışıklar tekrar yandı mı?
-Baktım. Evet şimdi de yandı.
-Peki öyleyse. İşte aynı böyle, arkasında duran câmînin ışıklarını olduğu yerden kıpırdamadan yakıp söndüren birisini görürsen, işte o Hızır'dır.
-Doğru mu?
-Doğru
-Hay Allah râzı olsun, demiş ve kadın beklemeye devâm etmiş. Fakat tabiî herkes dağıldığı halde, târife uygun kimse çıkmamış. Bizimki de mahzun eve dönmüş. Kocası sormuş:
-Gördün mü Hızır Aleyhisselâm'ı?
-Yok, göremedim.
-Vah vah.
-Olsun, göremedim ama, nasıl görülür çok iyi öğrendim.
Hızır ve Gelin
1930'lu yıllar. Rize. Anzer, halkın kendi tabiri ile Ancer. Dünyaca balı ile meşhur olan Ancer. Binlerce poleni ve şifayı içinde barındıran balıyla meşhur Ancer. Kış. Yaylacılık yapan Ancerlilerin bir kısmı aşağıya Rize'ye şehre inmemiş, kışlamışlar. Yazdan yığdıkları otlarıyla, mallarını kıştan çıkarıp, bahara eriştirmenin çabası içindeler. Evet hepsinin mal tabir ettiği koyunları, sığırları var, tek-tük birkaç tanesinin de kara kovanı var. Şifa niyetine ilaç niyetine küçük bir kavanozu dolduracak kadar balları olurdu çoğunun. O da kış bitmeden tükenir giderdi.
Meryem. Lezgilerin kızı Meryem. Yeni gelin, beyini gurbete Samsun'a göndermiş. O da o kış yaylada kışlamış. Sabaha kadar kar yağmıştır. Tam kürekle yolu açayım deyip, kapıya yönelmekte iken, kapısı çalınır. Kapıyı açar. İhtiyar bir adam selam verir ve:
- Kızım, ben Aşağı Ancerdenim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, bir iki kaşık bal verir misin?
Meryem gelin düşünmez bile, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavanozu getirir , onun da yarısını ihtiyar'a verir. İhtiyar:
- Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin der.
Meryem, kavanozu koymak için geri döner. Kavanozun ağzını kapatayım derken birde ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar, kar ile dolu yaylanın uçsuzluklarına bakar. Ne bir insan vardır ne de kar da bir iz. Gelen Hızırdır.
Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile doludur. Sırrını hiç kimseye açmaz. Yaza doğru beyi gurbetten gelir. Beyine her öğün bal verir. Bal bitmez, hem Anzer balı olacak, bütün kış kalacak birde her öğün kaşık kaşık yenecek, bal bitmeyecek. Beyini merak sarar, sorar, cevap alamaz. Beyi en sonunda:
- Ne olur beni seviyorsan söyle ne oluyor. bunda bir iş var.
Meryem dayanamaz ve ağzı kapalı kavanozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde bir de ne görsün?
Kavanozun dibinde iki kaşık bal kalmış.
Evet, gerçek yaşanmış bir olay... Belki sizin başınıza da geldi, belki gelebilir. Meryem'in kavanozundaki bal bitmeyecekti. Sizin de belki cebinizdeki araba parasını verdiğiniz bir ihtiyar ardından elinizi her cebinizdeki cüzdana attığınızda tükenmeyecek para... Ama sakın ha. Sakın ha. Hızır ile karşılaştığınızı ve sırrınızı kimseye söylemeyin....
Hızır Geliyor
Hoca, medresede ders verirken talebenin biri bazen ayağa kalkar. Hoca sebebini sorar. Talebe:
- Efendim Hızır geliyor da ondan.
Hoca:
- Ben niçin göremem?
Talebe :
- Sorayım efendim, deyip tekrar geldiğinde sorar.
Hızır Aleyhisselam'ın:
- Hocan süsü ile çok uğraşıyor. Medreseye gelirken ayna önünde, cübbe sarık şöyle mi yakıştı, böyle mi yakıştı, diye fazla meşgul oluyor. bu gibi haller manevi terakkiye manidir, buyurduğunu hocaya bildirdiği günden itibaren, ayna karşısına geçmeyi terk edip, süslenmekten uzak kalan hoca efendinin, sarığı eskiyip sallanmaya baş aldığından "Saçaklı Hoca" ismi verilmiştir. (Rahmetullahi Aleyh)
Terakk-i maneviye mani olan ziynetten uzak kalmalı.
Hatıratım, Ali Erol
Hızır Olduğunu Söylerim
Ramazan... Cuma günü... Cuma vakti... Cami... Cemaat tek tük camiye girmekte. İmam kürsüde... Girenlerin arasında... O... Hızır... Hızır a.s. da genç ihtiyar arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına kırklarında bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta...
Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır a.s. adamı dürtüklüyor:
- Uyuyacaksın, der. Adam:
- Uyumam, beni rahat bırak.
Hızır a.s. ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek:
- Uyuyacaksın dedim, der. Adam:
- Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın. Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.
Hızır a.s. susar ve gözlerine kapar, boynunu büker Allah'a yönelerek:
- Ya Rabbim! Bu nasıl iştir. Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştir ki bendeki listede bunun ismi yok.
Cevap gelir:
- Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var. O ise benim sevdiklerimden...
Allah sevdiklerinden etsin... Sevmek, seviyorum demek bir iddia. İş sevilenlerden olmak...
Hızıra Söyle
Bediüzzaman Said Nursi Emirdağ veya Afyon hapishanesi'nde yatarken, bir gece Konya'nın Ladik kasabasına Ahmed Ağa'nın yanına geldi. Ahmed Ağa'nın yanında o anda sadece oğlu Zekeriya vardı.
Bediüzzaman tayy-i mekan ederek gelmişti. Ahmed Ağa'nın odasının eşiğinde, ellerindeki kelepçeyi ve ayaklarındaki zincirleri çözdü, içeri girdi:
-Bu çıksın, dedi,
Zekeriya'dan ötürü, konuşacaklarım var...
Ahmed Ağa:
-Mahzuru yok kardeşim, yabancımız değildir, oda duysun .., dedi.
Bediüzzaman:
-Ahmed Ağa, üstada Hızıra söyle, tahammülüm kalmadı, dedi.
Ahmed Ağa:
-Olur, söyleyelim kardeşim Said, dedi.
Bediüzzaman tekrar anında kelepçeyi ellerine zincirleri ayaklarına takarak geri döndü.
Bir müddet sonra aynı şekilde Bediüzzaman yine geldi ve:
-Söyledin mi Ahmed Ağa?... Ne oldu netice? diye sordu.
Ahmed Ağa:
- Söyledim kardeşim Said, söyledim, dedi.
Bediüzzaman:
-Ne dedi Üstad? diye sordu.
Ahmed Ağa:
-Sabretmeni söyledi, dedi.
Bediüzzaman bu cevabı alınca, bu defa kapıdan değil, pencereden çıkıp gitti. Yine elleri kelepçeli, ayakları zincirli idi.
Şimdi söyle bir sorulsa, hem tayy-i mekan edebiliyor, hapishaneye girip çıkabiliyor, kelepçelerini çözüp takıyor. Hem de hapishaneden çıkmak için Hazreti Hızır'dan yardım istiyor... Bu nasıl oluyor diye bir soru akla gelebilir.
Evliyalar bu güce sahiptirler. o kuvvet ve o tasarruf ellerinde var ama, izin almadan kullanamazlar. İşte Bediüzzaman da o tasarruf kendisinde olduğu halde üstadı Hızır'dan izin almadan kullanamamıştır.
Kaynak : Ladikli Ahmet Ağa, Mustafa Özdamar
Hızırı görmek istiyorum
Vaktiyle, saf-temiz bir adam, Hazreti Hızırı görmek derdine düşmüş. Ona birileri:
- Filan çöle gideceksin filan istikamete doğru yürüyeceksin, işte oralarda bir yerlerde Hızır'ı görebilirsin, demiş.
O da inanmış, o çöle gitmiş ve o istikamete doğru yürümeye başlamış. Gariban adam çölde epeyce yürümüş. Bir müddet sonra birisiyle karşılaşmış:
- Selâmun aleyküm...
- Aleyküm selâm.
- Hayırdır, yolculuk nereye kurban? demiş karşılaştığı adam.
- Ben Hızır'ı görmek istiyorum. bu çölde bu istikamete gidersem görebileceğimi söylediler.... Gidiyorum işte....
- Peki Hızır'ı görünce tanıyabilecek misin?..
Saf adam:
- Vallahi, o hiç aklıma gelmedi demiş.
- Üzülme... Ben sana tarif edeyim: Benim gibi kara kuru, seyrek sakallı bir adamdır.
- Eyvallah kurban demişler ve birbirlerinin tersine yürümüşler.
Çok geçmeden aklı başına gelmiş, geri dönmüş ama, kara kuru seyrek sakallı Hızır (a.s.) sır olup gitmiş.
Adamcağız kulağını kaşımış ve...
- Hay Allah, kaçırdık." demiş. Hızır'ı kaçırdığını anlamış
Nasıl bir Hızır bekliyordun?
Akşehir Kaymakamı Ladikli Ahmed Ağa'ya:
- Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!..
Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş:
- Oğlum, nasipse görürsünüz inşallah! demiş.
Ahmed Ağa'nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar... Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
-Bişeciii! Bişey alır mısınız efendiii?
Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
Ne desin Kaymakam?
- Ne bişesi be adam? Bişeyi ne yapayım ben?
- Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de... Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını:
- Bişeciii! Bişey alan, katran alan...
Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bişe mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti... Fesuphanallah! çekmiş.
Bir müddet sonra tekrar Ladik'e gittiği zaman:
- Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
- Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır'ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam şaşkınlık içinde:
- Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
- Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Bişeci geldi mi?
- Geldi?
- Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi?
- Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam?
- İçeceksen sen iç sigarayı oğlum! Sigara seni içmesin!... Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse... Gördün işte gayrı... Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de... demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama.... Kaymakam epey eyvah çekmiş tabii..
O Kendini Tanıttı
Kânûnî, birgün kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî'nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî, bu hâli fark edince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp;
-Siz gâliba, bunu merak ettiniz, alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz, dedi.
O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti
Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince,
Pâdişâh kayıkçıya;
-Kıyıya yanaş,dedi.
Kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi.
Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp;
-Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki? dedi.
O da;
-Efendim gördüğünüz, Hızır aleyhisselâm idi, dedi.
Bunun üzerine Kânûnî;
-O hâlde, bunu ne için, daha önce demediniz, bizi niye tanıştırmadınız?” deyince,
Yahyâ Efendi;
-O kendini, tanıttı hükümdârım, lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım, buyurdu.