Hızır’dan Ders Alan Veli

nefsimutmainne

Aktif Üyemiz
Hâce Abdülhalik Gücdüvanî’nin külliyesinin çinilerle bezenmiş taç kapısının alınlığına “İkra’” diye bildiğimiz Alâk suresinin ilk yedi ayeti yazılmış. Mermer lahitin yan tarafına ise Mücâdele suresi 11. ayetinin, “Allah sizden iman edenleri ve (kendilerine) ilim verilenleri derecelerle yükseltir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” mealindeki son kısmı nakşedilmiş.

Miladî on ikinci yüz yılın ortalarında, Buhara’da Şeyh Allâme Sadreddin hazretleri bir talebesiyle tefsir dersi yapmaktadır. O günkü derste Araf suresinin “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Çünkü O haddi aşanları sevmez.” mealindeki 55. ayeti de konu edilmiştir. Hoca, dua etmenin edeplerini, ayetteki duanın ibadet veya zikir anlamlarına da geldiğini anlatır uzun uzun. Fakat talebenin yüzündeki mütereddit ifade gözünden kaçmaz. Hep yapageldiği gibi bu ayetle ilgili mütalaasını ister ondan. Çocukluktan gençliğe henüz adım atmış olan talebesi, “Efendim, der, gizlilikten murat, yapılan dua veya zikri Allah Tealâ’dan başkasının bilmemesidir. Yüksek sesle yahut dili, başı, vücudu oynatarak yapılırsa, bu halin dışarıdan fark edilmesi tabiidir. Başkalarının haberdar olmaması için sırf kalple zikredilmeli, ne istenecekse kalpten istenmelidir. Fakat malumunuzdur ki Rasulullah s.a.v. ‘Şeytan, damarlardaki kan gibi, insanoğlunun içinde deveran eder.’ buyurmuştur. Hadis-i şeriften, sadece kalp ile yapılan zikir ve duaya bu defa şeytanın vakıf olabileceği neticesi çıkıyor. O halde nasıl yapılmalıdır ki dua veya zikirde
gizlilik tahakkuk etsin?”

Şeyh Sadreddin hiç müdahale etmeden, müşfik bir eda ile sonuna kadar dinler talebesini. Yüzüne mutluluk ifadesi bir tebessüm yayılmıştır. Belli ki beklediği bir sorudur bu. “Evladım, zikr-i hafî’nin (gizli zikrin) nasıl yapılacağı ledün ilminin meselesidir.” der usulca ve bir müjde verir gibi ilave eder: “Allah Tealâ dilerse dostlarından biri vasıtasıyla vakti geldiğinde bunu sana öğretecektir.”

Nitekim çok geçmez, Hızır a.s. gelir, manevi evlat edindiği bu gence yirmi iki yaşına kadar zikr-i hafî de dahil birçok bilgi ve usul öğretir. Sonra Yusuf Hemadânî k.s. hazretlerine ısmarlar onu ve sırra kadem basar. Aslında daha ana rahmine düşmeden onun doğacağını babasına haber veren de adını koyan da Hızır a.s.’dır. Baştan itibaren böylesine rabbanî bir himaye ile yetiştirilen bu genç, Hacegân silsilesinin kendisiyle başladığı büyük veli Abdülhalik Gücdüvanî k.s. hazretlerinden başkası değildir.

Ayetler ilmine işaret ediyor

Hâce Abdülhalik Gücdüvanî hazretlerinin Buhara’nın otuz kilometre kadar doğusunda, eskiden bir köy olan Gücdüvan mevkiindeki mezarını ziyarete giderken bunları hatırlıyoruz. Dergâhının bulunduğu yere Timurlular döneminde içinde hankâhı, medresesi, camii bulunan bir külliye inşa edilmiş. Mermer bir lahit halinde düzenlenen mezar, bu külliyenin dışında, büyük giriş kapısının önündeki geniş meydanın tam ortasında. Etrafı açık ama üzerini ahşap sütunlar üzerine kondurulmuş firuze bir kubbe örtüyor. Külliyenin çinilerle bezenmiş taç kapısının alınlığına “İkra’” diye bildiğimiz Alâk suresinin ilk yedi ayeti yazılmış. Mermer lahitin yan tarafına ise Mücâdele suresi 11. ayetinin, “Allah sizden iman edenleri ve (kendilerine) ilim verilenleri derecelerle yükseltir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” mealindeki son kısmı nakşedilmiş.

Abdülhalik Gücdüvanî’nin alimliği, ilme verdiği önem, onun en belirgin vasıflarından biridir. İmam Malik neslinden alim ve zahit bir zat olan babası Abdülcemil İmam’dan başka, devrinin en büyük alimlerinden din ilimlerini tahsil etmekle kalmaz, ilahi bir ikramla Hızır’a da talebe olur. Vefatından önce manevi evladı Hâce Evliya-yı Kebir’e bıraktığı vasiyetnamesinin başında, “Ey Oğul!”, der; “Bütün hallerinde ilim, edep ve takva üzere ol. Önceki salihlerin eserlerini etraflıca araştırıp incele. Sünnete önem ver ve cemaate devam et. Fıkıh ve hadis öğren!”

Okumaya ve ilme teşvik etmesi sebebiyle Alâk suresinin ilk ayetleri ile Mücâdele suresinin 11. ayetinden alınan ibare, Gücdüvanî hazretlerinin alimliğine, ilim hassasiyetine işaret için seçilmiş olmalı diye düşünüyoruz. Şüphesiz böyledir, fakat asıl mesaj ayetlerdeki okuma ve ilmin “kesbî” (kazanılmış) değil, “vehbî“ (verilmiş) olması ile alakalı gibidir. Nitekim “İkra!” (oku) emri ve takip eden ayetler, ümmî bir peygambere Allah katından gönderilen ilmin Cebrail a.s. vasıtasıyla öğretilmesinin de başlangıcıdır. Mücâdele 11’de ise yükseltilmeye vesile olan ilmin “verilen” bir ilim olduğu açıkça beyan buyurulmuştur. Buna “ledün ilmi” denilir.

Ledün ilmi

Ledün ilmi ehl-i kurb’a, velilere, salihlere bir ikram olarak bahşedilen ve ancak Allah Tealâ’nın bildirmesi, öğretmesi yahut kavratması ile malum olan hakikat bilgileridir. Hakikatin metafizik boyutuna ait bu bilgiler akıl yoluyla, beşerî imkanlarla, kişinin kendi zihnî çabasıyla peşinen öğrenilemediği, varlıkların ve hadiselerin içyüzüyle alakalı olduğu için, ledün ilmine “bâtın ilmi” de denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de böyle ilahî ikram eseri bir ilmin “Allah’ın salih kullarından biri” olarak nitelenen Hızır a.s.’a verildiği, Kehf suresinde Hz. Musa ile Hızır kıssası anlatılırken ifade edilir. “Ledün ilmi” tabiri de buradan doğmuştur zaten. Kehf suresinin 65. ayetinde mealen, “O’na (Hızır’a) tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” ibaresi geçer. Buradaki “min ledünnâ ilmen” (tarafımızdan bir ilim) lafzından hareketle söz konusu ilme ‘ledün ilmi’ adı verilmiştir.

Kendi çabamızla öğrendiklerimiz de dahil, sahip olduğumuz bütün bilgiler Cenab-ı Hakk’ın sonsuz ilminden bir cüz, O’nun katından bir ihsandır şüphesiz. Ledün ilmi için özellikle “Allah katından bahşedilmiş ilim” denilmesi, bu ilmin bir mahremiyetin mükafatı ve vehbî oluşunu, mahiyetindeki sırriyyeti, varlıkların yahut hadiselerin hikmetine taalluk etmesini anlatmak içindir. İnsanı sırat-ı müstakime yöneltip istikamet üzere tutması bir başka alametidir ve bu sebeple de bir “rüşd”dür.

Nitekim adını Kehf suresinin 65. ayetindeki ibareden alan ledün ilmi, bir sonraki ayette (Kehf, 66) bu defa “doğru yolu gösteren ve takip ettiren malumat, isabetli karar, doğru düşünme, güzel tasarruf” manalarına gelen “rüşd” kelimesiyle karşılanır. İşte böyle bir ledünnî ilme yahut rüşde mahzar oldukları içindir ki Abdülhalik Gücdüvanî gibi Allah dostları aynı zamanda birer kâmil “mürşid”dir. Ve yine kendilerine ilahî bir mevhibe olarak verilen bu ilimleri sebebiyle mürşid-i kâmillere kayıtsız şartsız, itirazsız ivazsız teslim olmak gerekir. Çünkü biz ne kadar ilim kesbetmiş olursak olalım, kendilerine ledün ilmi verilen zikir ehli kâmil mürşitler kadar bilemeyiz. Kur’an’ın “Bilmediğinizi zikir ehline sorunuz” tavsiyesi (Nahl, 43) bu hakikatin de teyididir.

Allah kulunu yüceltince

Hâce Abdülhalik Gücdüvanî’nin külliyesini dolaşırken ziyaretçilerin çokluğu, çeşitliliği, teslimiyeti, samimiyeti ve Hâce’nin hatırasına gösterdikleri tazim dikkatimizi çekiyor. Onun irşadını sürdürdüğünü fark ediyoruz. Hızır a.s.’dan öğrendiği zikir usulü ile, tasavvufî terbiyenin çok kıymet verdiği sekiz esası ile sadece Gücdüvân ve Buhara’daki değil, yedi iklim dört köşedeki binlerce insana hâlâ yol gösterdiğini hatırlayıp, Allah’ın sevdiği bir kulunu ona verdiği ilimle nasıl yücelttiğine şahadet ediyoruz.

Mermer lahit üzerine yazılan Mücâdele suresi 11. ayetinin son kısmındaki “verilen ilim” kadar bu nailiyetle “yükseltilme” vurgusu da mana kazanıyor şimdi. Aslında bu ayet topluluk içinde davranma ve görüşme âdâbı sadedinde. Hz. Peygamber s.a.v.’in meclisindeki izdiham sebebiyle bazı sahabilerin oturacak yer bulamayıp ayakta kalması, onlara yer vermesi gereken kişilerin Rasulüllah s.a.v.’in yakınında görünerek itibar kazanacakları zannıyla yerinden kalkmak istememeleri üzerine bir ikaz mahiyetinde nazil olmuş. Ayetin zımnında, meclislerde baş köşede oturmakla, büyüklerin yanında görünmekle itibar kazanılamayacağı; Allah dilerse, gerçekten inananlara katından ilim verip onları yükselterek hem bu dünyada hem ahirette itibar sahibi seçkin kulları zümresine dahil edeceği manası vardır. Vasiyetinde “Asla şöhretli olmayı arzulama, makama önem verme, padişah ve şehzadelerle arkadaşlık yapma” diyen ve hayatı boyunca böyle yaşayan Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri pek az faniye nasip olacak şekilde asırlardır dünyanın dört bir tarafında hemen her gün hatme-i hâcegânlarda fatihalarla, dualarla yad ediliyor.

Allah Tealâ kulunu yüceltti mi böyle yüceltiyor işte.
 
Üst Alt