HUCURÂT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Hucurât Sûresi Nuzül
Hucurât sûresi, Tahrîm sûresinden önce ve Mücâdele’den sonra Medine’de, hicretin 9. yılında nâzil olmuştur. Sûrelerin ve âyetlerin gelmesi için mutlaka özel bir sebebin bulunması gerekmemekle beraber bir olay, soru ve beklenti üzerine gelmiş birçok âyet ve sûrenin de bulunduğunu biliyoruz. Bu sûrenin ilk âyetinin, sözde veya davranışta Hz. Peygamber’in önüne geçerek veya onun sözünü keserek edebe aykırı davrananları uyarmak için geldiği nakledilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1712).
Hucurât Sûresi Konusu
Sûrede üç mühim konu işlenir. Birincisi mü’minlerin Allah ve Rasûlü’ne karşı olan vazifeleridir. Mü’minler Allah’ın ve Rasûlü’nün buyruklarına inanıp tam teslim olacaklar, hiçbir hususta onların önüne geçmeyeceklerdir. Huzurunda konuşmanın ve ses tonunu ayarlamanın ölçüsüne varıncaya kadar Allah’ın Peygamberi’ne karşı son derece tâzim, hürmet ve bağlılıklarını devam ettireceklerdir. İkincisi mü’minlerin kendi aralarındaki beşeri münâsebetlerdir. Hülasa olarak mü’minler arası kavgayı körükleyecek fitnelere karşı uyanık olmanın, sulh ve sükûneti temin etmenin, İslâm kardeşliğinin hukukunu yerine getirmeye çalışmanın ve bu kardeşliğe halel getirecek alay, kınama, sû-i zan, tecessüs ve gıybet gibi kötü ahlâktan uzak durmanın lüzûmu bildirilir. Üçüncüsü mü’minlerin diğer insanlarla münâsebetleridir. Onları insan olarak sevecek, tanışmaya öncelik verecek, onların da doğru yolu bulmaları için mallarıyla ve canlarıyla cihad edeceklerdir. Ulaştıkları her insana, en büyük nimetin İslâm’la şereflenmek olduğunu, bunun hiçbir dünyevî nimetle mukayese edilmeyeceğini öğreteceklerdir.
Hucurât Sûresi Hakkında
Hucurât sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 4. âyette geçen ve “odalar” mânasına gelen اَلْحُجُرَاتُ (hucurât) kelimesinden alır. Bu kelime, Resûlullah (s.a.s.)’in Mescid-i Nebevî’nin etrafında ev olarak kullandığı odalara işaret eder. Resmî tertîbe göre 49, nüzûl sırasına göre 105. sûredir
HUCURÂT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Ey iman edenler! Kendi görüş ve hükümlerinizi Allah ve Rasûlü’nün verdiği hükmün önüne geçirmeyin. Allah’a gönülden saygı duyup O’na karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.
Din ve şeriat vaz etmeye; kulların her türlü söz, fiil ve davranışlarının nasıl olması gerektiği hususunda kanun koymaya tek salahiyetli zat şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. Peygamber (s.a.s.) ise O’nun koyduğu bu kanunları vahiy yoluyla alıp tatbik eden, insanlara tebliğ eden ve eksik kalan kısımları da Allah’ın izniyle tamamlayan kişidir. Bu sebepledir ki “din” denildiği zaman Allah’ın ve Rasûlü’nün buyrukları, emir ve yasakları akla gelir. Bu emir ve yasaklara göre yaşamanın ilk şartı, bunlara “iman etmek”tir. Onların gerçekten Allah’ın emirleri olduğuna ve onlara uymanın insanın hem dünyası hem de âhireti için mahza hayır olduğuna inanmaktır. Bu sebeple, âyet-i kerîme “ey iman edenler” hitabıyla başlar. Burada mü’minlerden istenen, hayatın her alanıyla alakalı söz, fiil ve davranışlarını tanzim ederken, bu hususlarda Allah ve Rasûlü’nün emrinin ne olduğunu çok iyi bilmeleri ve tüm amellerini bu emirlere uygun olarak yapmaya çalışmalarıdır. Allah ve Rasûlü’nün emri belli iken, kendiliklerinden hüküm ortaya koymaya, ona uymaya ve başkalarını da ona uydurmaya kalkışmamalarıdır. O halde mü’minlerden kayıtsız şartsız ilâhî emirlere teslim olmaları ve bunlara aykırı davranmaktan sakınmaları istenmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah ve Rasûlü bir meselede kesin ve bağlayıcı bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek veya mü’min kadının, kendileriyle alakalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 33/36)
Bu hususta kullarını takip eden en büyük kontrolcü de, her şeyi çok iyi işiten ve bilen Allah Teâlâ’nın bizzat kendisidir.
Muâz b. Cebel (r.a.)’ın şu tutumu, “Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmemenin ne güzel bir örneği, müslümanlar için de pek mühim bir ders ve ibrettir: Resûlullah (s.a.s.) onun Yemen’e vali olarak gönderirken kendisine:
“- Önüne bir dâvâ geldiğinde ne ile hüküm vereceksin?” diye sordu. Muâz (r.a.):
“- Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.):
“- Aradığını orada bulmazsan?” diye sorunca Muâz:
“- Resûlullah’ın sünnetiyle” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu kez:
“- Ya orada da bulamazsan?” buyurunca Hz. Muâz:
“- O zaman kendi görüşümle hüküm veririm” dedi. Buna çok memnun olan Allah Resûlü (s.a.s.), Muâz’ın göğsüne vurarak:
“- Resûlullah’ın elçisini, Resûlullah’ı memnun edecek şekilde cevap vermeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Akdiye 11; Tirmizî, Ahkâm 3)
Bir gün Mescid-i Nebevî’ye gelen bir kişi, ikindi namazının farzı kılındıktan sonra mekruh vakitte namaz kılar. Bunu gören İmam Mâlik hazretleri adama müdâhale eder:
“- Yanlış yapıyorsun. Bu vakitte namaz kılmak doğru değildir.”
O kişi imamın sözünü dinleyecek yerde itiraza kalkışır:
“- Ne yâni, şimdi ben namaz kıldığım için, rükû ve secde yaptığım için mi Allah bana ceza verecek?!” diyerek kendini savunmaya çalışır.
İmam şu ibretli ve oldukça mânidâr cevabı verir:
“- Elbette Allah seni namaz kıldığın, rukû ve secde ettiğin için cezalandırmayacak. Ama Allah Resûlü (s.a.s.)’in sünnetine aykırı davrandığın için cezalandıracak!...”
Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine tam bir teslimiyet ve bağlılığın önemi hususunda Seyyid Nur Muhammed Bedvânî (k.s.)’un şu hâli pek ibretlidir:
“Bir gün helâya girecekti. Önce sol ayağını atması gerekirken sağ ayağını bilmeden attı. Böylece sünnet-i seniyyeye aykırı davranmıştı. Bu yüzden üç gün manevî sıkıntıya düştü. Yüce Allah’a yalvardı, yakardı… Sonunda bu sıkıntısı geçti, rahatladı.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 808)
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Resûlü’nün katındaki şerefini haber vermekte, kıyâmete kadar gelecek tüm mü’minleri onun huzurunda edepli olmaya davet etmektedir.
2. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün amelleriniz boşa gidiverir!
3. Rasûlullah’ın huzurunda seslerini kısanlara gelince: Allah onların kalplerindeki ilâhî emirlere saygı ve bağlılık derecesini sınamış, onlar da bu sınamadan başarıyla çıkmışlardır. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır.
Burada Allah Resûlü (s.a.s.)’e gösterilmesi gereken edeplerden iki tanesine yer verilir:
Birincisi; Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yanında başkalarıyla konuşurken, onun sesini bastıracak derecede yüksek sesle konuşmamak. Nitekim sahâbenin en seçkinlerinden olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’le ilgili şu hâdise konuyu izahta dikkat çekici bir ehemmiyete sahiptir:
Temîm Oğulları’ndan bir heyet, Peygamberimiz (s.a.s.) ile görüşme yapmak üzere gelmişlerdi. Görüşme esnâsında Hz. Ebûbekir ile Ömer (r.a.) de orada bulunuyorlardı. Bu iki güzîde sahabî, kabileye seçilecek başkan hakkında anlaşmazlığa düşüp, Efendimiz (s.a.s.)’in huzurunda biraz da münakaşa yaptılar. Haklarında bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Bundan böyle Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamberimiz “İşitemedim, tekrarlar mısın!” demek durumunda kalıyordu. (bk. Buhârî, Tefsir 49/1-2)
İkincisi; Allah Resûlü (s.a.s.) ile konuşurken, sıradan bir insanla konuşur gibi yüksek sesle, bağırıp çağırarak konuşmamak.
Bahsi geçen edep kaideleriyle, bizzat Efendimiz (s.a.s.)’in hayatında onunla beraber bulunma saadetine eren sahâbe-i kirâma, Peygamber (s.a.s.)’e göstermeleri gereken tâzim ve hürmet öğretildiği gibi, onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere de Allah Resûlü (s.a.s.)’in bıraktığı Kur’an ve sünnet emânetlerine karşı aynı tâzim ve hürmeti göstermeleri gerektiği bildirilmektedir. Zira Âlemlerin Efendisi’ne gösterilmesi istenen hürmet, imanın bir gereğidir. Ona hürmetsizlik ise imansızlığın bir alâmetidir. Bu sebeple âyette yasaklanan hususlara dikkat etmeyenlere, “Allah’ın Peygamberi’ne karşı sergilenecek saygısız bir davranış yüzünden farkında olmadan amellerinin boşa gideceği” ikazı yapılır.
Kur’an âyetlerinin mü’min gönüllerde bıraktığı tesir ve âyetlerin mucibince amel etme hassasiyeti bakımından şu misaller gerçekten ders verici ve hayranlık uyandırıcıdır.
- “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin” (Hucurât 49/2) âyeti nâzil olduğunda ashâb-ı kirâmdan Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturup ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.s.), Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlardan biri:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu.
“–Neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da:
“–Hiç sorma, şer var! Sesim, Resûlullah (s.a.s.)’in sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum” cevâbını verdi. Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e haber verdi. Efendimiz:
“–Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil, bilâkis cennetliksin!” buyurdu. (Buhârî, Menâkıb 25;Tefsir 49/1; Müslim, İman 187)
Gür sesli bir sahâbî olan Hz. Sâbit, Allah’ın emrine itaatsizlik ettiği düşüncesine kapılarak derin bir üzüntüye gark olmuş, âdeta hayâtı kararmıştı. Ancak, gür seslilik onun tabiî hâli olduğundan ve samîmî bir kalbe sahip bulunduğundan onun durumu istisnâ teşkil etmiş ve haberi getiren sahâbî, büyük bir sevinç içinde dönerek onu cennetle müjdelemiştir.
Şu misaller, Allah Resûlü (s.a.s.)’e duyulan muhabbet, hürmet ve tâzimin zirve noktalarına işaret eder:
✺ İmâm Mâlik (r.h.), Resûlullah (s.a.s.) ile aynîleşmenin vecdi içinde yaşardı. Efendimiz’in rûhâniyetine hürmeten, Medine-i Münevvere’de hayvan üzerine binmezdi, def-i hâcete çıkmazdı. Ravza’da imam iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur yüksek sesle konuşunca: “Yâ Halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allah’ın ihtârı senden çok daha faziletli insanlar üzerine indi” buyurmuş ve bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.
✺ Osmanlı paşalarından meşhur Medine müdâfii Fahreddin Paşa, Resûlullah’ın rûhâniyeti rencide olur endişesiyle Ravza’nın tâmirinde vazîfe alan ustalara, herhangi bir çivi çakmak îcâb ettiği takdirde mutlaka tahta çekiç kullanılması ve çekiç ile çivi arasına da lastik bandaj konularak sükûnetin ihlâl edilmemesini emretmiştir. Bu hususta onu böylesine bir edeb ve inceliğe sevkeden de yine bu âyet-i kerîmeler olmuştur.
✺ Ahmed Han, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimizʼe, son derece âşık bir gönle sahipti. Her gün Topkapı Sarayı’ndaki “mukaddes emânetler”i ziyaret eder ve bilhassa Efendimiz’in ayak izlerini yüzüne-gözüne sürerek dakikalarca ağlardı. Bununla da iktifâ etmeyip, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izinin bir maketini yaptırmıştı. Onu kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almaya çalışıyordu. I. Ahmed Hânʼın yanık gönlünden dökülen şu mısrâlar da, onun Efendimiz (a.s)ʼa duyduğu derin muhabbeti ne güzel aksettirmektedir:
N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülʼün…
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..
Yine sultan I. Ahmed, her gün sabahleyin bir kâğıda büyük bir hürmetle “Muhammed” ism-i şerîfini yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi. Bununla şunu demek isterdi:
“Benim büyüklüğüm, tâc sahibi olmakla değil, senin ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır yâ Rasûlâllah!”
Ve yine o Peygamber âşığı sultan:
“−Resûlullah’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir.” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.
✺ Sultan II. Mahmud döneminde ise, Ravza-i Mutahhara’nın yıpranan kısımlarının tamiri ve Yeşil Kubbe’nin yenilenmesi söz konusu olunca, işinin ehli mimar ve ustalar, Pâdişah emriyle derhal Medine-i Münevvere’ye gönderilmiştir.
Bu mühendis ve mimarlar, kendilerine tevdî edilen bu nâzik vazifeyi, Efendimiz (a.s.)’ın rûhâniyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugâyir bir harekete mahal vermeden yerine getirebilmek için, tâmirat sırasında hiç dünya kelâmı konuşmamak üzere anlaştılar. Sonra da kendi aralarında şöyle bir dil geliştirdiler:
“Sen, «Bana tuğlayı uzat yerine; Allah!» de. Ben, «Su ibriğini uzat yerine; Bismillah!» diyeyim. Sen, «Çekici uzat yerine; Lâ ilâhe illâllah!» de…”
Böylece Yeşil Kubbe, âdeta bir zikir meclisinin feyiz ve rûhâniyet iklîmi içerisinde inşâ edildi. Bu şerefli hizmette bulunan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular.
✺ Ecdâdımızın Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e olan hürmet ve tâzîminin sayısız misâllerinden bir diğeri de şudur:
II. Abdülhamid Hân, Peygamber âşığı müʼminlerin, O Âlemler Sultânıʼnın nurlu eşiğine yüz sürerek muhabbetlerini arz edebilmelerini kolaylaştırmak için İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmıştır. Öyle ki, tren yolunun istasyonlarını da sünnet-i seniyyeye uygun olması için Peygamber Efendimiz’in seferlerinde konakladığı yerlere inşâ ettirmiştir. Ayrıca Medine Tren İstasyonuʼnu Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek düşüncesiyle Kubbe-i Hadrâ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medine içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diye- keçe ile kaplatmıştır. Keçe ile döşenen bu raylar da, Allah Resûlü’ne duyulan hürmet ve muhabbet dolayısıyla günün belli saatlerinde gülsuyu ile yıkanmıştır.
Dolayısıyla bu âyet-i kerîmeler, öncelikle Peygamberimiz (s.a.s.)’e, onun sünnetine, getirdiği dine, sonra onun izinden giden İslâm âlimlerine, yöneticilere, büyüklere gereken saygıyı göstermeyi, tüm insanlara karşı nazik ve terbiyeli davranmayı öğretmektedir.
Devam eden âyette bahsedilen şu örnek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:
4. Rasûlüm! Seni evinin odalarının dışından yüksek sesle çağıranlara gelince, onların çoğu aklı ermez düşüncesiz kimselerdir.
5. Böyle yapacaklarına, sen yanlarına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah günahları çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Resûlullah (s.a.s.)’in yanında terbiye görmüş, sohbetlerine katılmış, İslâm’ın nezaket kaidelerini hazmetmiş olan sahâbe-i kirâm, Efendimiz (s.a.s.)’e karşı nasıl davranacaklarını çok iyi biliyor; ona nasıl hitap edeceklerinin ve kendisiyle ne zaman ve ne şekilde konuşacaklarının ayarlamasını çok iyi yapıyorlardı. Efendimiz (s.a.s.)’in günlük hayatından haberdar oldukları için onu uygun olmayan vakitlerde asla rahatsız etmiyorlardı. Fakat bir de bedeviler ve bedevi ruhlu bir kısım kimseler vardı ki, bunlar bu edep ve nezaket kaidelerini ne biliyor, ne de tatbik edebiliyorlardı. Zaman zaman Peygamberimiz (s.av)’i rahatsız edecek münasebetsizlikler yapabiliyorlardı. Âyet-i kerîmeler, bu tür davranışların uygun olmadığına dikkat çekmektedir.
Buraya kadar, mü’minlerin Allah’a ve Rasûlü’ne iman, itaat ve teslimiyet hususunda göstermeleri gereken edep kaideleri hatırlatıldı. Şimdi ise mü’minlerin kendi aralarındaki münâsebetleri düzenlemek üzere buyruluyor ki:
6. Ey iman edenler! Size, ‘hiçbir endişe, iç burkulması duymadan dinin emir ve yasaklarını açıktan açığa çiğneyebilen ve yalana aldırmayan’ bir kimse önemli bir haber getirecek olursa bunun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa karşı haksız bir saldırıda bulunur, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz!
Verilen bir haber, o haberi verenin ahlâkî durumuna göre önem kazanır. Haberi getiren şahıs, olayı bizzat gören, duyan, sözüne güvenilir dürüst bir kişi ise ona itimat edilir. Aksine o, sözüne güvenilmez, yalancı ve ahlâksız biri ise getirdiği haber iyice araştırılmadan itimada layık görülmez. Çünkü getirilen haberlere binaen verilecek kararlar doğru olursa, bunların uygulanmasından fert ve cemiyet fayda görür. Aksi halde yanlış kararlar verip fert ve toplumu sıkıntıya sokacak, hatta felakete sürükleyecek kötü bir durum da ortaya çıkabilir. İşte âyet-i kerîme mü’minleri bu hususta uyarmakta ve dikkatli olmaya çağırmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi olarak rivayet edilen şu hadise gerçeği anlama açısından bize ışık tutmaktadır:
Resûlullah (s.a.s.), İslâm’ı yeni kabul etmiş bulunan Beni Mustalik kabilesine, zekâtlarını tahsil etmesi için Velid b. Ukbe’yi göndermişti. Velid oraya gitti. Fakat aralarında önceden var olan bir düşmanlıktan dolayı onlardan korktuğu için geri döndü. Üstelik Peygamberimiz (s.a.s.)’e onların zekât vermeyi reddettiklerini ve kendisini öldürmeye kalkıştıklarını söyledi. Bu haberi duyan Allah Resûlü (s.a.s.) öfkelendi ve onları cezalandırmak maksadıyla bir ordu göndermeye niyetlendi. Bazı rivayetler bu ordunun, onlara saldırmak için harekete geçtiğini, bazı rivayetler ise sadece harekete hazır olduğunu bildirmektedir. Fakat tam bu esnada, Beni Mustalik kabilesinin reisi, Hz. Cüveyriye vâlidemizin babası Haris b. Dırâr yanında bir heyetle Resûlullah (s.a.s.)’e geldi ve: “Allah’a yemin ederiz ki, değil zekât vermeyi reddedip onu öldürmeye kalkışmak, biz Velid’i görmedik bile. Biz iman üzerindeyiz ve zekât vermeye de hazırız” dedi. Bu hâdise üzerine söz konusu ayet nâzil oldu. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 279; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVI, 160)
Bu yüzden mü’minleri Allah Resûlü’ne itaat konusunda uyarmak üzere şöyle buyruluyor:
7. Şunu da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah’ın Rasûlü bulunmaktadır. Eğer o Rasûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsleyip güzelleştirdi. Buna karşılık küfürden, her türlü günahtan ve isyândan sizi iğrendirdi. İşte itikat, amel ve ahlâk bakımından doğru yolda yürüyenler, bu özellikleri taşıyan mü’minlerdir.
8. Bu, Allah tarafından büyük bir lutuf ve nimettir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
“Allah Resûlü (s.a.s.)’in onlara itaati”, çeşitli fert ve gruplar hakkında kendisine ulaştırdıkları haberlere uygun olarak ileri sürdükleri görüşleri kabul etmesi demektir. O, Allah’ın peygamberidir ve kendisine vahyolunan bilgilere göre hareket eder. Yanlış bir karar alma ihtimali doğduğu zaman, gelen vahiyler onu doğruya yönlendirir. Şayet “kendisine uyulması gereken” Peygamber (s.a.s.), “başkasına uyan kişi” durumuna düşecek olsa, işlerin tersine gitmesine sebep olacak büyük bir kargaşaya yol açar. Böylece başlar derde girer, işler sarpa sarar, haller yaman olur, çok zahmetler ve felaketler çekilir, helake doğru sürüklenmek durumunda kalınır. Nitekim burada kullanılan اَلْعَنَتُ (‘anet) kelimesi aslında “kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması” demektir. Bu da, Peygamber (s.a.s.)’i yanıltmaya çalışma cüretinin neticede ne kadar büyük bir felakete, meşakkate, sıkıntı ve günaha sebep olacağını ifadeye kâfidir
.
Anlaşılan o ki, verilen haber üzere Resûlullah (s.a.s.) hemen harekete geçmemiş, teenni ile hareket etmişti. Bir kısım sahabî ise bir an önce harekete geçip, zekâtı vermekten imtina eden, üstelik Peygamber’in gönderdiği elçiyi öldürmeye kalkışan kabileye hadlerinin hemen bildirilmesini istemişlerdi. Aralarında bulunan Peygamber (s.a.s.)’e rağmen böyle bir görüş ileri sürmeleri ve bunun tatbiki konusunda ısrarcı olmaları kınanarak, bunun yersiz bir cür’et olduğu haber verilmiştir. Ancak bunlar azınlık bir gruptu. Sahâbenin çoğunluğu ise Efendimiz’in vereceği kararı beklemişlerdi. İşte bu sabır ve teenni de yine Cenâb-ı Hakk’ın onlara bir ikramıydı. Bunun sebebi Allah’ın kalplerine yerleştirdiği ve orada iyice kökleştirip güzelleştirdiği kamil bir iman; buna mukâbil yine o kalplerde küfür, günah ve isyâna karşı yer tutan büyük bir nefretti.
İslâm toplumunun, kerpiçleri birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam bir binâ gibi olmasını isteyen (bk. Saff 61/3) Allah Teâlâ, ister fert ister toplum bazında olsun mü’minler arasını bozacak en küçük bir pürüze müsaade etmemekte ve böyle bir şeyin olması halinde hemen bütün mü’minlerin harekete geçerek o pürüzü gidermelerini emretmektedir. Bu sebeple buyruluyor ki:
9. Mü’minlerden iki grup birbiriyle çarpışacak olursa, derhal müdâhale ederek aralarını düzeltin. Buna rağmen biri ötekine saldırırsa, saldırıda bulunan taraf Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar onlarla savaşın. Eğer boyun eğerlerse, o iki grubun arasını adâletle düzeltin. Adâleti uygulamada da dâimâ titiz davranın. Çünkü Allah, hak ve adâlet hususunda titiz olanları sever.
Allah Teâlâ, ister küçük ister büyük çapta olsun mü’minler arasında en küçük bir kavga ve vuruşmanın vukuuna râzı olmaz. Bununla birlikte hayatın tabii bir gereği olarak zaman zaman bu tür problemlerin meydana geldiği ve gelme ihtimalinin bulunduğu da bir gerçektir. İşte âyet-i kerîme iki mü’min arasındaki kavgadan başlayıp iki müslüman devlet arasındaki savaşa varıncaya kadar, mü’minler arasında çıkması muhtemel tüm çatışmaların durdurulup adâletle çözüme kavuşturulmasının temel esaslarını beyân etmektedir.
Öncelikle âyette yer alan şu mâna inceliklerine yer vermek faydalı olacaktır:
› Müslümanlardan iki taife “çarpıştıklarında” değil, “çarpışacak olursa” (Hucurât 49/ 9) denilmiştir. Bu ifadeden mü’minler arasında bir kavganın çıkmasının, yahut müslümanların birbirine düşmelerinin tabii olmadığı anlaşılır. Ancak böyle bir olay vuku bulursa ne yapılacağı öğretilir.
› Âyette birbiriyle vuruşan iki grubu ifade etmek için اَلْفِرْقَةُ “fırka” yerine اَلطَّائِفَةُ “taife” kelimesi kullanılmıştır. Arapça’da “fırka” kelimesi büyük bir kitleyi ifade etmek için, “taife” kelimesi ise küçük bir topluluğu belirtmek için kullanılır. Dolayısıyla böyle bir kelimenin seçilmiş olması, Allah nezdinde müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağını ve bunun çok çirkin bir hâdise olduğunu ortaya koyar.
Âyetteki emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışında bulunup bu iki grubu barıştırma imkânına sahip tüm müslümanlardır. Böyle bir vuruşma söz konusu olunca diğer mü’minlerin seyirci kalması doğru değildir. Derhal harekete geçip onların aralarını bulmak için gayret göstermeli, onlara Allah’tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğunu araştırmak gerekir. Netice bakımından haklı olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Fakat bunu yaparken ne az ne de çok, ancak gerektiği kadar kuvvet kullanmak lazımdır. Haksızlığa engel olacağım derken haksızlık yapmamak gerekir. Çünkü hedef birilerini cezalandırma değil, Allah’ın emri haricine çıkmış olan grubu, haksız saldırılardan men ederek tekrar Allah’ın emrine uygun hale döndürmektir. Onları da günah ve isyandan korumaktır. Bu sebepledir ki haksız yere saldıran grup Allah’ın emrini kabul edip tecavüzden vaz geçtiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaya son vermek lazımdır. Bundan sonra hududu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Doğru olan, Allah’ın kitabı ve Peygamber (s.a.s.)’in sünneti ışığında söz konusu çatışmanın sebeplerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir.
Önemli bir nokta da şudur ki, burada nasıl olursa olsun sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların “hak ve adâletle” barıştırılması gerektiği de vurgulanmıştır. Şu âyet-i kerîme, İslâm’ın hak ve adâlet anlayışını ortaya koyma açısından gerçekten muhteşemdir:
“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.” (Nisâ 4/135)
Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkının yönetiminde adâletli davranan yöneticiler, kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde oturacaklardır.” (Müslim, İmâret 18; Nesâî, Âdâbu’l-kudât 1)
Yöneticilerinin adâletli ve sâlih kimseler olmasının bir topluma nasıl bir huzur ve emniyet kazandırdığı hususunda şu misâl çok mânidârdır:
Mâlik b. Dinar (r.h.) anlatıyor:
“Ömer b. Abdülaziz (k.s.) hilâfet makâmına geçtiği zaman, dağlardaki çobanlar:
«–İnsanların idâresini âdaletle hükmeden sâlih bir kimse üstlendi» dediler. Onlara:
«–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu. Onlar da:
«–Hayvanlar bile huzur ve sükûn içinde...» diye cevap verdiler.”
Muhammed b. Uyeyne (r.h.) de şöyle der:
“Ömer b. Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdeta birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden: «Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer b. Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”
Şu bilinmelidir ki, insan hakkını ilgilendiren her meselede olduğu gibi, kavga ve çatışma durumlarında da hak ve adâletle davranmak önem arzetmektedir. Bu bakımdan kimin haklı, kimin haksız olduğu dikkate alınmaksızın savaşın durdurulması, Allah nezdinde bir değer taşımaz. Ayrıca, haklı olan tarafa baskı yapıp, haksız olan diğer tarafın yanında yer alarak, iki grubu barıştırmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü gerçek barış ancak hak ve adâlete dayanan barıştır. Aksi takdirde fitne ve kavga devam eder, saldırgan tarafın cesareti artar. Sonuçta da bu fitne ve kavganın illeti kalkmamış olacağından, kavga daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar. Efendimiz (s.a.s.)’in şu beyânı, problemin çözümünde ne güzel bir yol göstermektedir:
Bir gün Resûlullah (s.a.s.):
“Din kardeşin zâlim de olsa mazlûm da olsa ona yardım et!” buyurmuştu. Bir kişi:
“–Ya Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ancak zâlimse nasıl yardım edebilirim?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68)
Nitekim, zâlim padişahlardan biri iyi ve dindar bir insana:
“- İbâdetlerden hangisi daha önemlidir ve insana daha çok sevap kazandırır?” diye sorar. Dindar adam şu karşılığı verir:
“- Senin için öğlene kadar uyumak daha hayırlı ve sevaptır. Çünkü uykuda olduğun bu müddet zarfında ahaliye zulüm ve eziyetin olmaz.” (Sâdi Şirâzî, Gülistan, s. 42)
Mü’minler arası münasebetlerde dikkat edilecek en önemli düsturun din kardeşliği olduğu ve o kardeşliğin gerektirdiği hakların yerine getirilmesinin önemi anlatılmak üzere buyruluyor ki: