Hz. Adem Aleyhisselâm'ın Yaradılışı Ve Hayatı

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
BİLGİ
Rivâyet edilir ki, Yüce Mevlâ, Âdem -aleyhisselâm-’ı yaratmak istediği zaman yeryüzüne:

“Ben, senin toprağından kendime halîfe yaratacağım. Onlardan bana itaat edenler ve isyânda bulunanlar olacaktır. Bana itaat eden kimseyi cennete; isyân eden kimseyi de cehenneme sokacağım.” diye ilhâm etti.

ALLAH MELEKLERDEN TOPRAK GETİRMELERİNİ İSTEDİ

Sonra Allâh Teâlâ, dört meleği; Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl -aleyhimüsselâm-’ı sırasıyla yeryüzüne gönderdi. Onlardan, ayrı ayrı yerlerden birer avuç toprak getirmelerini istedi. Melekler bu emri yerine getirmek için yeryüzüne indiklerinde, yeryüzü:

“–Bu alacağınız topraktan insan yaratılacak ve o, Allâh’a âsî olacak; bu yüzden de cehenneme girecek. Neticede benim bir parçam cehennemde yanacak!”

diyerek toprağını vermek istemedi.[1] Bunun üzerine Cebrâîl, Mîkâîl ve İsrâfîl -aleyhimüsselâm- yeryüzünden hiçbir şey alamadan Rab’lerinin katına dönüp şöyle dediler:

“–Yâ Rabbî, yer sana sığındı, cehennemde yanmak üzere toprağını vermekten çekindi. Biz de kendisini zorlamayı uygun görmedik!”
AZRÂİL ALEYHİSSELÂM’A RUHLARI KABZETME GÖREVİ VERİLMESİNİN SEBEBİ

Ancak Azrâîl -aleyhisselâm- yeryüzünün bu sığınmasına:

“–Ben de Allâh’ın emrini yerine getirmemiş olarak O’nun katına çıkmaktan yine O’na sığınırım.”

şeklinde mukâbelede bulundu ve yeryüzünün muhtelif yerlerinden çeşitli renklerde kırmızı, beyaz ve siyâh topraklar aldı. Sonra bunları karıştırarak Cenâb-ı Hakk’a arzetti. Azrâîl -aleyhisselâm-’a, bu kararlılığından dolayı rûhları kabzetmek vazîfesi verildi.[2]
İNSAN TOPRAĞIN ÖZELLİKLERİNİ TAŞIR

İnsan topraktan yaratıldığı için toprağın özelliklerini taşır. Toprak, zaman zaman kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret çeker. Bir mevsim kışın cefâsına katlanır. Bereketli bahar yağmurları ile yeniden dirilir. Binbir güzellik, renk, koku ve âhengi ile ilâhî kudret nakışlarını sergiler. İnsanın da toprağa benzer ortak bir kaderi vardır. Dünyevî ihtirasların girdabında çöllerdeki kum fırtınaları gibi çalkalanır durur. Nefsin sultasında kendisini perişân eder. Ancak nefs engelini aşması neticesinde kâmilleşir. Toprağın bahar yağmurlarıyla hayat bulması gibi feyz ve rahmet tecellîlerine nâil olarak diğer gâmlaşır. Böylece kendisine gelen nîmetleri, bir bahar bereketinin güzellik ve bolluğu içerisinde Allâh rızâsı için münbit topraklar misâli etrafına infâk eder. İnsanın fânî vücûdu, topraktan yaratıldığı için toprakla gıdâlanır ve neticede toprakta yok olur. Yâni aslına döner. Topraktaki bütün elementler, insan vücûdunda -az veya çok- mevcuttur. İnsan vücûdu, aynı zamanda toprağın ayrı bir görünüşüdür. Nitekim bir rivâyete göre Âdem -aleyhisselâm-, topraktan yaratıldığı için “Âdem” diye isimlendirilmiştir.[3] Âdem -aleyhisselâm-’ın topraktan yaratıldığı, âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:
AYET-İ KERiME

خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثِمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
“…Allâh onu topraktan yarattı. Sonra da ona «ol!» dedi ve (o da) oluverdi.” (Âl-i İmrân, 59)

İNSANLARIN RENKLERİNDEKİ FARKLILIKLARIN SEBEBİ

Toprak, kırmızı, siyah, beyaz ve benzeri muhtelif renklere sâhip olduğu gibi ondan yaratılan insanlar da muhtelif renkler taşımaktadır. Aynı şekilde toprağın katı ve yumuşak tarafları olduğu gibi insanlar da kâbiliyet ve istîdâd olarak farklı farklıdır. Bu hakîkati âyet-i kerîme şöyle haber vermektedir:
AYET-İ KERiME

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللهَ أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجْنَا بِهِ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً أَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بِيضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهَا وَغَرَابِيبُ سُودٌ. وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَاْلأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمؤُا إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ “Görmedin mi Allâh gökten su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allâh’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allâh, Azîz’dir, Gafûr’dur.”(Fâtır, 27-28)

ÂDEM YARATILDIĞI TOPRAK 40 GÜN YOĞRULDU

Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmaktadır:

“Allâh Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan ya*ratmıştır. Bu sebeple Âdemoğullarının, o topraklara izâfeten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (yâni muhtelif istîdâd, husûsiyet ve karakterde) dünyâya gelmiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 16)

Rivâyet edildiğine göre, “Allâh, Âdem’in hilkat toprağını kırk gün eliyle yoğurmuştur.” (Taberî, Tefsir, III, 306) Bu günlerden her biri, keyfiyeti bizlerce meçhûl olan bir zaman dilimidir.

Kaynakların verdiği bilgiye göre Âdem’in yaratıldığı çamur, kırk sene kendi hâline bırakıldı. Kalıp olarak pişti. Üzerine otuz *dokuz sene hüzün yağmuru, bir sene de sürûr yağmuru yağdı. Bunun için âdemoğ*lunun hüznü, sürûrundan daha çoktur. Hikmet ehli demişlerdir ki:

هاَ هِيَ الدُّنْياَ اِذَا أَضْحَكَتْ يَوْمًا أَبْكَتْ اَياَّمًا
“İşte dünyâ! Şâyet bir gün güldürecek olsa günlerce ağlatır.”

Bahsedilen bu yağmur, maddî bir yağmur değil, mânevî bir tecellîdir. Mecâzen yağmur olarak bildirilmektedir.
İNŞİRAH SÛRESİNDEKİ DERİN ANLAM

Hüzünden sonra, dâimâ sürûr gelir. Büyük mükâfâtlar, büyük sabır ve ıztıraplardan sonradır. Mîrâc mûcizesinin, cefâlı, ıztıraplı ve elemli Tâif Seferi’nin ardından ihsân edilmesi ve çileli bir Mekke devrinden sonra saâdetli bir Medîne devrinin gelmesi gibi…

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
AYET-İ KERiME

فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا“Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten bu zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirah, 5-6)[4]

İnşirah Sûresi nâzil olduğunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk’ın bir zorluğa karşılık iki kolaylık takdîr buyurmasına çok sevinmiş, son derece mesrûr ve mütebessim bir şekilde:
AYET-İ KERiME

لَنْ يَغْلِبَ عُسْرٌ يُسْرَيْنِ: إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
“Bir zorluk iki kolaylığa aslâ gâlip gelemez. Çünkü «Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.» (el-İnşirah, 5-6)” buyurarak ashâbının yanına çıkmıştır. (Hâkim, II, 575)

Hayatın meşakkatleri karşısında zor durumda kalan kimselere bir çıkış yolu göstermek üzere şâir şöyle der:
اِذَا ضَاقَ بِكَ اْلاَمْرُ تَفَكَّرْ فِى «أَلَمْ نَشْرَحْ» فَعُسْرٌ بَيْنَ يُسْرَيْنِ اِذَا فَكَّرْتَهُ تَفْرَحْ
“Herhangi bir zorlukla karşılaştığında İnşirah Sûresi’nin derin mânâlarını tefekkür et! Orada bir zorluk iki kolaylık arasında zikredilmektedir. Bunu iyice düşündüğün zaman ferahlarsın, sıkıntın zâil olur.”Muhakkak ki dünyâ, çeşitli çilelerle dolu bir imtihan mekânıdır. Âyet-i kerîmede bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulur:
AYET-İ KERiME

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ اْلأَمْوَالِ وَاْلأنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ. اَلَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا ِللهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ. أُولَـئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَـئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ“And olsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden bi*raz noksanlaştırma (fakirlik) ile imtihân ederiz. (Ey Rasûlüm!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman: «Biz Allâh’a âidiz ve biz, elbette O’na döneceğiz!» derler. İşte Rablerinden mağfiret ve rahmet hep onlaradır. Ve hidâyete erenler de yalnız onlardır.” (el-Bakara, 155-157)

Cemâdât ve nebâtâtta dahî yaygın bir sabırdan sonra olgunlaşma vardır. Baharın gelmesi, toprağın bir kış mevsiminde çektiği çileden sonradır. İnsan da çile* ve sabırla olgunlaşır, kâmil insan hâline gelir.
KAYNAK
[1] Cemâdât olarak bildiğimiz varlıkların bile kendilerine âit mükellefiyetin ağırlığını fark edebilecek bir şuura sâhip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir defasında Hazret-i Ebû Bekir, Ömer ve Alî -radıyallâhu anhüm- olduğu hâlde Uhud Dağı’na çıkmışlardı. Uhud, sallanmaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Sâkin ol ey Uhud! Üzerinde bir nebî, bir sıddîk ve iki şehîd var!” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3703) buyurdu.

Öyle ki cemâdât, nebâtât ve hayvanâtın her biri kendi dillerinde Rab’lerini hamd ile tesbih etmektedirler. Bu husus âyet-i kerîmede şöyle beyân buyrulmaktadır:
AYET-İ KERiME
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlayamazsınız! O, Halîm’dir, Gafûr’dur.” (el-İs*râ, 44)
Hurma kütüğünün Efendimiz’in hasretiyle enîni (inlemesi), (Buhârî, Menâkıb, 25) Kızıldeniz’in Hazret-i Mûsâ ile Firavun’u ayırdetmesi (el-Bakara, 50) bunun en güzel misâllerindendir.

Diğer bir misâl de şudur: Japon bilim adamı Masaru Emoto, donmuş su kristalleri üzerinde yaptığı araştırmada, bunların düzgün, estetik ve altıgen şekillerden meydana geldiğini ve bu kristallerin insan eli değmemiş tabiî kaynak sularında, insanı büyüleyecek kadar düzgün ve güzel şekle sâhip olduğunu fark etmiştir. İki ayrı kaba bu sulardan alarak deney yapmıştır. Üzerine sevgi, şefkat, duâ ve minnettarlık ifâdelerinin fısıldandığı birinci kaptaki suyun kristallerinin tabii ihtişamını koruduğunu; üzerine hakaret içeren sözlerin ve “şeytan” lafzının söylendiği suyun kristallerinin ise parçalanmış olduğunu ve bütün estetik özelliğini yitirerek şekillerinin bozulduğunu görmüştür. Aynı deneyde sular, güzel ve hoş mûsikîye ve rahatsız edici çirkin ritimlere de farklı tepki vermiştir.

Masaru Emoto ulaştığı bu hakîkati daha da pekiştirmek için benzeri bir incelemeyi ayrı kavanozlara konulmuş haşlanmış pirinçler üzerinde de yapmıştır. Birinin içine “teşekkür” diğerinin içine “aptal” yazan kağıtlar bırakılan kavanozlara bir ay boyunca bu sözler telaffuz edildiğinde birinci kavanozdaki pirinçlerin beyazlığını ve tâzeliğini koruduğunu diğer kavanozdaki pirinçlerin ise karararak dışarıya kötü kokular vermekte olduğunu keşfetmiştir.
[2] Bkz. Taberî, Târih, I, 89-90.
[3] Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât, I, 26.
[4] Bu âyetlerde “usr” (zorluk) ve “yüsr” (kolaylık) kelimeleri tekrar edilmiştir. Ancak “usr” elif-lâm takısı ile mârife olarak, “yüsr” ise nekra olarak gelmektedir. Arapça dil kâidelerine göre mârife kelimenin tekrar edilmesi aynı şeyi ifâde ederken, nekra kelimenin tekrarlanması farklı bir şeyi ifâde etmektedir. Bu sebeple “usr” iki defa tekrar edilmesine rağmen tek bir zorluk olarak kalmış, “yüsr” ise iki ayrı kolaylık olmuştur. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 94)
 
Son düzenleme:

Nur Hanım

Aktif Üyemiz
Kâinatın yaratıcısı ve sâhibi olan Allah Teâlâ, kendi varlığını bilmesi, ibâdet ve tâatte bulunması ve bir halîfe olarak yeryüzünü îmâr etmesi için mahlûkâtın en şe- reflisi olan “insan”ı yaratmayı murâd etti. Daha önce yarattığı ve sâdece ibâdetle vazîfelendirdiği meleklere bu ilâhî irâdesini şöyle açıkladı:
AYET-İ KERiME

“Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi halîfe kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Herhalde ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim!” dedi. (Bakara, 30)

Allah’ın bu buyruğu karşısında melekler, hep birlikte:

“Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin!” (Bakara, 32) diyerek Allah Teâlâ’yı tesbih ve tenzîh ettiler.

Meleklerin Cenâb-ı Hakk’a “neden bir halîfe yaratmak istediğini” sormaları; O’na îtiraz ve isyan etmek için değil, insanın yaratılış hikmetini öğrenmek içindir.
NOT
Arapça’da “halk: yaratma” kelimesi “bir şeyi îcad etmek” mânâsına da geldiği için başka varlıklara da izâfe edilebilmektedir. Bu sebeple “Ahsenü’l-Hâlıkîn: Yaratanların en güzeli” denilirken, Allah’tan başka bir hâlık (yaratıcı) olduğu anlamına gelmez. Meselâ “Aliyyün ahsenü’t-tullâb: Talebelerin en iyisi Ali’dir.” denildiğinde, sınıfta Ali ile beraber başka iyi talebelerin olması şart değildir. Sınıfta tek iyi talebe Ali olsa bile bu ifâde kullanılabilir ve bu “Ali çok iyi bir talebedir.” manasına gelir.


Kur’an-ı Kerim’e göre insanın yaratılışı nasıl olmuştur? Hz. Adem’in (a.s.) topraktan yaratılış safhaları nelerdir?

Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Âdem’in (a.s.) topraktan yaratılış safhaları şöyle beyan buyrulmaktadır:

1- Toprak Safhası : “Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona “ol” dedi, o da hemen oluverdi.” (Âl-i İmran, 59)

2- Çamur Safhası : “Allah yarattığı her şeyi en güzel şekilde yaratmış ve insanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde, 7)

3- Yapışkan Çamur Safhası : “Şüphesiz Biz onları (Âdem ve neslini) yapışkan bir çamurdan yarattık.” (Saffât, 11)

4- Havada Kurumuş Çamur Safhası : “Andolsun Biz insanı, (havada) kurumuş bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (Hicr, 26)

5- Ateşte Pişmiş Çamur Safhası : “Allah insanı, ateşte pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.” (Rahmân, 14)


KUR’AN’DA İNSANIN YARATILIŞI

Hazret-i Âdem’den sonra onun sulbünden gelecek her bir insanın yaratılış serüveni ise âyet-i kerîmede şöyle özetlenmektedir:

“Sonra o nutfeyi, bir aleka (yapışkan ve döllenmiş yumurta) yaptık. Peşinden, o alekayı bir mudğa (bir çiğnem et) hâline getirdik; ardından bu bir çiğnem eti, kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla (insan olarak) meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (Mü’minûn,14)

İNSANIN YARATILIŞ SAFHALARI

Cenâb-ı Hak, ibretlerle dolu yaratılış safhalarının ilkini teşkil eden çamur, yani Hazret-i Âdem’in (a.s.) yaratılışındaki toprak safhası, görünüm itibârıyla hiçbir zerâfeti bulunmayan değersiz bir maddedir. Bundan sonraki safhalar ise, atılmış değersiz bir su; yapışkan ve donuk bir kan pıhtısı; ağızda çiğnenmiş bir görüntü arzeden, câzib olmayan ve hattâ tiksinti veren bir madde… Daha sonra ilâhî kudret tecellîsiyle bir zerâfet ve ihtişâm manzarasını teşkil eden san’at hârikası insanın teşekkülü… Bunu tâkiben maddenin ve rûhun dinçlik ve zindeliği, nihâyet bu gelişme seyrinin tersinden tekrarıyla, yine geldiği yer olan toprakta çürüyüp kayboluş! Ardından, çürümüş beden içerisinde âdetâ bir cıva damlacığı gibi çürümeyen ve kendisine “acbu’z-zeneb” adı verilen tek bir tohumdan, bir bitkinin vücûda geliş seyrinin sür’atlendirilmiş şekli gibi yeniden ortaya çıkış ve diriliş!

KUR’AN’DA TEFEKKÜR

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerle insanı bu kesret âlemindeki mâcerâları tefekkür etmeye dâvet eder:
AYET-İ KERiME
“Kime uzun bir ömür verirsek, biz onun gelişmesini tersine çeviririz (gücünü azaltırız). (Sonunda o, zayıf ve ihtiyar bir hâle gelir). Hiç düşünmüyorlar mı?“ (Yâsîn, 68)

“Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğünüzün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından da yine bir güçsüzlük ve ihtiyarlık veren Allah’tır. O, ne dilerse yaratır. O, hakkıyla bilendir, her şeye kâdirdir.” (Rûm, 54)

“Sizi ondan (topraktan) yarattık, yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız!..” (Tâhâ, 55)

Bu âyetler gösteriyor ki insan bedeni, yaşadığı safhalar göz önünde bulundurulduğunda sürekli bir değişim içindedir. İnsan hayâtı fânî olduğu gibi, onun dünyadayken sâhip olduğu güç, kuvvet ve kâbiliyetleri de devamlı değildir.

ARŞ'TA KIYILAN NİKAH

Hazret-i Havvâ’nın Âdem’den (a.s.) yaratılışı ile alâkalı olarak Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
AYET-İ KERiME
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا

“Sizi tek bir candan (Âdem’den) yaratan, ondan da yanında huzûr bulsun diye eşini (Havvâ’yı) yaratan O’dur.” (Â’râf, 189)

Ezelde sâdece Cenâb-ı Hakk’ın kendisi mevcuttu. O, kendisinin bilinmesine muhabbet etmesi sebebiyle varlıkları yaratmış ve kesret âlemi denilen bu âlem meydana gelmiştir. Bundan dolayı her varlığın yaratılış sebebi bu ilâhî muhabbettir. Bu keyfiyet Âdem (a.s.) için de söz konusudur. Bu muhabbet ve iştiyâkın kâmil hedefi, insanın aslına (Rabbine) dönme temâyülüdür. Bu hedefe ulaşabilmek için de bir nevî“hazırlık safhası”na ihtiyaç vardır.

HZ. ADEM (A.S.) NEDEN EŞ İSTEDİ?

Allah Teâlâ, vahdeti yalnız kendisine has kıldığı için her varlığı karşıt cinsiyle, çift olarak yaratmış ve onları birbirlerine karşı cezbedici (çekici) kılmıştır. Nitekim bu kâinattaki zerreler, tâneler, hücreler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, maddeler, hattâ atom içindeki elektron ve proton gibi esrârlı unsurlara kadar bütün eşya, kendi karakterlerine göre “çift yaratılış” kânununa tâbîdir.

Nitekim âyet-i kerîmede:
AYET-İ KERiME
وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُون

“Biz her şeyi çift çift yarattık. Umulur ki ibret ve öğüt alırsınız.” (Zâriyât, 49) buyurulmaktadır.

İşte bu sebeplerle Âdem (a.s.), Cenâb-ı Hak’tan bir eş istedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, Âdem’in (a.s.) sol kaburga kemiğinin altından, kendi cinsinden ve nefsinden olan Hazret-i Havvâ’yı yarattı. İbn-i Abbas ve İbn-i Mesût’tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre İblis, Cennetten çıkarılıp Âdem (a.s.) oraya yerleştirildikten sonra, orada kendisiyle huzur bulacağı bir eşi olmadan, yalnız dolaşıyordu. Bir gün uykusundan uyandığında başucunda, sol eğe kemiğinden yaratılmış bir insan gördü ve ona:

– Sen kimsin? diye sordu. O:
– Bir kadınım, dedi. Âdem (a.s.), niçin yaratıldığını öğrenmek isteyince de:
– Allah, senin huzur ve sükûna ermen için beni yarattı, dedi.

MELEKLERİN ŞAHİTLİK ETTİĞİ NİKAH

Allah Teâlâ, Âdem ile Havvâ’nın (a.s.) nikâhlarını meleklerin huzûrunda bizzat kıydıktan sonra buyurdu ki:

AYET-İ KERiME
“Ey Âdem! Sen ve eşin, Cennette yerleşip orada dilediklerinizden yiyin! Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zâlimlerden olursunuz.” (Â’râf, 19)
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Hz. Adem ve Havva’nın (a.s.) Cennetten çıkarılmasının asıl nedeni nedir?

Hz. Adem ve Havva’nın (a.s.) Cennetten çıkarılmasının asıl nedeni nedir?

Allah Teâlâ’nın kullarını imtihan etmesi, Hazret-i Âdem’in yaratılmasıyla başlamıştır. İlk olarak Hazret-i Âdem’e secde emri ile melekler imtihan edilmiş oldu. Bütün melekler bu imtihânı kazandılar. Çünkü onlarda nefsânî temâyüller mevcut değildi. Şeytan ise secde emrine karşı isyan ederek imtihanı kaybetti. Çünkü o, kendisinde “nefs” bulunan cinnîler tâifesindendi.

HZ. ADEM İLE HAVVA’NIN (A.S.) İMTİHANI

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem ve eşi Havvâ’yı (a.s.) İblis’le imtihâna tâbî tuttu. Bu imtihanın gerçekleşmesi için de İblis’e fırsat verdi.

Allah, Cennetteki bir ağacın meyvesine yaklaşmayı Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’ya (a.s.) yasaklamıştı. İnsanın Allah’ın emrine tâbî olmasını engellemeye çalışan nefis, insanla ilk mücâdelesine şeytanın vesvesesiyle Cennette başladı. Şeytanın arzu ve isteklerini, Hazret-i Havvâ’yı (a.s.) vâsıta kılmak suretiyle Hazret-i Âdem’e (a.s.) kabul ettirmeye çalıştı. Şeytan ise, vazîfesi gereği her ikisini de kandırabilmek için türlü hîleler yapmaktaydı:
AYET-İ KERiME
“Derken şeytan, kapalı olan ayıp yerlerini birbirine göstermek için onlara vesvese verdi. Rabbiniz size bu ağacı ‘Meleklerden olursunuz veya (Cennette) ebedî kalanlardan’ olursunuz diye yasakladı. dedi.” (Â’râf, 20)

“Ve onlara: ‘Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim…’ diye yemîn etti.” (Â’râf, 21)

“Böylece onları hîle ile aldattı. (Onlar) ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Üzerlerini Cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rabbleri onlara: ‘Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?’ diye nidâ etti.” (Â’râf, 22)


Hazret-i Âdem ve Havvâ’nın (a.s.) yasak meyveye yaklaşması, onların nefs imtihanı ile karşı karşıya bulunmaları sebebiyledir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Hazret-i âdem ile hazret-i havvâ nasil affedildi?

Şeytanın iğvâsıyla Cenâb-ı Hakk’ın emrine muhâlefet eden Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ vâlidemiz, cennetten çıkarılıp dünyâya gönderildiler.

HAZRET-İ ÂDEM VE HAZRET-İ HAVVÂ’NIN İNDİRİLDİĞİ YERLER

Hazret-i Âdem, melekler tarafından Hindistan’ın güneyindeki Seylan Adası’na, Havvâ vâlidemiz ise, Kızıldeniz kenarındaki Cidde şehrinin bulunduğu yere indirilmişti. Bu yüzden uzun bir müddet birbirlerinden ayrı kaldılar. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ vâlidemiz tevbe ve istiğfâra devâm ettiler. Lâkin bir türlü affa nâil olamıyorlardı. Nihâyet:
AYET-İ KERiME
“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımaz*san, mutlakâ ziyân edenlerden oluruz.” (el-A’râf, 23)

diye duâ ettiler. Ayrıca rivâyete göre Fahr-i Kâinât Efendimiz’le tevessülde bulundular. Neticede Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetine sığınarak O’nun bereketiyle ilâhî affa mazhar oldular.

HAZRET-İ ÂDEM İLE HAZRET-İ HAVVÂ’NIN AFFEDİLMESİ HÂDİSESİ

Hadîs-i şerîfte bu husus şöyle anlatılmaktadır:

“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

«–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi. Allâh Teâlâ:

«–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım[1] hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.

Âdem -aleyhisselâm-:

«–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

«–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Ben’im için mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için Bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin,) Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672)

HAZRET-İ ÂDEM İLE HAZRET-İ HAVVÂ’NIN BULUŞTUĞU YER

Âdem -aleyhisselâm-, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ind-i ilâhîdeki şeref ve îtibârını hatırlayarak, nihâyet Cenâb-ı Hak’tan, O’nun yüzüsuyu hürmetine affını taleb edince, bu taleb kabûl edilmiş ve Allâh Teâlâ, kendisine Mekke istikâmetinde yol göstermek üzere bir meleği memur kılmıştır. Bu duâ bereketiyle Cidde’de yaşamakta olan Havvâ vâlidemiz de diğer bir melek rehberliğinde Âdem -aleyhisselâm-’a doğru yola çıkarılmış ve Zilhicce’nin dokuzunda Arefe günü ikindi vakti Arafat’ta buluşmuşlar, gözyaşları içinde tekrar Rablerine istiğfâr etmişlerdir.

Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın birbirlerine olan muhabbet ve meclûbiyetleri, Havvâ’nın farklı bir cinsten değil, Hazret-i Âdem’den yaratılmış olmasından kaynaklanmaktadır.

İhsân ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hak, onların duâlarını kabûl ettiği gibi, onların neslinden olup kıyâmete kadar her sene aynı gün ve saatte oraya gelip af talep edenleri de bağışlama lutfunda bu*lunmuştur. Hacıların arefe günü Arafat’a çıkıp istiğfâr etmelerinin hikmeti, işte budur.
Dipnot: [1] Ezelde yalnız kendisi var olan Cenâb-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrâkleri seviyesinde bilinmeyi murâd ettiğinden mâsivâyı, yâni kendisinden gayrı olan her şeyi yaratmıştır. Bu yaratışta ilk olan “Nûr-i Muhammedî”dir. Bu sebepledir ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Âdem rûh ile cesed arasında iken ben nebî idim.” (Tirmizî, Menâkıb, 1) buyurmuştur. Buna göre Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın cevheri demek olan Nûr-i Muhammedî’nin yaratılışta ilk olmasına mukâbil, bedene büründürülüp ba’s olunması (gönderilmesi) enbiyâ silsilesinde en sondur. Yukarıdaki ifâdede Nûr-i Muhammedî değil, beşer sıfatı ile ba’s olunan “Zât-ı Muhammedî” kastedilmektedir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Hazret-i Âdem’in (a.s.) oğullarından Kâbil, aynı batında doğan kız kardeşini almak istedi. Kardeşi Hâbil ise, bunun şerîate uygun olmadığını, diğer zamanda doğan kardeşlerinden birini alması gerektiğini ihtâr etti. Kâbil, bu îkâzı dikkate almayarak kendisinin yaptığı fiilin doğru olduğunu iddiâ etti.

KURBAN ELİNDE BULUNAN MALDAN VERİLİRDİ

Bunun üzerine Hâbil, kimin doğru hareket ettiğinin anlaşılması için kardeşine, Allah’a birer kurban adamayı teklif etti.O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu şeyler, bir dağ başına konur, bir müddet sonra gidip bakıldığında, gökten inen ateş tarafından yanarak ortadan kaybolan kurban, Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilmiş olurdu.

Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Kurban vermek için, içlerinden en semiz ve cüsseli olan bir koçu seçti. Kâbil ise, ziraatle uğraşırdı. O da, en cılız bir buğday demetini kurban olarak ayırdı.

İLK KURBAN HABİL’İN KOÇUYDU

Hâbil ile Kâbil, bir müddet sonra bıraktıkları kurbanları tedkîk için gittiler. Hâbil’in kurban ettiği koç, kabul edilmiş; Kâbil’in cılız buğday demeti ise, olduğu gibi duruyordu. Kâbil öfkelendi. Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere kardeşi Hâbil’i katletti:
AYET-İ KERiME
“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise, kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden): ‘Andolsun, seni öldüreceğim!’ dedi. Diğeri de: ‘Allah ancak takvâ sâhiplerinden kabul eder.’ dedi (ve ekledi)” (Mâide, 27)

AYET-İ KERiME
“Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Mâide, 28)

AYET-İ KERiME
“Ben (şu kötü fiilinden dolayı) istiyorum ki, sen, hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zâlimlerin cezâsı işte budur!” (Mâide, 29)

AYET-İ KERiME
“Nihâyet nefsi onu (Kâbil’i), kardeşini öldürmeye sevketti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” (Mâide, 30)

AYET-İ KERiME
“Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kâtil kardeş): Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim!. dedi ve ettiğine yananlardan oldu.” (Mâide, 31)
 
Üst Alt