abdusselam
New member
İhlâs-ı mürid şol keyfiyette olmalıdır: Mürşidi Rasûlüllah SAS'in nâibi, vekili, halifesi ve zıllullah fil-àlem olduğunu bilip; mürşid kendisini reddederse, Allah-u Teàlâ ve Rasûlünün de reddeylemesine; ve kabul eylerse, Allah ve Rasûlünün de kabul buyurmasına vesile olacağı itikadında olması gerektir. Bir müridi eğer şeyhi reddecek olsa, şeyhinin şeyhi dahi kabul etmeyip, ta Rasûlüllah'a kadar hiçbiri kabul etmez.
Mürşidde bir ruhaniyet vardır ki, hiçbir halde müridden ayrılmaz. Bazı müridler bu ruhaniyeti üzerlerinde gördükleri için, uyku zamanlarında bile ayaklarını uzatmağa cesaret edemezlermiş. Bu hali her müridin görmesi mümkün olmasa dahi, görür gibi itikad etmelidir. Bu itikad sayesinde, görmüş olan mürid ile feyzde müsâvi olur.
Ruhaniyyet-i mürşid hâlet-i nezi'de, yâni can verirken ve kabirdeki süâl zamanında, müridin yanında hazır olup, sual meleklerinin cevaplarına yardım ederek teselli verir ve korkusunu teskîn eder. Şeytan ise mürşid-i kâmili görünce hemen kaçar, Hazret-i Ömer RA'dan kaçtığı gibi.
Ruhaniyyette hicâb ve perde gibi mânî olacak şey, madde ve müddet yoktur. Ve dahi ihvanlarımızdan bazıları bu hâli müşâhade ettiklerini de beyan etmişlerdir. Bu hâl kudret-i ilâhiyyeye râcîdir. Ve kudret-i Hakk'a iman etmek gerektir ki, erkân-ı imandandır. Bu gibi şeylerde aklın tasarrufu yoktur. Hemen böylece itikad lâzımdır. Hak Teàlâ mürşidlere, gıyablarında yâni hazır olmadıkları zamanda vâkî olan işleri görecek göz ve işitecek kulak verdiğine itikad eyleye... Her ne kadar mürşid kendisine bildirmezse de, öylece itikad etmek gerektir. Şu hadîs-i kudsîde:
Hak Teàlâ'nın;
Mürîd her nerede olursa olsun, feyz dalgalarına dahil olduğunu bilmesi gerektir. Çünkü feyz alabilmenin anahtarı bu inanca bağlıdır. Ve dahî ehl-i keşf olan mürid, mürşidin nurunun şark ve garbı ihâta ettiğini görür. Eğer mürid bundan noksan görürse, noksanlık ve zaaf mürşidin nisbetinde değil, onun keşfindedir. Kezâ mürşidinin uykusunun, kendisinin gece sabaha kadar ibadetinden, yemesinin ise kendi orucundan efdal olduğuna inanmalıdır. Ve mürşidinin bir nefeste terakkisi, kendisinin bütün ömründe, riyâzat ve sülûkündeki terâkkîsi kadar olduğunu kabul etmelidir.
Mürşidi kendinde olan kudret-i kudsiyye ile bir kimseye nazar etse, Cünyed-i Bağdâdî ve Bâyezid-i Bistâmî (kuddise sirruhümâ) makamına îsâl eder. Bu nazara uğrayan veya nâil olan kimse, ne kadar kötü ve fâsık dahî olsa, makàm-ı âlîye vâsıl olur, ancak bu nazarı aramak ve gözlemek lâımdır.
Feyzi taleb şöyle olmalıdır ki; Mevlâyı tâ içinden samimi olarak istemelidir, ve bu istek hakîkî muhabbetle olmalıdır. Öyle ki, o taleb onu, mâl, câh, mansıb, ehl ü iyâl ve bütün mâli oluğu şeylere, hattâ vücudana dahî iltifattan fânî kıla. Çünkü Allâh-ü Teàlâ, hizmetleri âli ve yüksek olan kimseleri sever. ve talebine, ameline güvenmeyip ancak allah'ın fazlına güvene, çünü ameli güzel dahî olsa, fazl-ı ilâhi ile bir olamaz. Ve kezâ, ebediyyen bir lahza ve bir an dahî Hak Teàlâ'yı talebden gàfil olmaya. Ve taleinde Hakk'ın rızasından başka bir şey istemeye ki Hak'tan uzaklaşmış olmasın. Zîrâ Hak Teàlâ hiç bir şeyde ortaklı kabul etmez. (Risâle-i Halidiyye Tercümesi, sayfa 27)
Talebinde kat'iyyen duraklama yapmaya. Çünkü bunda tehlike vardır. Bu hususta;
Yine Efendimiz SAS:
Ammâ (li-eclil-istifâze) kalbi hazırlama keyfiyyeti şöyle olmalıdır: Hayal ve havâssını dünya ve ahiretten ve cemi' ahvâl-i bâtıneden, belki kendi varlğından kat' edip cümle mâsivâyı unutur gibi ola... Ve mürşidin kalbinden feyz-i ilâhîyi talib olduğu halde, nazarını, basîretini iç gözünü kalbinin derinliğine eriştirip, kalbini mürşidin kalbine muttal ve feyzin gönlüne akışını mülâhaza kıla. Bir vechile ki, Zât-ı Mukaddes Celle Şânühû'dan hiç bir vechile gàfil olmayarak ve gâyet içi yanarak tazarrû, niyaz ve muhabbetle muntazır ola ve şöyle itikad ede ki: Kalb feth oldukta feyz-i ilâhî denizler misâli kalbe tevccüh eyledi; ve kendisini her ne kadar idrâk etmese de yine öylece itikad eyleye; çünkü idrâk vüsûle şart değildir; belki şartı istemek, hemen vüsûle inanmamaktır.