İLAHİ SEÇİM VE GÖREV
Sen, Kitab’ın sana verileceğini ummazdın..[59]
Sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen (daha önce) Kitap nedir, iman nedir bilmezdin.[60]
Muhammed b. Abdullah için otuz beş yaşından sonra çok özel bir dönem başlamış oldu. Önceden de varlıkların ve özellikle de insanın yaratılışına, yaratılış amacına, insanların karşı karşıya oldukları bin bir türlü problemlerin çözüm yollarının neler olabileceğine, mensubu olduğu toplumun inanç ve yaşantı tarzının özellik ve saçmalıklarına ilişkin birçok şeyi düşündüğü olurdu. Ama artık daha fazla düşünüyordu. Hatta istemese de düşünüyor; kendisi düşüncelerini değil, zihninde fırtınalar koparan düşünceler kendisini yönlendiriyordu. Feş peşe sıralanan sorular tüm benliğini sarmaya başlamış, sonu gelmez sorular selinin önünde sürüklenir olmuştu. Çocukluğundan bu yana gittiği farklı yerlerde gördükleri, dinledikleri ve düşündükleri işine yaramıyor; sorularını cevaplamakta bir fayda sağlamıyordu. Düşünüyor, düşünüyor ama iç dünyasında fırtınalar estiren, beynini çatlatan, benliğini sarıp hayatı kendisi için problemler yumağına çeviren sorularına cevap veremiyor; derdine derman olacak şeyi bulamıyor ve daha da önemlisi, onun ne olduğunu da bilemiyordu. Belki de düşünüşleri ve arayışları sırasında problemlerine çözüm olacak şeylerle karşılaşmıştı. Ama onları bilmiyor, tanımıyordu. Aradığı doğrularla karşıîaşmışsa bile, bir yığın yanlışlıklara bulanmış bu doğruları ayırt etme imkânı yoktu. Çünkü doğru ile yanlışı ayırt edecek ölçüye sahip değildi. Her yeni günle birlikte zihnini kurcalayan, aklına takılan soruların sayısı hızla artıyor, ama hiçbirine ikna edici cevaplar bulamıyor; sağlam bir bilgi elde edemiyordu. Bu nedenle de iç dünyasındaki fırtınalar gün geçtikçe daha da şiddetleniyor; düşüncesi karıştıkça karışıyordu.
Sıkıntılıydı; dayanılmaz ağırlıkların altında ezildiğini ve üzerindeki tanımlayamadığı yükün gün geçtikçe daha da ağırlaştığını hissediyordu. Geçen son birkaç yıl içerisindeki bütün çabalarına rağmen hiçbir şey elde edememiş, beynine batan soruların hiçbirisine doğruluğuna emin olduğu bir cevap bulamamıştı. Neyi aradığını bilmeden gerçekleştirdiği arayışları, en ufacık şekliyle bile olsa işe yaramamıştı. Bu süre içerisinde fark ettiği tek bir şey vardı; yalnızlığı sever olmuştu, insanların dünyalarından uzaklaştığında sıkıntılarının biraz olsun azaldığını, içinde esen fırtınaların biraz olsun sakinleştiğini fark etmişti. Bu nedenle de yalnız kalmaya derin bir tutkuyla bağlanmıştı. Artık O, insanların arasında gezen, ticaretle uğraşan birisi değil; daha çok bir münzevîydi. Yaşadığı dış dünyayı değil, kendisini yönlendiren içindeki dünyayı tanımak daha çok hoşuna giden birisiydi. Bunu da dedesinin bir alışkanlığından hareketle fark etmişti. Dedesinin özellikle Ramazan ayında insanlardan uzaklaşıp, yalnızlığı tercih ettiğine birçok kez şahit olmuştu. Otuzlu yaşların sonuna doğru kendisi de böyle yapmaya başladı; evine kapan-maktansa, evine birkaç kilometre uzaklıktaki Hıra dağının sarp yamacındaki küçük mağaraya gidip, yiyeceği bitene kadar orada kalmayı tercih eder oldu. Bu konuda yalnız da değildi; bazen, eşi Hatice de kendisine eşlik ediyordu. Yalnız veya eşiyle birlikte günlerce mağarada kalıyor ve bu süre içerisinde içindeki fırtınalar biraz olsun diniyor, biraz olsun rahatlıyordu.
Esasında, belirli zamanlarda belirli bir süre için toplumdan uzaklaşıp, inzivaya çekilmek, Mekke toplumunun yabancısı olmadığı bir uygulamaydı. Sadece Ab-dülmuttalib’in veya torununun yaptığı bir şey değildi. Bazı zamanlar, özellikle de Ramazan ayında inzivaya çekilmek, Mekke toplumunda birçok kişinin tercih ettiği geleneksel bir uygulamaydı. Daha çok yaşı kemale ermiş kimseler, insanların yolu üzerinde yer almayan vadilerde, dağlardaki mağaralarda inzivaya çekilir, bu süre içerisinde ‘tahannüs’ ederlerdi. ‘Arınma’, ‘iyileşme’ anlamlarına gelen ‘tahan-nüs’, düşünce ve ibadet ağırlıklı bir durumu ifade ediyordu. Bu nedenle Muham-med’in inzivayı tercihi hemşehrileri için orijinal bir durum olarak anlam kazanmıyordu. O’nun bu konudaki tek farklılığı, her yıl ‘tahannüs’ süresini biraz daha artırmasından ibaretti.
Muhammed’in, Hıra dağındaki mağarada neler düşündüğünü ve nasıl ‘takan-nüs’ ettiğini açıklayan açık ve kesin bilgilere sahip değiliz. Fakat o zamana kadar sahip olduğu ve mahiyetinden az-çok haberdar olduğumuz inancından veya top-, lum içerisinde yaygın şekilde bilinen hayat tarzından ve kişiliğinden hareketle, bilhassa Hamiler gibi Hz. İbrahim’den kalan bazı inanç ve davranışlara göre Allah’a ibadet ettiğini söylemek mümkündür. Tahannüs yaparken tercih ettiği ib’adet biçiminin ise namazın esaslarından olan ‘kıyam’, ‘rükû’ ve ‘secde’ gibi hareketlerden oluştuğunu tahmin etmek zor değil. Bunlar, Mekkelilerin bildiği ve yapa-geldikleri şeylerdi; geleneklerinde yer alan İbrahimî unsurlardı. Geçmişte farklı olaylar nedeniyle açığa çıkan bazı söz ve davranışlarından hareketle biliyoruz ki, Muhammed, mevcut inançların ve bu inançlara bağlı şekillenen hayat tarzlarının yanlışlarını biliyordu; ama aynen Haniflerde olduğu gibi ‘doğru’yu bilmiyordu. ‘Yanlış’ı biliyor veya fark ediyor olmasına karşılık, ‘doğru’yu bilememenin sıkıntısını yaşıyordu. Sevgili dostu Zeyd b. Amr’dan ve diğerlerinden hareketle aramakla bulunamayacağını öğrendiği ‘doğru’ları, düşünerek bulmaya çalışıyordu. Bunu ise bir ibadet şuuru içerisinde gerçekleştirdiği inzivaları eşliğinde yapıyordu.
Artık kırk yaşındaydı. Son iki yıldır şiddeti gittikçe artan bir düşünce fırtınasına yakalanmış durumdaydı. Bu süre içerisinde iç dünyasını rahatsız eden soruların sayısı büyük bir hızla arttı. Artık cevapsız sorular yığınının altında eziliyordu. Üstelik bunlar yetmiyormuş gibi son altı aydır daha önce hiç yaşamadığı bazı garipliklerin kendisini kuşattığım fark etmeye başladı. Gerçekleşen bazı garipliklerle problemi daha da büyüdü, ama bütün bunlara rağmen gidişatını değiştirmedi. Hâlâ yalnızlığı tercih ediyor, düşünüyor, soruyor, sorguluyor, sorularına cevap bulmaya çalışıyordu. Kim veya ne olduğunu bilmiyordu, ama adeta görünmeyen bir elin kontrolüne girdiğini hissediyordu.
Bazı gariplikler olmasa belki işi biraz olsun kolaylaşacaktı. Fakat ne var ki yaşadığı ve anlamlandırmakta çaresiz kaldığı gariplikler her yeni günle birlikte daha güçlü bir şekilde kendisini rahatsız etmeye başlamış; sıkıntılarına, akıl sağlığına ilişkin korkuları da ilave olmuştu. Artık, zihnini kurcalayan sorulardan bazıları tamamen kendi akıl sağlığıyla ve durumuyla ilgili olmaya başlamıştı. Sürekli denecek sıklıkta durumunu sorgular hale gelmişti: Yoksa aklını mı kaybediyordu? Belki de kâhin oluyordu?!
Elbette ki peygamberlik öncesi son iki yılda ve özellikle son altı ayda yaşadıklarının neler olduğunu, eğer kendisi anlatmasa bilme imkânına sahip olmamız mümkün değil. Onlar, tamamıyla bireysel ve kimsenin şahit olmadığı şeylerdi. Ama, son derece akıllı ve her şeyi bilme arzusu taşıyan eşi Aişe, bir gün kendisinden peygamber olarak görevlendirmeden önceki durumunu sormuş ve O da ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı. Özellikle de son altı ay üzerinde durmuştu.[61] Söylediğine göre, altı ay devam ederek vahyin gelmesiyle sonuçlanan dönemde birçok ilginç ve garip durumla karşılaşmıştı. Sıklıkla, göremediği birisi tarafından kendisine ‘Ey Muhammed’ diye seslenildiğini veya kendisine selâm verildiğini işitmişti. Sesin geldiği tarafa yöneldiğinde çevresindeki taşlardan veya ağaçlardan başka bir şey görememişti. Halbuki duyduklarının gerçek olduğundan emindi. Bir algı yanılmasına sahip olmadığım kesinlikle biliyordu. Eğer şahit olduğu gariplikler sadece bu işittiklerinden ibaret olsaydı, onları algı yanılması olarak nitelemek mümkün olabilecekti. Fakat diğer bazı gariplikler var ki, onlar, duyduklarının bir algı yanılması olmadığını en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilgiye dönüştürüyordu. Garip rüyalar görüyordu. Gariplik, rüyaların kendisinde değil, takip eden günlerde yaşayacaklarını rüyasında daha önce aynen görmesinden kaynaklanıyordu. Herhangi bir olayı önce rüyasında görüyor, sonra da onu gerçek hayatında en ufak değişikliğe uğramaksızm aynen yaşıyordu.
İşte bu rüyalar algı yanılması olamazdı. Bu algı yanılması değilse, diğerleri de değildi. Bu nedenle durumuna ilişkin korkulan iyice arttı. Zihnini yoğun bir şekilde bu yaşadıkları meşgul etmeye başladı. Durumunu ve korkusunu kendisini en iyi anlayacak kişi olan eşine şöyle açıkladı: “Garip şekilde bazen bir ışık görüyorum, bazen bir ses duyuyorum. Bunlar beni korkutuyor; cinlerin etkisine maruz kalmaktan, cinnet geçiriyor olmaktan korkuyorum. [62]
Hatice, kocasının anlattıklarının yalan veya hayal ürünü şeyler olmadığından emindi. On beş yıldır eşi olması nedeniyle herkesten daha iyi tanıdığı eşinin yalan söylemek gibi bir ahlâksızlığı hiçbir şekilde tercih etmeyeceğini, eşinin hayalperest birisi olmadığını biliyordu. Üstelik niçin böylesi bir şey uydurma ihtiyacı hissetsin ki! Böyle bir şeyde amacı ne olabilirdi ki! Her geçen gün eşinin daha da eridiğini, hayattan koptuğunu, perişan bir hâle geldiğini görüp duruyordu. Hatice, kocasının söylediklerini anlamaya çalıştı, ama o da tutarlı bir değerlendirme yapamadı. Yalnız, kocasının aksine, şundan emindi ki bütün bunlar kocasının korkuyla dile getirdiği gibi bir akıl probleminin veya kâhin olmanın işaretleri değildi. Büyük erdemlerle donanmış muhteşem bir şahsiyet olan eşinin, tanıdığı insanların en akıllısı olan sevgili kocasının, cinlerin etkisine girmeyeceğinden, aklına bir zarar gelmeyeceğinden emindi. Fakat buna rağmen, gerçekleştiğinden emin olduğu garipliklere de bir manâ verebilmiş değildi. Bilmekteydi ki, bütün bunlar normal şeyler değildi. Kocasının durumu anlamak için, aile dostları ve Muhammed’in en yakın arkadaşı Ebû Bekir’e ve bilgisine güvendiği akrabası Varaka b. Nevfel’e gitti. Kocasının söylediklerini anlatıp, ne düşündüklerini sordu. Ne Ebû Bekir ve ne de Varaka, çocukluğundan beri çok yakından tanıdıkları sevgili dostlarının yaşadığı gariplikleri açıklayabilecek bir görüş ifade edemediler. Varaka, Kabe’yi tavaf ederken karşılaştığı Muhammed ile konuşarak, O’nu yatıştırmaya çalıştı; sakin olmasını, korkacak bir şey olmadığım söyledi.
Ne var ki, Muhammed’in yaşadığı garipliklerin bir türlü sonu gelmedi. Hatta artarak devam etti. Muhammed’in korku ve şaşkınlığı da yaşadıklarına bağlı olarak arttı. Yapabileceği hiçbir şey yoklu. Bir ara Varaka ile tekrar karşılaştı, korku ve sıkıntılarını ona tekrar açtı. Varaka, bu sefer daha önceki görüşmelerinde yaptığından farklı olarak, bir şeyler sordu. Bu sefer, daha önce hiç bahsetmediği bir kanaatini dile getirdi. Varaka, bütün bu garipliklerin, kendisinde anormal herhangi bir durum gözlenmemiş bir şahısta gerçekleşiyor olmasına şaşırdığını belirterek, böylesi garip durumların, daha önce gelmiş peygamberlerde görülmüş şeylere benzediğini söyledi. Varaka’nın sözleri Muhammed için hiçbir anlam ifade etmedi. O’nun o sıralar kendisi için düşündüğü şeyler çok daha başkaydı. Eşi ve dostları aksini iddia etseler bile, Arap toplumundaki yaygın bir inançtan hareketle, cinlerin etkisine girdiğini ve bir kâhin olmaya başladığını düşünüyordu.
Yaşadığı gariplikler nedeniyle kâhin olmaya başladığını düşünmesi Muhammed’i daha da tedirgin etti. Halbuki O’nun yerine bir başkası olsa, böylesi bir ihtimalden dolayı çok sevinirdi. Çünkü kâhinler, insanların korkuyla karışık büyük saygı duydukları, sözleri herkes tarafından dinlenen ve yaptıkları iş nedeniyle iyi bir gelire sahip olan kimselerdi. Araplar arasında kâhinlik, aşağılanan veya sevilmeyen bir durumu değil, son derece itibarlı bir statüyü temsil ediyordu. Fakat bütün bunlara rağmen, Muhammed yaşadıklarından ve şahit olduklarından hareketle kâhin olmaktan korkuyordu. Kâhin olmayı istemiyor, böylesi bir şeyi şiddetle reddediyordu. Çünkü kâhinlikle putperestliğin arasında sıkı bir ilişki vardı. Kâhinler işlerini yürütürken, bir putu kendilerine dayanak olarak kullanırlardı. Yaygın inanışa göre, putun içerisinde bir cin bulunuyor ve bu cin o puta hizmet eden kâhinin bilgi kaynağını teşkil ediyordu. Muhammed’in kâhin olmakla ilgili korkusunun nedeni de bu idi. O, putperestliğin ve onun gereklerinden olan kâhinliğin, falcılığın yanlış şeyler olduğuna İnanan birisiydi. Muhammed, toplumda saygın bir yeri olsa dahi, kendi inanç ve düşünceleri açısından kabul edemediği, hatta karşı çıktığı işleri yapan bir statünün mensubu olmak istemiyor; kendi iradesi dışında böyle bir statüye mensup olmaktan fazlasıyla korkuyordu. Derdini kendisini en iyi anlayacak eşine açtı ve şunları söylemekten kendisini alamadı: ‘Ben bir kâhin olacağım diye korkuyorum. Vallahi şu putlardan ve kâhinlerden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmiyorum. [63]
Günler böylesine geçip giderken, bir gün gördüğü bir rüya korkularını daha da artırdı. Rüyayı yanma eşi Hatice’yi de alarak [64] Hıra mağarasında inzivaya çekildiği bir sırada gördü. Rüyasında daha önce hiç görmediği bir varlık yanma geldi ve ‘Ihra’ sözcüğüyle başlayan bir şeyler söyledi. Görünüşte yaşadığı şey sadece bir rüya idi, ama o bu rüyadan çok etkilendi. Çünkü, rüyasında gördüğü ve duyduğu şeyleri uyandığı zaman sanki gerçekten yaşamış gibi hissetti. Özellikle de o varlığın sözlerinin, olanca netliğiyle hafızasına kaydolduğunu fark etti. Sözlerin tamamı ezberindeydi. Eşini uyandırarak rüyasını anlattı: ‘Uyandığımda o sözleri sanki kalbime yazılmış gibi hatırımda olduğunu fark ettim [65] dedi. Fakat bu rüya da diğerleri gibi gelip geçti; üzerinde fazla durmadı. Aylardır yaşadığı garipliklerin içerisinde bu durumun çok da önemli olmadığını düşündü. Ancak, bir süre sonra yaşadığı bir durum, o ana kadar tüm yaşadıklarının ve şahit olduklarının ötesinde bir şey oldu. Neye uğradığını şaşırdı, adeta aklı durdu, düşüncesi dondu.
Yine Hıra mağarasında inzivaya çekildiği bir zamandı. Ramazan ayının son günlerinden birisiydi. Yalnızdı. Mağaranın loş ortamında derin düşüncelerin girdabına kapılmış, zihnini her zaman kurcalayan bazı soruların cevabını düşünüyordu. Bir ara mağarada yalnız olmadığını hissetti. Kafasını kaldırdı ve karşısında daha önce karşılaştığı birisinin durduğunu gördü. Şaşırdı, çünkü o, bir süre önce rüyasında gördüğü ve kendisine bazı sözler söyleyen varlıktı. Korktu, ne diyeceğini, ne soracağını bilemez bir halde kalakaldı. O varlık kendisine yaklaştı ve ‘Ikra’ dedi.[66] Muhammed korku ve şaşkınlıkla ‘Ben ikra bilmem’ dedi. Bunun üzerine o varlık kendisini tuttu ve güçlü bir şekilde sıktı. Nefesi kesildi; maruz kaldığı şiddetten öleceğini hissetti. Varlık sıkmaktan vazgeçip tekrar ‘Ikra’ dedi. Tekrar aynı cevabı verdi: ‘Ben ıkra bilmem’. Bunun üzerine o varlık bir kez daha öncekine göre daha da şiddetli bir şekilde sıkıp bıraktıktan sonra isteğini tekrarladı. Ama cevap yine değişmedi. Bu sefer o varlık, bir süre önce rüyasında işittiği sözleri aynen söylemeye başladı: ‘Yaratan Rabb’inin adıyla ikra. O, inşanı bir kan pıhtısından yarattı. Ikra, Rahb’in nihayetsiz Kerem sahibidir; O, kalem ile öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti’. Sonra, o varlık kaybolup gitti.
O anda durumunu açıklayacak bir tek kelime vardı; korku. Korkudan donmuş bir haldeydi, bacakları titriyor, ayakları kendisini taşımakta zorlanıyordu. Acaba yaşadıkları, daha öncekiler gibi sadece bir rüya mıydı? Kendisine öncelikle bunu sordu; ama cevap açıktı, bu bir rüya değildi. Şiddetle sıkılmasının neden olduğu ağrıyı hâlâ vücudunda hissediyordu. Anlaşılan o ki, o varlık bu durumun bir rüya olmadığını hissettirmek için kendisini sıkmış ve böylelikle daha önce rüyada karşılaşmalarının bu sefer hayatta gerçeğe dönüştüğünü anlatmak istemişti. Zaten son altı aydır yaşadıkları da bundan farklı mıydı ki?! Birçok şeyi Önce rüyasını görmekte, sonraki günlerde rüyada gördüğünü yaşamakta idi. Peki o kimdi? Hakkından hiçbir bilgisi yoktu. Cevabını veremediği yeni soruların ve tüm benliğini saran korkunun eşliğinde, kendisini mağaradan dışarı attı; adeta yuvarlanırcasma dağdan aşağı inerek evine gitti.
Muhammed’in mağarada yaşadığı son durum, peygamber olarak seçildiğini bildiren ilk ayetlerin vahyolunuşundan başka bir şey değildi. Bu aşamada özellikle iki konunun üzerinde durmak gerekmektedir. Bunlardan birisi ve en önemlisi; kendisinden istenen ve fiziksel bir şiddet eşliğinde üç kez tekrarlanan şeyle ilgilidir: Niçin ısrarla ‘ıkra’ etmesi istenmişti? Diğeri ise, son altı aydır yaşadığı garipliklerle ilgilidir.
Kendisinden istenen ‘ıkra’nm ve bu konuda ısrar edilmesinin sebebini anlamak için, Muhammed’in o ana kadar ki tüm hayatı boyunca mensubu olduğu ve son iki yıldır güçlü şekilde kendisini açığa vuran bir özelliğini dikkate almak gerekmektedir. Muhammed ilk vahyi aldığı zaman, yıllardır ‘arayan’ ama aradığını bulamamış birisiydi. İlahî bir sevk ile yıllardır sormuş, sorgulamış, ama bütün çaba ve gayretlerine rağmen tatmin olacağı cevaplara ulaşamamıştı. O, Hıra mağarasında ilk vahyi aldığı zaman bilmiyordu ama, sadece kendisinin aradıkları değil, tüm insanlığın aradığı şeyler kendisine vahiyle bildirilecekti. İnsanî çaba ve gayretle elde edilemeyecek bilgiler kendisine takdim edilecekti. Bu aşamada, ilk vahye muhatap olduğu zaman, aradıkları konusunda hiçbir şekilde mesafe kay-dedemediğini, insanlara okuyacağı, bildireceği bir şeyleri olmadığını, bizzat kendisine hissettirmek ve hatırlatmak gerekiyordu. Bir diğer ifadeyle, ilâhî bilginin Muhammed’in şahsında beşerî bir temelinin bulunmadığını açıkça göstermek gerekiyordu. Muhammed, en ufak şüphesi olmadan bilmeliydi ki, kendi çabalarıyla ulaştığı ve bulduğu, insanlara okuyacağı herhangi bir şeyi yoktu. Yıllardır gerçekleşen arama ve düşünmelerine rağmen ilan etmeyi gerektirecek herhangi bir doğruya sahip değildi. İşte bunu bizzat kendisine ikna olacağı şekilde kabul ettirmek, olur ki ileri de ‘acaba’ diye başlayan bir kuşkuya kapılmamasını temin etmek gerekiyordu. Bu nedenle, sahip olduğu ve insanlara okuyacağı/bildireceği şeyler varsa onları söylemesi ısrarla ve hatta fiziksel bir şiddet aracılığıyla istendi. Elbette ki cevabı ‘yok’ idi. Ama buna rağmen yine de ısrarla soruldu. Böylelikle ‘Sana vahyolunanları sen çabalarınla elde etmedin. Sen sadece seçildin’ mesajı verilmiş oldu. Bu mesajın arkasından da, O yine farkında değildi ama, ‘okuma bilmeyen’ birisi olarak girdiği mağaradan ‘okuma bilen’ birisi olarak çıktı. O ummadığı, beklemediği bir zamanda, Allah tarafından bütün insanlara hitap eden bir davanın rehberi olarak tayin edildi ve Kureyş kabilesinden Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunu ve iffetiyle tanınmış Hatice’nin kocası Muhammed olarak girdiği mağaradan; Allah’ın, o zamanın ve sonraki zamanların bütün insanları için seçip gönderdiği önder bir şahsiyet olarak çıktı. Artık O, Allah’ın insanlar arasındaki elçisiydi, yani Resulüllah idi. Bunu sağlayan ise kendisine vahyolunan ayetlerdi.
İlk vahiy öncesinde altı ay süreyle devam eden garipliklere gelince; vahyin birden değil de, böylesi garip bir süreci takiben başlamasının bir maksadı vardı. Bu maksadı bilmek ise hiç zor değildir. Bazı garipliklerin Muhammed’e yaşatılması, tamamıyla insanla, insan oluşun gerektirdiği özelliklerle ilgilidir. Çünkü, risâlet görevinin temelini oluşturan vahiy hadisesi beşerî yapının özelliklerinin dışında bir durumdur, ilâhî bilginin insanlar arasından seçilmiş bir şahsa intikali olan ve bir boyutuyla ilâhî diğer boyutuyla beşerî nitelikteki bu bilgi intikali için bir ön hazırlığa gerek vardır. Zira daha önce hiç bilmediği bir durumla karşılaşması insan için dayanılmaz zorluklara neden olur. Madem ki vahiy hadisesi bir boyutuyla beşerîydi, o halde bu olayın muhatabı olan insanın öncelikle psikolojik olarak vahiy hadisesine hazırlanması, bu yönüyle güçlendirilmesi gerekmekteydi. İşte bu nedenle Muhammed özellikle risâlet öncesi hayatının son aylarında yavaş yavaş vahiy olayına hazırlandı. İlahî nitelikli bir olayı kolaylıkla kabul edecek olgunluğa eriştirildi. Bütün bunlar ise yukarıda açıkladığımız ve o şartlar içerisinde Muhammed’e garip, şaşırtıcı gelen olay ve durumlarla sağlandı.
Resulüîlah, ilk vahyi alışını takiben, büyük bir korkuyla evine koştu. Peygamberliğini başlatan ilk vahyi almıştı, ama hâlâ gerçekleşenlerin asıl mahiyetinden habersizdi; gerçekleşmesinden korktuğu şeyin başına geldiğine inanıyordu; kâhin olduğunu düşünüyordu. Mağarada yaşadığı olayı veya önceki garip durumları peygamber oluşunun işaretleri ve delilleri olarak değerlendirmiyordu. Zira peygamberliğin ne olduğunu bilmiyordu. Kendisi o sıralar ‘Kitap nedir, iman nedir bilmeyen [67] birisiydi. Dolayısıyla kendisine Kitab verileceğini, peygamber olarak seçileceğini hiçbir şekilde ummuyor ve düşünmüyordu.[68] Hatta, ilk vahiy gelmeden önceki olaylar sırasında durumunu anlamak için görüşüne müracaat ettiği Varaka’nm sözlerine rağmen, peygamber olduğunu küçük bir ihtimal olarak dahi düşünmemişti.
Kocasının korkusu karşısında, Hatice’nin bütün çabası O’nu yatıştırmaya çalışmaktan ibaret oldu. Yaşadıkları nedeniyle aklı karmakarışık bir durumda olan sevgili kocasına; ‘Hakkında kötü şeyler düşünme, sevin! Yemin ederim ki, Allah seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, sözün doğrusunu söylersin, işini görmekten aciz olanların yardımına koşarsın, yoksullara destek olur, onlara kimsenin yapmadığı iyilikleri yaparsın. Hak yolunda gerçekleşenler karşısında insanlara yardım edersin [69] dedi. Hatice de, kocasının peygamber oluşuna yönelik bir bilgiye veya düşünceye sahip değildi. O, bu sözleriyle, böylesi olumlu özelliklerle donanmış bir şahsiyetin aklını yitirmeyeceğini, kâhin olmayacağını açıklamaya çalışmaktan başka bir amaç taşımıyordu. Buna rağmen, durumu daha net olarak anlamak için, kocasını da yanma alarak, bilgisine güvendikleri Varaka b. Nevfel’e gitti. Zira, olup bitenlerin hiçte normal şeyler olmadığının farkındaydı. Varaka’yla görüşmeleri sırasında ilk defa olmak üzere, daha önce hiç bilmedikleri ve düşünmedikleri bir konu gündeme geldi. Varaka, kendilerini şaşkınlığa sevk eden şeyler söyledi; ‘Muhammed! Bu gördüğün Musa’ya gelen Namus-u Ekber’den başkası değil. Sen peygamber olacaksın. Ah keşke senin davet günlerinde genç olsaydım. Keşke kavminin seni Mekke’den çıkaracakları gün hayatta bulunsaydım. [70]
Varaka, Hıristiyanlığı bilmesi ve Tevrat okuması nedeniyle peygamberlik hakkında bilgilere sahip birisi olarak, Resulüllah’m karşılaştığı durumların peygamberlik işaretleri olduğunu anlamıştı. Daha da önemlisi, mahiyetini bildiği peygamberliği Muhammed’e layık görmekte şüphe etmemişti. ‘Bu durumlar bir peygamberlik işareti taşıyor ama, sen peygamber olmaya layık birisi değilsin’ dememişti. Çünkü, doğduğu günden beri çok yakından tanıdığı, son on beş yıla yakın süredir yeğeninin kocası olması nedeniyle daha da yakından tanıma imkânına sahip olduğu Muhammed’in peygamberliğin gerektirdiği ahlâk temizliğine, akıl sağlığına, üstün zekaya sahip olduğunu biliyordu.
Zaten, Allah elçiliği nereye vereceğini bilir [71] ayetinin de açıkladığı üzere, risâletin (elçiliğin, peygamberliğin) konulabileceği belli bir yeri vardır. Her kim risâletin verilmesine uygun özelliklere sahip ise, işte ancak o kimse peygamber olabilir. Peygamberliğin bir kimseye verilebilmesi için gerekli olan en temel özellikler; O kimsenin, aldatma, zulüm, ahlâksızlık, kötülük gibi özelliklere sahip olmaması, İslâm üzere yaratılmış olan fıtratının şirk ve küfür gibi şeylerle bozulmamış olmasıdır. Zira, Allah’ın elçisi olmak gibi yüce, ilâhî bir görevi üstlenmek basit bir durum değildir. Böylesi yüce bir göreve aday şahsiyetin sıradan birisi olmayacağı açık ve kesindir. O’nun mükemmel bir kişiliğe, üstün bir zekâya, derin anlayış gücüne, engin düşünce kabiliyetine, bozulmamış fıtrî özelliklere ve yüksek ahlâkî erdemlere sahip olması, üstleneceği görev gereği zorunludur, Peygamber olacak kişi böylesi olumlu özelliklere sahip olmalıdır ki, Peygamber olmak gibi yüce bir sıfatı üstlenip gereklerini yerine getirirken zorlanmasın; güzel, olumlu, iyi şeyleri doğal yapısının bir gereği olarak zorlanmadan yerine getirebilsin. Bütün bu özellikler ise Peygamber olmadan önceki haliyle, yani sadece Abdullah’ın oğlu Muhammed olduğu zamanda dahi, Resulüllah’ın sahip olduğu ve çevresindeki insanların her zaman görüp bildikleri özelliklerdi. O’nun şahsiyetini yücelten, ahlâkını güzelleştiren özelliklerin bazıları, elbette ki çevresindeki bazı insanlarda da mevcuttu. Ancak O, bir insanı yücelten meziyet ve faziletlerin diğer insanlar gibi sadece bir kısmına değil, hepsine sahip olan birisiydi, insanlar arasında müstesna bir şahsiyetti, işte bu nedenle, Varaka hiç tereddüt etmeden “Sen peygamber oluyorsun’ demiş ve konuyla ilgili özel bir bilgi de vermişti: Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım. Keşke kavminin seni Mekke’den çıkaracaktan gün hayatta bulunsaydım’. Varaka’nın bu son sözleri karşısında Muhammed şaşırdı ve sordu: ‘Kavmim beni Mekke’den çıkaracak mı?’ O, risâletten ve gereklerinden, tevhid-küfür mücadelesinin değişmez özelliklerinden haberdar olmadığı için, duyduğu şey karşısında şaşırmıştı; niçin memleketinden sürülsün ki!? Varaka’nın cevabı gayet açıktı: ‘Evet çıkaracaklar. Çünkü senin getirdiğin şeyi getirip de sıkıntı ve işkencelere uğramamış hiç kimse yoktur. [72]
Garip olaylar karşısında, olayları bizzat yaşamadığı için, kocasına göre daha sakin olabilen Hatice, Varaka’nın sözlerine rağmen kocasının hakkında bazı şüphelere sahip olmaktan kurtulamadı. Daha doğrusu, durumdan emin olmak istedi. Yapabileceği bir tek şey vardı; kocasına görünen varlığın cin mi yoksa bir melek mi olduğunu anlamak. Varaka’nın bahsettiği Namus-u Ekber’in özellikleri hakkında bir başkasından da bilgi alma ihtiyacı hissetti. Utbe b. Rabia’nın kölesi Ad-das’a gitti. Hıristiyan olan Addas’ın, Namus-u Ekber hakkında bilgi sahibi olabileceğini düşünüyordu. Addas’a, Namus-u Ekber hakkında bir şey bilip bilmediğini sordu. Hatice’nin bu sorusu, putperest bir toplumda Namusu Ekber’den bahseden birisinin bulunması nedeniyle, Addas’ı şaşırttı. Addas, Namus-u Ekber’in bir melek olduğunu, peygamberlere Allah’ın vahyini getirdiğini, peygamberlerden başka kimseye gelmediğini söyledi.
Kaynaklarda, Hatice’nin Addas’la görüşmesi hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değil. Ancak, Hatice’nin Resulüllah’a gelen varlığın melek mi yoksa cin mi olduğunu anlamak için başvurduğu bir deney, melek ve cin hakkında bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Bu bilgiyi Addas’tan almış olması kuvvetle muhtemeldir. Deneyi şöyleydi: Hatice, kocasından, o varlığı bir daha gördüğünde kendisine haber vermesini istedi. Resulüllah da Melek geldiğinde, onu gördüğünü söyledi. Bunun üzerine Hatice, kocasını kucağına oturttu ve o varlığı görüp, görmediğini sordu. Resulüllah, o varlığı hâlâ gördüğünü söyledi. Hatice hemen elbisesini açtı ve kocasını elbisesinin içine aldı. Sonra aynı soruyu tekrar sordu. Resulüllah o varlığın hâlâ yanlarında durduğunu söyledi. Hatice, bu sefer örtüsünü açıp, soyundu ve aynı şekilde tekrar sordu. Resulüllah bu sefer o varlığın kaybolduğunu söyledi. Hatice emin oldu ki, o varlık bir cin veya şeytan değil, bir melekti. Çünkü, eğer o varlık cin veya şeytan olsaydı kendisinin çıplak durumu karşısında kaybolmazdı. Ancak bir meleğin böylesi mahrem bir durum karşısında kaybolacağını biliyordu.
Mevcut bilgilerden ve iki ayetten hareketle, Resulüllah’ın risâlet öncesi hayatında peygamberlik beklentisi içerisinde bulunmadığını ve peygamberlikle ilgili bilgisinin de olmadığını her türlü şüpheden uzak şekilde biliyoruz. Söz konusu ayetler şöyledir: ‘Sen Kitab’ın sana verileceğini ummazdın..[73] da emrimizden bir ruh vahyettık. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin. [74] Muhammed ve Hatice, Varaka ve Addas’dan aldıkları bilgileri takiben, peygamberlik hakkında az da olsa bir şeyler öğrenmiş oldular. Muhtemeldir ki takip eden günlerde konu hakkında biraz daha bilgi edindiler. Muhammed b. Abdullah, korku ve panikle başlayan bir süreci takiben peygamber olduğunu anlamasıyla, kendisini önemli bir görevin beklediğini öğrenmiş oldu. Mahiyetini çok iyi bilemediği, ancak yüceliği ve büyüklüğü konusunda şüphe etmediği bir davanın mensubu, ondan da öte önderi olduğunu artık biliyordu. Artık O, Varaka’nın söylediklerinden hareketle daha da iyi biliyordu ki, yurdundan çıkarılmasını gerektirecek kadar büyük sıkıntılara neden olacak bir davanın mensubuydu. Fakat ne var ki davanın ayrıntıları konusunda hâlâ bir bilgisi yoktu. Gerçi ilk ayetler bu davanın temelini oluşturan bazı şeyler bildirmiş olsa da, bir davanın bu kadar bilgiye dayanmayacağı açıktı. Sonuç itibarıyla görevinin ne olduğunu genel hatlarıyla bilen Resulüllah, yüce bir davanın lideri olarak davanın özelliklerini ve kendisinin de ne yapması gerektiğini bildirecek ayetleri beklemeye başladı. Mutluydu. Yıllardır aradığı şeyi bulmuş, tüm sorularının cevabına kavuşacağını anlamıştı.
Resulüllah, görevi dahilinde ilâhî bilgilerin vahyolunmasmı beklemeye başladı. Ama bir türlü yeni vahiy gelmedi. Günler geçti; haftalar, aylar geçti, fakat vahiy gelmedi.[75] Yeniden büyük bir şaşkınlığa sürüklendi. Ne olmaktaydı? Yoksa Allah kendisini terk mi etmişti? Peygamberlik görevi iptal mi edilmişti? Cevabını bir türlü veremediği sorularla şaşkın ve perişandı. Bu durum o kadar uzadı ki, ilk vahyin gelişi öncesi ve sonrasındaki olaylar konusunda kocasına oranla son derece rahat olan, kocasını yatıştırmaya çalışan Hatice dahi, bu son durumla korkuya kapılmaktan kendisini alamadı. Kocasının mükemmel bir insan olmasına rağmen, peygamberlik konusunda aceleci olmak gibi bir zaafa sahip olduğunu düşünmeye başladı; ‘Senin bu sabırsızlığım gördüğünden, Rabb’in sana darüdı [76] diyerek düşüncesini ifade etti. Ayrıca, Hıra mağarasında gerçekleşen ve Alâk suresinin ilk ayetlerinin vahyolunmasıyla sonuçlanan durumdan ve bu ilk ayetlerden haberdar olan Mekkelilerin de bir daha ayet vahyolunmamasmı alay konusu edinmeleri, Resulüllah’m sıkıntılarını iyice artırdı.
Bütün bunlar ağır ve yüce bir davayı gönül hoşluğuyla kabullenmiş Resulüllah için katlanılması zor şeylerdi. İlk vahyi dağda almış olması nedeniyle olsa gerek, sık sık dağlara çıktı; şuursuz denebilecek bir halde gezdi ve Rabb’inin hoşnutluğunu kazanamadığı düşüncesiyle bir uçurumdan aşağıya atlayarak intihar etmeyi dahi düşündü. Bu arada eskiden olduğu gibi Hıra mağarasına gitmeyi de ihmal etmedi. İnzivaya çekilerek olup bitenleri anlamaya çalıştı. Garip durumlar hâlâ devam ediyordu. İlk vahiy gelmesinden önce olduğu gibi, görmediği birilerinin kendisine selâm verdiğini duyuyordu. Bu durum, hâlâ sönmemiş olan umutlarını devam ettirmesi için önemli bir nedendi. Fakat böylesi durumlarla çoktan beri sıklıkla karsılasıvor olmanın verdiği alışkanlıkla olacak, fazla etkilenmiyordu. Ancak bir seferinde Hıra’dan evine dönerken Meleği tekrar gördü. Başını ne tarafa çevirse Melek o taraftaydı. Bütün gökyüzünü kaplamış durumdaydı. Melek kendisine ‘Sen Allah’ın Resulüsün’ diye hitap etti. Yine korktu, dizlerinin üstüne çöktü, donup kaldı. Korkudan vücudunu titreme aldı. Kendi anlatımıyla olay şöyle gerçekleşti:[77]
Hıra’ya inziva için gitmiştim. İnzivamı sona erdirip evime gitmek için mağaradan çıktım. Vadinin içinde bulunduğum sırada bana seslenildiğini duydum. Hemen önüme, arkama, sağıma soluma baktım, fakat hiçbir kimse göremedim. Sonra yine seslenildiğini duydum, baktım ama bu sefer de kimseyi göremedim. Sonra yine seslenildi. Bu defa başımı yukarı kaldırdım. Bir de baktım ki melek havada duruyor. Çok korktum, hatta yere yuvarlandım. Hemen evime koştum. Hatice’ye ‘Beni örtüp bürüyün’ dedim. Beni örtüp, bürüdüler. Sonra üzerime su döktüler. Bunun üzerine yüce Allah ‘Ey bürünen! Kalk ve uyar. Rabb’ini yücelt, elbiseni temiz tut’ ayetlerini indirdi.[78]
Resulüllah’ın, dağda Meleği gördüğü gün, Hatice’de eve gelişi oldukça geciken kocasını aramaları için birkaç kişiyi Hıra’ya göndermişti. Adamlar Resulüllah’ı ararlarken, O, korku içinde evine geldi. Olup biteni eşine anlattı. Hatice duydukları karşısında bir şeyden iyice emin oldu ve bunu da korku ve tereddütler içerisindeki kocasına açıkladı: “Sana müjdeler olsun. Allah sana hayırdan başkasını vermez. Sebat et. Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sen bir peygambersin.
[79] Böylelikle terkedilmiş olma korkusu sona erdi ve yüce davanın ilk adımı atılmış oldu.
[59] Kasas sûresi, 28:86
[60] Şura sûresi, 42:52
[61] Buharı, Bed’ül-vahy 7; Müslim, İman 252-254; Ahmed, Müsned VI/153,232
[62] Ahmed, Müsned 1/312; Buharı, Bed’ül-vahy 23; Tirmizî, Menâkıb 13; tbn İshak, Siyer, 177, 178.
[63] İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/195; tbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, U/351; İbn İshak, Siyer, 177,178.
[64] İbn ishak, Siyer, 176; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/206; ibn Hişam, es-Siretü’n- Nebeviyye, 1/252.
[65] ibn ishak, Siyer 177; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/297; ibn Kesir, el-Bidaye ve’n- Nihâye, III/7, 18
[66] Ikra’nin yaygın anlamı ‘okumak’Ur. Ancak bu, terimin ifade ettiği yaygın anlam olmasına karşılık, tek anlam değildir. ‘Ikra’ ‘iletmek’, ‘ ilan etmek’, ‘duyurmak’, ‘açıklamak’, ‘taşımak’ anlamlarını da kapsamaktadır. Örneğin bir kişiden, bir başkasına selâmını götürmesini isteyen kişi ‘Iqra selâmî alâ fulân’ (Filan kişiye selâmımı oku/ilet/bildir) der. Esasen bu Türkçe’de de mevcut olan bir anlamdır. Türkiye’de, kırsal kesimde, geleneksel bir uygulama olarak, akraba ve tanıdıkları nişan veya düğün törenine davet etmek için görevlendirilen kişiye ‘okuyucu1, yapılacak davete de ‘okuyucu çıkarmak’ denilir.
[67] Şura, 42:52
[68] Kasas, 28:86
[69] Buharı, Bedu’l Vahy 3; Ahmed, Müsned, Vl/233; îbn İshak, Siyer 178; Zehebî, Tarihü’l islâm, 11/63; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/205.
[70] Buharı, Bed’ü’l-Vahy, 21, Tefsir, Ala- Ta’bir 1; Müslim, îman 252; Tirmizî, Menâkıb 13.
[71] Eriâm, 6:124
[72] Buharı, Bed’ü’l-Vahy, 21, Tefsir, Alâk Ta’bir 1; Müslim, îman 252; Tirmisî, Menâkıb 13.
[73] Kasas, 28:86
[74] Şura, 42:52
[75] Kaynaklarda ittifakla anlatıldığı ve bizim de bunlardan hareketle yukarıda açıkladığımız üzere, Resulüllah için oldukça sarsıcı ve korkutucu olan ilk vahyi takiben ‘belirli bir müddet’ vahiy kesildi. ‘Fetret’ olarak isimlendirilen bu dönemin ne kadar devam ettiği konusunda kaynaklar arasında önemli farklılıklar mevcuttur. Bazı rivayetlerde fetret döneminin süresi ‘bir müddet’ ifadesiyle açıklanırken, diğer bazı rivayetlerde ‘uzun bir süre ifadesi yer almaktadır. Ayrıca, bu sürenin iki veya iki buçuk yıl devam ettiği de söylenmiştir. Bunların yanı sıra Şabfden naklolunan bir rivayette bu sürenin üç yıl olduğu ifade edilmektedir. Konu hakkındaki rivayetler arasındaki farklılığı giderecek ve doğruluğu daha muhtemel olan sonuca ulaşma gayreti taşıyan araştırmalar yapılmıştır, Mevdudî’nin ki bunlardan birisidir ve en çok kabul edilen görüşü yansıtmaktadır. O, Şabî’nİn, güvenilir ravî ve hadisçi olduğu ve onun bu rivayeti Ahmed b. Hanbel gibi bir imamın naklettiğini belirterek, Şabî’den nakledilen fetret döneminin üç yıl devam ettiği rivayetini diğerlerine oranla daha güvenilir bulur. Bu bizim de doğru olduğuna inandığımız bir görüştür. Bu konuda diğer bazı deliller de mevcuttur.
Şöyle ki; yaygın kanaate göre Resulüllah’ın risâlet görevi 40 yaşında başlamış ve toplam 23 yıl sürmüştür. Bu sürenin 13 yılı Mekke’de, 10 yılı da Medine’de geçmiştir. 40 yaşında, Hıra mağarasında Alâk sûresinin ilk ayetlerinin vahyolunuşunu esas alarak yapılan bu tespitlerin doğruluğundan kuşkulanmayı gerektirecek bir şey yoktur. Buna göre fetret dönemi üç yıl sürdüyse Mekke döneminin esasen on yıl olması gerektiği anlaşılır. Bunun ise tarihi bir delile sahip olduğunu tespitte zorlanmıyoruz. Buharı (Kitabu’l Menâkıb, 23) ve Müslim’in (Kitabu’l Fedai/, 113) Enes b. Malik’ten naklettikleri bir rivayetin konumuzu ilgilendiren bir kısmı şöyledir: ‘Allah Resulü 10 yıl Mekke’de 10 yıl Medine’de kaldı.’ Ayrıca, İslâm ulemasından birçok kimse, risâletin başlangıcı olarak Hıra mağarasında Alâk sûresinin ilk ayetlerinin vahyolunuşunu değil, fetret dönemini takiben Müddesir sûresinin ilk ayetlerinin vahyolunuşunu esas almışlardır. Bu konuda Buharı (Kitabu’l Tefsir, 74) ve Müslim’in (Kitabu’l îman, 73) Yahya b. Ebû Kesir’den rivayetleri şöyledir: ‘Ebü Seleme’ye Kur’an’ın vahyolunan ilk ayetinin hangisi olduğunu sordum, ‘Ey elbisesine bürünen’ ayetidir’ dedi. Ben de ‘Rabbinin adıyla oku’ ayetinin ilk vahyolunan ayet olduğu söyleniyor’ dedim. Ebû Seleme, ‘Senin bana sorduğunun aynısını Cabir’e sordum. O ise şöyle dedi: ‘Ben size ancak Resulüllah’ın bize haber verdiğini haber veriyorum.’
[76] İbn ishak, Siyer, 193; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/296.
[77] Müslim, iman 73; Buharî, Kitabu’l Tefsir-Müddesir 74; ibn Hişam, es-Sİretü’n-Nebeviy-ye, 1/252, 253; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/207.
[78] Risâletin Mekke dönemiyle ilgili olarak çoğu zaman göz ardı edilen ve birçok kimsenin pek farkına varmadığı önemli bir problem vardır. Kaynaklarda, Mekke dönemindeki olayların tarihleri arasında çoğu zaman üç yıla varan bir farklılık ve karışıklık bulunmaktadır. Bunun nedeni ‘fetret’ dönemini hesaba katılıp-katılmamasidır. Ağırlıklı görüşe göre fetret dönemi üç yıl sürmüştür ve doğal olarak fetret dönemini hesaba katanlarla katmayanların veya fetret dönemini daha kısa süre kabu! edenlerle üç yıl kabul edenlerin verdikleri tarihler arasında üç yıllık bir farklılık açığa çıkmaktadır. Bu ise olayların sıralamasında ve o olayın risâletin hangi aşamasında gerçekleştiğine ilişkin ciddi karışıklıklara yol açmaktadır. Hatta bazen, hiç ihtilaf yok görünen olayların tarihinde bile önemli karışıklıklar açığa çıkmaktadır. Bunu somut bir örnekten hareketle açıklarsak konu daha iyi anlaşılacaktır. Örnek olarak klasik kaynakların tamamının ittifak ettikleri bir tarihi dikkate alabiliriz. Bu, kitlesel davete geçişin tarihidir. Kaynakların tamamı da kitlesel davete geçişin tarihini risâletin 3. yılı olarak bildirmektedirler. Görünüşte bu konuda hiçbir karışıklık yoktur. Ancak esasen bu tarihin arka planında önemli bir karışıklık vardır. Şöyle ki, risâletin başlangıcının hangi tarih kabul edildiğinin bilinmesi bir zorunluluktur. Risâletin başlangıcı olarak Hıra mağarasında Alâk sûresinin ilk ayetlerinin vahyolunuşun kabul edilmesiyle, Müddesir sûresinin ilk ayetlerini kabul etmek söz konusu 3. yıl bilgisinde tam üç yıllık bir sapmaya neden olmaktadır. Zira arada 3 yıllık fetret dönemi vardır. Eğer risâlet sürecinin başlangıcı olarak Hıra mağarasında Alâk sûresinin ilk ayetlerinin vahyolunuşu kabul edilirse, kitlesel davete geçiş öncesinde hiçbir şekilde davet dönemi yaşanmadığını, Resulüllah’ın kitlesel davete Müddesir sûresini vahyoluşuyla başladığını anlamak gerekecektir. Buna göre risâletin Mekke dönemi 13 yıl olmaktadır. Yok eğer risâlet sürecinin başlangıcı olarak Müddesir sûresinin ilk ayetlerinin vahyoluşu kabul edilirse, buna göre esasen kitlesel davete Alâk sûresinin ilk ayetlerinin vahyolunuşundan 6 yıl sonra geçildiği anlaşılmak zorundadır. Dolayısıyla fetret’ dönemi, risâlet görevine hazırlık aşaması olarak ele alındığı zaman risâletin Mekke dönemim 10 yıl olarak değerlendirme zorunluluğu vardır. Bu da yukarıdaki dipnotta ele aldığımız ve fetret döneminin süresi bağlamında zikrettiğimiz Buharı ile Müslim’in Enes b. Malik’in tespitiyle örtüşmektedir. Biz araştırmamızda, çoğu zaman söz konusu üç yıllık karışıklığı dikkate almayan bütün rivayetleri bir yana bırakarak, mevcut bilgiler dahilinde yeni bir tarihiendinne yapacağız. Bizim Mekke dönemiyle ilgili tarihlendirmemiz, Müddesir sûresinin İlk ayetlerinin vahyolunmasmı risâletin başlangıç tarihi kabul eden anlayışa göre şekillenecektir. Buna göre, Resulüllah bir peygamber olarak seçildiğini 40 yaşında iken öğrenmiş ve ilâhi görevine 43 yaşındayken başlamış olmaktadır.
[79] ibn İshak, Siyer, 178; Zehebî, Tarihü’l islâm, 11/72, 73; ibn Hişam, es -Si retü’n -Nebeviy-ye, 1/254; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/207.
Son düzenleme: