İMAN KARDEŞLİĞİ
Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten akkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. Allah onlara rahmet edecektir.[45]
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. [46]
Güvenlik, insan için her zaman önemli bir konu olmuştur. Çünkü, insanın doğası güvenlik arar; insan canının, malının ve değerli bulduğu şeylerin güvende olmasını ister. İnsan, en az diğer doğal ihtiyaçları kadar, hatta çoğu zaman onlardan da çok güvenliğe ihtiyaç hisseder. Kendisini güvende hissetmezse ve bu güvensizlik durumu uzun bir süre devam ederse, yaşama düzeni bozulur, kişiliği problemli hale gelir. Güvenlik duygusu, insanın özüne ait bir şey olduğundandır ki, insanlar arası ilişkilerde de güvenlik duygusunun etkisi kendisini her zaman güçlü şekilde hissettirir, insanın özü, güvenliğin olduğu tarafa meyleder; güvenlik her zaman önemli bir çekim merkezidir.
İnsan için en önemli güvenlik unsurlarından ikisini canı ve malıyla ilgili olanlar oluşturmaktadır. Can ve mal güvenliği her çağdaki ve her toplumdaki bütün insanlar için önemli olmakla birlikte, Cahiliye devri Arapları için çok daha önemliydi. Arap yarımadasının özel durumu, Arapların güvenlik ihtiyacını en üst düzeye çıkarmıştı. îklim şartları ve coğrafî özellikleri nedeniyle ziraat ve hayvancılık gibi zamanın en önemli gelir kaynaklarından büyük oranda mahrum olan Arap yarımadası, geçimini daha çok ticaretle ve kısmen de yağmacılıkla sağlayan bir insan kitlesini barındırıyordu. Tarım ve hayvancılık, ancak Taif ve Medine gibi çok özel bazı yerleşim alanlarındaki insanların gelir kaynaklarıydı. Ticaret ise genel olarak tüm Arapların en önemli gelir kaynağıydı, ama zordu. Ticarî faaliyete katılmak için önemli miktarda sermayeye sahip olmak gerekiyordu. Ticaretin ancak çok uzak mesafelere giden kervanlar aracılığıyla gerçekleştiriliyor olması, küçük sermaye sahipleri için büyük bir dezavantajdı. Az bir sermayeyle ticaret yapmak çok zor, hatta büyük sermaye sahibi birisinin yardımı olmasa imkânsızdı. Üstelik can ve mal güvenliğinin her zaman risk altında olduğu Arap yarımadasının toplumsal şartlarında, ticaret kervanına yönelik bir saldırı nedeniyle sahip olunan bütün sermayeyi kaybetmek her an ihtimal dahilindeydi. Zira, ikinci yaygın geçim kaynağı oîan yağmacılık, kervanların güvenliğini tehdit eden önemli bir problemdi. Büyük veya küçük gruplar halinde bir araya gelen yağmacılar, yerleşim birimlerini basar, kervanlara saldırır; insanları köle alır, mallan yağmalarlardı. Bu işte ün yapmış birçok kişi vardı. Hılfû’l Füdûl örgütünün, oluşumuna önemli katkı sağlamış Abdullah b. Cûd’an eski ve ünlü bir eşkıyaydı. Abdullah b. Cûd’an, köle edindiği insanları satarak çok büyük sermayeye sahip olmuştu. Tövbekarlığı tercih edip hak din arayışına girmiş Ebû Zer el-Gıfarî de ünlü eşkıyalardan bir diğeriydi.
Yağmacılığın yaygınlığı nedeniyle, İslâm’ın tüm Arap yarımadasına egemen olduğu zamanlara kadar, bir kişinin herhangi bir yerleşim merkezinden diğerine yolculuk etmesi, eşkıya gruplarının eline geçip köle olması anlamına gelirdi. Çölde yolculuk eden birisini ele geçirip köle edinmek, bedevi Arap kültürünün en bildik yasalarındandı. Grup halinde bile yolculuk yapmak büyük oranda imkânsızdı. Bu tür yolculukların sonu ya köle olmaktı, ya da ölmek. Bir kişinin uzun mesafeler arasında yolculuk yapması, imkânsıza örnek verilecek bir durumu ifade ederdi. Bu nedenledir ki, İslâm davetinin zor günlerinde, Mekke’nin müşrik eşrafının bazı müminlere en acımasız baskı ve işkenceler uyguladıkları, müminlerin her türlü can ve mal emniyetini yok ettikleri bir zamanda ‘Bunlar ne zaman bitecek1 diye soran Habbab b. Eret’e, Resulüllah’ın cevabı, Arap yarımadasındaki bir imkânsızı mümkün kılacak durumun Allah’ın yardımıyla yakın zamanda gerçekleşeceğinin müjdesini vermek olmuştu. Arap yarımadasında güvenliği en zayıf bölgelerden birisini ifade ederek şunu söylemişti: “Allah’a yemin ederim ki, islâm kesinlikle kemale erecektir. Öyle ki, bir atlı tek basma San’a’dan Hadramut’a kadar gidecek, bu yolculuğu sırasında Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır. Fakat, dostlarım, ne var ki siz acele ediyorsunuz. [47]
Yarımadada can ve mal güvenliğini tehdit eden unsurlar çok fazla ve yaygın olduğu için, bir kişinin veya kendisini yağmacı gruplara karşı koruyamayacak birkaç kişilik küçük bir grubun yolculuğu için uygun tek zaman, bazı risklerine rağmen, ancak ‘Haram Aylar1 di (Eşhuru’l Hurum). Daha önce ayrıntılı bir şekilde bahsedildiği üzere, Haram Aylar, Arap yarımadasındaki insanların ticarî faaliyetlerinin yanı sıra, Hicaz bölgesinin özel gelir kaynağı olan hac ve panayır faaliyetlerinin devamını ve güvenliğini sağlamak için tahsis edilmiş geleneksel bir uygulamaydı.
İslâm’ın egemenliğine kadar Arap yarımadasında güvenliği sağlayacak herhangi bir askerî, siyasî organizasyon olmamıştı. İslâm’ın egemen olduğu döneme ka-dar bölgesel egemenlik alanlarının ötesinde tüm Arap yarımadasını kuşatan bir irade yoktu. Bu durum kuralsızlığı, haksızlığı, yağmacılığı halkın hayatında adeta doğal özellikler kılmıştı. Zaten ikinci önemli gelir kaynağı olan yağmacılık da Arap yarımadasında egemen olan bir iradenin bulunmamasından güç alıyordu. Zira, canı veya malı zarar görmüş bir kişinin veya yakınının, mağduriyetini giderecek, hakkını aramasına imkân sağlayacak herhangi bir irade bulunmuyordu. Saldırıya uğramak, öldürülmek, köle edilmek, malların yağmalanması her an beklenen şeylerdi. Hılfû’l Füdûl gibi örgütler yok denecek kadar azdı ve bunlar.şartlann zorlamasıyla ve bazı gönüllülerin girişimleriyle kurulmuş lokal güvenlik birimleri olmaktan öteye geçmiyordu.
Can ve mal güvenliği önemli olduğu, bunları temin etmeden hayatın işleyişi normalleşemediği için; canları veya malları güvenlikte olmayan insanlar şartları zorlar ve bir güvenlik ortamı tesis etmeye çalışırlar. Bu her zaman böyle olmuştur. Bu insanın değişmez çabasıdır. Yoksa hayatı sürdürmek gittikçe imkansızlaşır. Araplar da böyle yapmış, can ve mal güvenliğini tehdit eden olumsuz şartlara ve güçlere karşı bir güvenlik alanı inşa etmişlerdi. Haram aylar, Hılfû’l Füdûl gibi örgütler problemi bütün boyutlarıyla çözmede etkili olamadığı; güvenlik açısından hâlâ büyük açıklar olduğu için; güvenliği tehdit edecek unsurlara karşı güç birliğine gitmek yegâne çözüm olarak görülmüştü. O günün şartları içerisinde herkes bir başkası için tehdit unsuruydu. Hiç kimse başkası için tehdit unsuru olmaktan rahatsız olmuyordu. Ama hiç kimse tehdit edilmek istemiyordu. Bu ortak noktadan hareketle, güvenlik sistemini inşa etmek zor olmamıştı. Güvenliği yok eden yaygın olumsuz şartlarda, bir güvenlik sisteminin inşası için dayanak kılman unsur güç birliğiydi. Güç birliğinin kaynağı ise soy bağıydı. Akrabalık bağlarına atfedilen ve kutsanan değerlerle son derece sağlam bir güç birliği sağlanmıştı. Soy bağı esas alınarak doğal bir dayanışma sistemi inşa edilmişti. Asabiyet olarak isimlendirilen ve en genel anlamıyla kabile ruhu olarak tanımlanabilecek olan bu dayanışma/yardımlaşma, diğer toplumlardakiyle kıyaslanamayacak kadar güçlüydü.
Dolayısıyla her bir fert, Arap yarımadasının olumsuz şartlarında, kendisini ölümleri pahasına koruyacak akrabalarının desteğini arkasına alarak; asabiyet [48] şemsiyesinin koruyuculuğuna sığınarak ticaret yapabiliyor, yolculuk edebiliyordu. Bir kişinin başına bir sıkıntı gelse soydaşları koşulsuz destek verecekleri, onun hakkını sonuna kadar arayacakları için; insanlar, gücün tek yasa olduğu o topraklarda kendilerini ancak soy bağının tesis ettiği koruma kalkanı ile güvenlikte hissedebiliyorlardı. Bu nedenledir ki, en önemli gelir kaynağı durumundaki ticaret kervanlarını koruyan asıl unsurlar kervanın yanındaki muhafızlar değil, o kervanın hangi soya veya kabileye ait olduğunun bilinmesiydi. Güçlü bir soya veya kabileye ait kervana saldırmaya hiç kimse cesaret edemezdi. Tabi ki, her soy veya kabile aynı derecede güçlü değildi. Güçlü olmak doğrudan sahip olunan insan sayısıyla ilgiliydi. Kim daha çok adama sahipse o daha güçlüydü ve adamı az olanın güvenliği her an tehlike altındaydı. Bu durumda küçük aileler, soylar diğerleriyle aralarında akrabalık bağları kurarak, büyük kabileler oluşturmayı tercih ediyorlardı. Güvenliklerini ancak böyle sağlayabiliyorlardı.
Bin yılların tecrübesi, bir kişinin güvenlik içerisinde yaşamasının ancak akrabalarının destek ve yardımlarıyla mümkün olabileceğini göstermiş ve soya dayalı güvenlik anlayışı sistemleştirilip, kurumsallaştınlmıştı. Sosyal yapının en önemli unsuru olan ve kökü çok eskilere dayanan her kabile, iç içe girmiş akrabalık ilişkilerinden oluşurdu. En içte bir baba ve onun çocuklarından oluşan ‘fasile’ vardı. Bu tipik bir aileydi. Birkaç fasilenin birleşmesiyle gerçekleştirilen akrabalık bağlarından bir Jahz’ oluşuyordu. Birkaç fahzın birleşmesi bir ‘batın’ı, batınlar ‘ammâre’yi, ammâreler de ‘kabileyi oluştururdu. Örneğin; Ebû Talib ve çocukları bir fasile idi. Ebû Talib, Ebû Leheb, Abbas, Hamza fasilelerinin oluşturduğu Haşini oğulları bir fahz idi. Haşim oğulları-ile Umeyye oğullarının teşkil ettiği Abdume-naf soyu ise bir batın idi. Abdumenaf, Mahzum, Zühre, Teym… batınları ise bir am-mareyi oluşturuyordu; bu Kureyş ammaresiydi. Kureyş ve Kinâne ise bir kabileyi oluşturuyordu.[49] Arap yarımadasında ki sosyal yapı bu şekilde dizayn olmuştu.
Fasileden kabileye uzanan süreçte soy bağının mesafesi uzuyordu; bir kişi 8-10 kuşak öteden bir diğeriyle akraba olabiliyordu. Ancak buna rağmen dayanışma her zaman son derece güçlüydü, ister fasile kardeşliği, isterse kabile kardeşliği olsun, bir kişi en küçük sıkıntısında tüm akrabalarının desteğini yanında bulurdu. ‘Haklı da olsa haksız da olsa kardeşine yardım et’ sözü bu dayanışmanın amentüsü haline gelmişti. Risâletin ileri yıllarında, İslâm davetini kabul etmeyen Haşim oğullarına mensup kimselerin, Resulüllah’ı desteklemeye devam etmelerinin ve hatta boykot yıllarında müminlerle birlikte her türlü zorluğa üç yıl katlanmalarının nedeni işte bu kutsanan bağ idi.
Akrabalık dayanışması biçiminde şekillenen sosyal organizasyon kişilerin iradelerinin çok üstündeydi. Herhangi bir kimsenin, bu yapının dışında yer alarak mal varlığını koruması imkânsızdı. Böylesi bir durumda başına her an her elebilirdi. Risâlet sürecinde bunun tek istisnası Ebû Leheb olmuştur. Ancak la var ki, Ebû Leheb geleneğe aykırı davranıp fahz bağının dışında kalarak güremi tehlikeye sokarken; batın, ammare, kabile bağına sığınmıştı, islâm dave karşıtlığından kaynaklanan ve bu noktada Mekke’nin diğer eşrafıyla aynı dam adamı haline gelmesi, onun bu istisna durumunu kolaylaştırmış ve özel bir statüde yer almasına imkân tanımıştı.
Tüm bu ilişkiler ağının, konumuzu teşkil eden ıiman kardeşliğiyim ilgisi şudur: Putperestlik, kanun/nizam tanımazlık, ahlâksızlık, zorbalık, yağma, talan gibi olumsuz özellikler her ne kadar Cahiliye çağı Araplarmm ve Arap yarımadasının bildik temel özelliği olsa da; bu olumsuzlukları paylaşmak istemeyen, yaşanan hayat tarzının ve sosyal sistemin dışında kalmak isteyen kimseler eksik değildi. Bazıları mevcut inançlardan ve hayat tarzından ciddi anlamda rahatsızdı. Zeyd b. Amr Küs b. Saide başta olmak üzere Hanifler veya risâlet öncesi hayatıyla Resulüllah bunlardan bazılarıydı. Bunlar, mevcut inançlardan ve uygulamalardan kaynaklanan rahatsızlıklarını söz ve davranışlarında ortaya koymuşlardı. Ancak bu hiçbir zaman, mevcut inanç ve hayat tarzına açıkça ve doğrudan muhalefet biçiminde gelişmemişti. Onlar mevcut yapıya açıkça eleştiri yöneltmek yerine, mevcut inanç ve hayat tarzının kenarında muhalefetsiz bir şekilde durmayı tercih etmişlerdi. Bütün tepkileri bundan ibaretti. Üsteiik duruşlarıyla dışında olduklarını hissettirdikleri inanç ve hayat tarzına karşı ileri sürdükleri alternatif bir şeyleri de yoktu. Bu nedenle tepki görmüyorlar ve hayatlarını herhangi bir zorlukla karşılaşmadan sürdürüyorlardı. Bu konuda tek istisna Zeyd b. Amr idi. O, toplumunun gidişatına açıkça muhalefet etmiş ve bu nedenle yalnız kalmıştı.
Yalnız kaldığı, soy bağının sağladığı güvenlik alanının dışına atıldığı için de bir yolculuğu sırasında eşkıyaların saldırısına uğrayarak öldürülmüştü. Ancak, elbette ki bu ismen bilinen şahısların dışında, genel gidişattan memnun olmayan başkaları da vardı. Eakat onlar soy bağına dayanan güvenlik çemberinin aynı zamanda mahkum edici çelik duvarını kısmen de olsa aşamamışlardı. Soy bağının teşkil ettiği güvenlik ortamının dışında kalma riskini göze alarak, düşünce ve kanaatlerini ifade etme ve mevcut hayat tarzının karşısında bir duruş sergileme cesaretini gösterememişlerdi. Bu da normaldi. Çünkü, toplumun genel gidişatını paylaşmamanın, mevcut sisteme, hayat tarzına eleştiri getirmenin akrabalık ilişkilerine zarar veren bir tutum olarak algılanması kaçınılmazdı. Bu durumda da o kişır.in en önemli güvenlik garantisi bitmiş olurdu. Farklı bir yol tercih ettiği için, zorluklar karşısında akrabalarının desteğini yanında bulamazdı. Hatta böyle kimseler, akrabalık bağlarını çiğnedikleri için başta kendi akrabaları olmak üzere herkes tarafından aşağılanır, dışlanırlardı. Bu ise her an her türlü yağmanın, talanın, saldırının nereden geleceğinin bilinmediği bir coğrafyada ve toplumda ölmek demekti, köle olmak demekti; yaşamamak demekti.
İşte tüm bu nedenlerle, gidişattan, mevcut inanç ve hayat tarzından memnun olmayanlar kendilerini açığa vuramıyorlardı. Seslerini çıkaramıyorlardı. Mevcut yapının içerisinde sessizce hayatlarını sürdürüyorlardı islâm daveti başladığı zaman bu hâl üzerine olan bir çok kimse vardı; Ebû Bekir Osman b. Maz’ûn, Osman b. Affan, Abdurahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Sâ’d b Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah… bu kimselerden bazılarıydı.
İslâm davetiyle genel gidişat köklü bir değişiklikle karşı karşıya kaldı, İslâm daveti mevcut bütün inanç ve hayat tarzlarını bir yana koyan ve sadece kendisini kabule layık bulan bir hareketi temsil ediyordu. Tepkisel bir hareket değildi; varlığını sırf tepkisel söylemlere göre oluşturmuyordu. Misyonu gereği mevcut her türlü inancın ve hayat tarzının muhalifiydi. Fakat, bir çok toplumsal harekette olduğu üzere, gücünü, statükonun kötülük ve yanlışlıklarına karşıt propagandadan almıyordu. İşte böylesi bir hareketin mensubu olmak, başta can ve mal güvenliği olmak üzere her türlü güvenliğin garantisi olan soy bağının dışında kalmayı gerektiriyordu.
Açıklandığı üzere, bir kişinin fasilesine, fahzma, batınına, ammare-sine ve kabilesine rağmen bir işe kalkışması, onların sağladığı can ve mal güvenliğini geri iterek yeni bir hareketin mensubu olması ise tehlikelere davetiye çıkarmaktan başka bir anlama gelmezdi. Böylesi bir kişi tehlikeler denizinin ortasında yapayalnız kalacak demekti. Dolayısıyla, soy bağının oluşturduğu güvenlik ortamının dışında yeni bir güvenlik ortamı oluşturmadan islâm davetine taraftar bulmak mümkün değildi, işte bu nedenledir ki İslâm, ilk andan itibaren, mensuplarının güvenlik sorununu ele aldı. Her türlü tehlikeyi göze alarak geleneksel güvenlik kuşağından ayrılıp gelecekler için yeni bir güvenlik kuşağı oluşturdu. İslâm’ın inşa ettiği bu güvenlik kuşağı, o güne kadar Arapların bilmediği bir yakınlık ilişkisine dayanıyordu. Bu ‘iman kardeşliğiydi.
İslâm’ın inşa ettiği güvenlik kuşağının temel unsuru ‘iman’dı. islâm için elbette ki soy bağı da önemliydi, ama asıl olan soy bağı değil, iman bağıydı. İman bağı hep güçlü tutuldu ve daha da güçlenmesi sağlandı. Bundan dolayıdır ki, risâletin ilk günlerini takiben, vahyolunan birçok ayette, yeni inşa edilen iman bağının önemine sürekli vurguda bulunuldu, islâm’a mensup olanların karşılıklı hak ve sorumluluklarının, soy bağının geleneksel hak ve sorumluluklarından da ileri düzeyde olduğu bildirildi, iman kardeşini desteklemek, savunmak, onun için gerekirse canını, malım vermek temel bir ‘imam’ sorumluluk olarak ifade edildi. İman bağının öneminin dünya hayatının sınırlarını da aştığı açıklandı, iman kardeşliğinin, soy kardeşliğine göre daha sürekli olduğu belirtildi. İman bağının, hesap günü geçerliliğini sürdüren tek bağ olmasına karşılık, soy bağının hiçbir öneminin bulunmadığı bildirildi. Bu durum birçok ayetin ısrarla açıkladığı bir konu oldu. Birçok ayette, konuya ilişkin çok çarpıcı örnekler verildi. Şu ayetlerde olduğu gibi: (fakat herkes kendi derdindedir). Gühkâr kimse ister ki, o günün azabından (kurtulmak için), oğullarını, karısıe kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde kim hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın. Fakat ne mümkün! Bilinmeli ki, o (cehennem) alevlenen bir ateştir… Ancak şu kimselerin durumu farklıdır: Namaz kılanlar ki, onlar namazlarında titizdirler; ihtiyacından dolayı açıkça isteyen veya istemeyenler için mallarından belirli bir pay ayıranlar” ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar; Rab’lerinin azabından korkanlar, ki Rab’lerirnn azabı(na karşı) emin olunamaz; Irzlarını koruyanlar .. Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; namazlarını koruyanlar; işte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. [50]
Bunlar hem iman kardeşliğinin gereklerini ifade eden, bu kardeşliği destekleyip bağı daha da güçlendiren açıklamalardı; hem de Arap toplumunun en önemli kurumunu temelden sarsan açıklamalardı. Kur’an yeni bir güvenlik kuşağı oluşturmakla kalmıyor, birçok yanlışlıklara kaynaklık yapması nedeniyle mevcut soy bağı anlayışını, belirli istisnaları hariç, yerle bir ediyordu. Çünkü, yüceltilip, kutsanan bir soy bağı, çoğu zaman olmaması gereken olumsuz etkilere sahip olabiliyordu. Mevcut soy bağı anlayışının en önemli olumsuz etkisi ise bireysel düşünceyi, bilinci engellemek, geleneği dinleştirmek biçiminde açığa çıkıyordu.
Akrabalık ilişkilerinin koruyucu şemsiyesi altında yer alarak can ve mal emniyetinin elde edilebildiği Arap toplumunda, statükodakilerden farklı bir inanç ve hayat tarzını seçerek akrabalık ilişkilerinin dışında kalmanın getireceği tehlikelerden korunabilmek için ‘iman kardeşliği’ çok önemli bir emniyet alanı oluşturdu. Resulüllah’m ‘Her kim Müslüman kardeşinin uz ve şahsiyetini korursa, Allah onun yüzünü kıyamet gününde cehennem ateşinden uzak tutar’2 sözü bu emniyet alanının önemini ve gereğini açıklaması açısından önemlidir. Pek tabiîdir ki, özellikle de risâletin ilk yıllarında, müminlerin sayısının az olduğu dönemde ‘iman kardeşliği nin önemi daha da yüksekti. O yıllarda ‘iman kardeşliği [51] öylesine önemliydi ki, bu yeni güvenlik ortamının ismi olan ‘iman’ bile, risâletin sonraki yıllarında üstlendiği anlamının ötesinde olmak üzere, daha çok ‘güvenliği ifade ediyordu. Risâletin ilk yıllarında ‘iman etmek’ bir inanca ve hayat tarzına mensubiyetten de önce, yeni bir güvenlik ortamına mensubiyet anlamına geliyordu. O ilk zamanlarda iman, daha çok sosyolojik bir anlama sahipti, ‘Iman’m sözlük anlamı bunu açıkça ortaya koymaktadır. İman, ’emn’ kökünden gelir ve bu da esasta ’emniyefi ifade eder. Ayrıca, ’emn’ ile aynı kökten türemiş diğer terimler imanın anlam dairesini anlamakta önemli katkı sağlamaktadır, iman’la aynı anlam dairesine ait diğer azı terirnler şunlardır: ’emniyet’, ’eman’, ’emanet’, ’emin’. Dolayısıyla, kişi ‘iman etmekle’ kendisini bir varlığa, nesneye veya eyleme karşı güvenliğe almış olmaktadır. Üstelik bu, birçok ayetin ayrıntılı bir şekilde dile getirdiği bir durumdur.[52]
Anlaşıldığı üzere ‘iman’, kavramlaşma sürecinin başlangıcında, daha çok sözlük anlamıyla bir işlev üstlenmişti, emniyette olmayı ifade ediyordu. Her türlü kişisel çıkarın üzerinde birbirlerini gözetip kollayan, birbirlerine yardımcı olan bir topluluğun temsil ettiği güvenlik alanını dile getiriyordu. Fakat kavramlaşma sürecinde anlamı gittikçe genişledi ve bir kişinin kendisini Allah’ın azabına karşı güvende hissetmesini sağlayacak bir inanç sistemine ve hayat tarzına mensubiyeti ifade eder oldu. Buna rağmen, ilk zamanlarda ağırlıklı biçimde sahip olduğu ve insanlar arası ilişkilerle ilgili olan bazı anlamlara sahip olmaya sonraları da devam etti. ilk zamanlardaki anlam, kavramlaşmanın ileri aşamalarında da anlam dairesinin dışında kalmadı. Bu durum Resulüllah’m sözlerinde karşılığını bulmaya devam etti. Resulüllah’m, mümin kimseyi ‘İnsanların canları ve mallan konusunda kendilerini şerrinden emin hissettikleri [53] ‘komşularının, şerrinden emin olduğu [54] ‘elinden ve dilinden gelebilecek tehlikelere karşı emin olunan [55] kişi olarak tanımlaması bunun bazı örneklerini oluşturmaktadır.
‘Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz [56] ise bir zorunluluğu dile getiren bir uyarıydı. Konu dahilince uyarı ve hatırlatmalar pek çoktur. Örneğin bir hadiste şöyle denmiştir: ‘Emaneti olmayanın imanı yoktur, ahde vefası olmayanın dini yoktur. [57] Bir başka hadis ise İslâm ile inşa olunan iman kardeşliğinin mahiyetine dikkat çekmektedir: ‘Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve birbirlerine şefkat göstermede bir beden(in organları) gibidirler. Organlardan birisi sıkıntı çekerse, diğer organlar onun sıkıntısına ortak olurlar. [58] Konuyla ilgili diğer iki hadis ise şöyledir: ‘Birbirinizin ilginizi kesmeyin, sırt dönmeyin, kin tutmayın ve haset etmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Bir Müslümanın din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. [59] ‘Müslüman Müslümanm kardeşidir; ona haksızlık etmez, onu haksızlığa da bırakmaz. Kim kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karsılar. Kim kardeşini bir üzüntü veya sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu kıyamet günü üzüntü ve sıkıntıdan kurtarır. Kim Müslümanın bir hatasını görmeyip, örterse, Allah’âa onun hatasını görmeyip, örter. [60]
‘îman’ın, îslâm davetine karşı gelenlere karşı müminin güvenliğini sağlayacak bir yapıyı ifade etmesi açısından özel bir anlamı ve değeri vardı. Bu yapı daha sonra daha başka kavramlarla da desteklenip güçlendirilmiş ve böylelikle ‘iman kardeşliği’ nin gerektirdiği güvenlik alam daha da pekiştirilmiştir. Bu süreçte konu bağlamında karşımıza çıkan terimlerden birisi ‘Mat’tır. Biat sayesinde imanın gerektirdiği güvenlik özel bir .mlaşmayla şarta bağlanıyor ve daha özel şartlarda karşılıklı yardımlaşma bağı oluşturuluyordu. Bu anlamda olmak üzere Resulüllah’ın iman eden kadm erkek herkesten biat aldığını biliyoruz. Biat aldığı konular zamana, şartlara ve şahıslara göre değişebilmiştir. ‘Sadece Allah’a ibadet etmek ve Allah’a hiçbir şeyi eş koşmamak, beş vakit namazı kılmak, Allah ve resulünün emirlerine kulak verip itaat etmek [61] ‘Canları ve mallan pahasına kendilerine gelen müminleri korumak [62] Gerekirse ölümleri pahasına savaşmak [63] Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, iftira atmamak, maruf işlerde yardımcı olmak [64] ‘Namaz kılmak, zekat vermek ve Müslümanlara nasihatlarda bulunmak [65] gibi konularda alman biatlar konunun bazı önemli örneklerini oluşturmaktadır.
‘Dostluk/dost’ (valeyet/velî) da iman kardeşliğinin inşasında önemli işlev yüklenmiş konulardan bir diğeridir. Dostluk son derece işlevsel bir kavram olarak sadece müminler arasında değil, Allah ile müminler ve müminler ile melekler arasında da bir yakınlık, dayanışma bağının ifadesi olarak da anlam kazanmıştır. Böylelikle ‘iman kardeşliğinin’ alanı ve derinliği iyice artırılmıştır. ‘îman kardeşleri’ sadece bazı insanlarla değil, başta Allah olmak üzere meleklerle de bir dayanışma bağına sahip olmuşlardır. Bu konuda, Mekke döneminde vahyolunmuş konuya ilişkin birkaç ayet örnek olarak ifade edilebilir: Yoksa onlar Allah’tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki gerçek dost yalnız Allah’tır.[66] Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi! [67]
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. [68]
Şüphesiz, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlanmzız. Orada sizin için canlanmazın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır’ derler. [69]
Şurası kesindir ki, toplumda yaygın ve baskın soy bağı ilişkilerine rağmen, ‘iman kardeşliği’ adı altında yeni bir güvenlik kuşağı oluşturulmamış olsaydı, risâlen ilk zamanlarında ve hatta büyük çoğunluğunda bazı bireysel istisnaları hariç, insanlar İslâm davetine olumlu cevap veremezlerdi. Veya iman etmiş olanlar imanlarını sürdürme konusunda dirençli olamazlardı, iman kardeşliği, davetin ilk günlerinden itibaren öylesine güçlü ve işlevsel olmuştur ki, islâm bir çekim mer-kezi haline gelmekte zorlanmamıştır. Putperestliği saçma, mevcut hayat tarzlarını yanlış bulanlar, islâm dairesine dahil olmakta tereddüt etmemişlerdir. Doğruluğu, dürüstlüğü, namusu ile isim yapmış ve toplumundaki yanlışlıklardan rahatsız olan Ebû Bekir, ahlâkî meziyetleriyle tanınan ve şirk inançlarına veya müşriklerin ‘pis’ (rics) hayat tarzlarına uzak kalmaya çalışan Osman b. Affan, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sâ’d b. Ebî Vakkas, Zübeyr b. Avvam, Zeyd b. Amr’m oğlu Said b. Zeyd gibi gençlerin daveti kabul etmelerinde ilk andan itibaren tesis edilen ‘iman kardeşliği’ anlayışının ve bunun sağladığı güvenlik ortamının etkisi büyüktür. Zaten Ebû Bekir gibi zengin müminlerin, bütün servetlerini işkenceye uğrayan mümin köleleri satm alarak onları özgürleştirmeye harcamaları, güçlükuvvetli müminlerin canlan pahasına diğer müminleri korumaları tamamıyla iman kardeşliğinin gereğine göre gerçekleşmiştir, iman kardeşliği Medine döneminde ise sosyal bir organizasyonun temeli kılınarak açılımını en yetkin düzeye eriştirmiştir.
[45] Tevbe sûresi, 9:71
[46] Yunus sûresi, 10:62
[47] Yunus sûresi, 10:62
[48] Asabiyet, ünlü Müslüman düşünür Ibn Haldun’un üzerinde durduğu ve ayrıntılı olarak ele aldığı bir konudur. îbn Haldun ‘asabiyecin, ‘yardımlaşma ve birbirini korumaya hizmet eden’ bir bağ olduğunu belirtmektedir. Onun açıklamalarına göre asabiyet, akrabalık ilişkileri üzerinde şekillenir. Geçim şartlarının zorlukları ve bu zorluklar içerisinde hayatı sürdürme zorunluluğundan doğmuştur. (İbn Haldun, Mukaddime, 1/323,324, 331)
[49] Ancak daha sonraki yaygın kullanımla Kureyş bir kabile kabul edilmiş; ammare ile kabile aynı manaya gelecek şekilde kullanılmıştır.
[50] Mearic 70:8-15,22-29,32-35
[51] Buharı, Menâkıb 25, îkrâh 1; Ahmed, Müsned V/110, 111; Hakim, Müstedrek, 111/383.
[52] Kötülük tuzakları kuranlar, Allah’ın, kendilerini yere geçirmeyecegincten veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Yahut onlar dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar (Allah’ı) âciz bırakacak değillerdir.’ (Nahl, 16:45,46) ‘Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır. Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? işte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz!’ (Mülk, 67:16,17) ‘Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Ya da o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldu? Allah’ın azabından eminler mi? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.’ (Araf, 7:97-99)
[53] Tirmizî, Birr 20; Ahmed, Müsned VI/449
[54] Tirmizî, îman 12; Nesei, iman 8; tbn Mâce, Fiten 2; Ahmed, Müsned 11/206,215,379, 111/145, V/224, VI/21,22.
[55] Tirmizî, Kıyamet 60.
[56] Neseî, İman, 8; Buharı, îman 4, 5; Müslim, îman 66.
[57] Buhârî, îmân, 7; Müsiim, îman 72.
[58] Ahmed, Müsned 111/135, 154, 210.
[59] Müslim, Fezailu’s Sahabe 13,
[60] Buhârî, Edeb, 57, 58, 62; Müslim, Birr, 23, 24, 28.
[61] Buharî, Mezâlim ve Gasb 3, îkrah 7; Müslim, Birr ve Sıla 58.
[62] Müslim, Zekat 108; İbn Mâce, Cihad 41.
[63] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, III/159; Heysemî, Mecma’û’z Zevâid, Vl/46.
[64] İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, IV/39.
[65] Buharî, İman 11, Meğazi 12, Tejsir-Mümtehine 3; Hudûd 8, 14, Diyât 3, Fiten 4, Ahkâm 43, 49, Tevhid 31; Müslim, Hudûd 41; Malik, Bey’at 2; Neseî, Bey’at 18.
[66] Şura, 42:9
[67] Ankebut, 29:41
[68] Yunus, 10:62
[69] Fussilat, 41:30,31
Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten akkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. Allah onlara rahmet edecektir.[45]
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. [46]
Güvenlik, insan için her zaman önemli bir konu olmuştur. Çünkü, insanın doğası güvenlik arar; insan canının, malının ve değerli bulduğu şeylerin güvende olmasını ister. İnsan, en az diğer doğal ihtiyaçları kadar, hatta çoğu zaman onlardan da çok güvenliğe ihtiyaç hisseder. Kendisini güvende hissetmezse ve bu güvensizlik durumu uzun bir süre devam ederse, yaşama düzeni bozulur, kişiliği problemli hale gelir. Güvenlik duygusu, insanın özüne ait bir şey olduğundandır ki, insanlar arası ilişkilerde de güvenlik duygusunun etkisi kendisini her zaman güçlü şekilde hissettirir, insanın özü, güvenliğin olduğu tarafa meyleder; güvenlik her zaman önemli bir çekim merkezidir.
İnsan için en önemli güvenlik unsurlarından ikisini canı ve malıyla ilgili olanlar oluşturmaktadır. Can ve mal güvenliği her çağdaki ve her toplumdaki bütün insanlar için önemli olmakla birlikte, Cahiliye devri Arapları için çok daha önemliydi. Arap yarımadasının özel durumu, Arapların güvenlik ihtiyacını en üst düzeye çıkarmıştı. îklim şartları ve coğrafî özellikleri nedeniyle ziraat ve hayvancılık gibi zamanın en önemli gelir kaynaklarından büyük oranda mahrum olan Arap yarımadası, geçimini daha çok ticaretle ve kısmen de yağmacılıkla sağlayan bir insan kitlesini barındırıyordu. Tarım ve hayvancılık, ancak Taif ve Medine gibi çok özel bazı yerleşim alanlarındaki insanların gelir kaynaklarıydı. Ticaret ise genel olarak tüm Arapların en önemli gelir kaynağıydı, ama zordu. Ticarî faaliyete katılmak için önemli miktarda sermayeye sahip olmak gerekiyordu. Ticaretin ancak çok uzak mesafelere giden kervanlar aracılığıyla gerçekleştiriliyor olması, küçük sermaye sahipleri için büyük bir dezavantajdı. Az bir sermayeyle ticaret yapmak çok zor, hatta büyük sermaye sahibi birisinin yardımı olmasa imkânsızdı. Üstelik can ve mal güvenliğinin her zaman risk altında olduğu Arap yarımadasının toplumsal şartlarında, ticaret kervanına yönelik bir saldırı nedeniyle sahip olunan bütün sermayeyi kaybetmek her an ihtimal dahilindeydi. Zira, ikinci yaygın geçim kaynağı oîan yağmacılık, kervanların güvenliğini tehdit eden önemli bir problemdi. Büyük veya küçük gruplar halinde bir araya gelen yağmacılar, yerleşim birimlerini basar, kervanlara saldırır; insanları köle alır, mallan yağmalarlardı. Bu işte ün yapmış birçok kişi vardı. Hılfû’l Füdûl örgütünün, oluşumuna önemli katkı sağlamış Abdullah b. Cûd’an eski ve ünlü bir eşkıyaydı. Abdullah b. Cûd’an, köle edindiği insanları satarak çok büyük sermayeye sahip olmuştu. Tövbekarlığı tercih edip hak din arayışına girmiş Ebû Zer el-Gıfarî de ünlü eşkıyalardan bir diğeriydi.
Yağmacılığın yaygınlığı nedeniyle, İslâm’ın tüm Arap yarımadasına egemen olduğu zamanlara kadar, bir kişinin herhangi bir yerleşim merkezinden diğerine yolculuk etmesi, eşkıya gruplarının eline geçip köle olması anlamına gelirdi. Çölde yolculuk eden birisini ele geçirip köle edinmek, bedevi Arap kültürünün en bildik yasalarındandı. Grup halinde bile yolculuk yapmak büyük oranda imkânsızdı. Bu tür yolculukların sonu ya köle olmaktı, ya da ölmek. Bir kişinin uzun mesafeler arasında yolculuk yapması, imkânsıza örnek verilecek bir durumu ifade ederdi. Bu nedenledir ki, İslâm davetinin zor günlerinde, Mekke’nin müşrik eşrafının bazı müminlere en acımasız baskı ve işkenceler uyguladıkları, müminlerin her türlü can ve mal emniyetini yok ettikleri bir zamanda ‘Bunlar ne zaman bitecek1 diye soran Habbab b. Eret’e, Resulüllah’ın cevabı, Arap yarımadasındaki bir imkânsızı mümkün kılacak durumun Allah’ın yardımıyla yakın zamanda gerçekleşeceğinin müjdesini vermek olmuştu. Arap yarımadasında güvenliği en zayıf bölgelerden birisini ifade ederek şunu söylemişti: “Allah’a yemin ederim ki, islâm kesinlikle kemale erecektir. Öyle ki, bir atlı tek basma San’a’dan Hadramut’a kadar gidecek, bu yolculuğu sırasında Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır. Fakat, dostlarım, ne var ki siz acele ediyorsunuz. [47]
Yarımadada can ve mal güvenliğini tehdit eden unsurlar çok fazla ve yaygın olduğu için, bir kişinin veya kendisini yağmacı gruplara karşı koruyamayacak birkaç kişilik küçük bir grubun yolculuğu için uygun tek zaman, bazı risklerine rağmen, ancak ‘Haram Aylar1 di (Eşhuru’l Hurum). Daha önce ayrıntılı bir şekilde bahsedildiği üzere, Haram Aylar, Arap yarımadasındaki insanların ticarî faaliyetlerinin yanı sıra, Hicaz bölgesinin özel gelir kaynağı olan hac ve panayır faaliyetlerinin devamını ve güvenliğini sağlamak için tahsis edilmiş geleneksel bir uygulamaydı.
İslâm’ın egemenliğine kadar Arap yarımadasında güvenliği sağlayacak herhangi bir askerî, siyasî organizasyon olmamıştı. İslâm’ın egemen olduğu döneme ka-dar bölgesel egemenlik alanlarının ötesinde tüm Arap yarımadasını kuşatan bir irade yoktu. Bu durum kuralsızlığı, haksızlığı, yağmacılığı halkın hayatında adeta doğal özellikler kılmıştı. Zaten ikinci önemli gelir kaynağı olan yağmacılık da Arap yarımadasında egemen olan bir iradenin bulunmamasından güç alıyordu. Zira, canı veya malı zarar görmüş bir kişinin veya yakınının, mağduriyetini giderecek, hakkını aramasına imkân sağlayacak herhangi bir irade bulunmuyordu. Saldırıya uğramak, öldürülmek, köle edilmek, malların yağmalanması her an beklenen şeylerdi. Hılfû’l Füdûl gibi örgütler yok denecek kadar azdı ve bunlar.şartlann zorlamasıyla ve bazı gönüllülerin girişimleriyle kurulmuş lokal güvenlik birimleri olmaktan öteye geçmiyordu.
Can ve mal güvenliği önemli olduğu, bunları temin etmeden hayatın işleyişi normalleşemediği için; canları veya malları güvenlikte olmayan insanlar şartları zorlar ve bir güvenlik ortamı tesis etmeye çalışırlar. Bu her zaman böyle olmuştur. Bu insanın değişmez çabasıdır. Yoksa hayatı sürdürmek gittikçe imkansızlaşır. Araplar da böyle yapmış, can ve mal güvenliğini tehdit eden olumsuz şartlara ve güçlere karşı bir güvenlik alanı inşa etmişlerdi. Haram aylar, Hılfû’l Füdûl gibi örgütler problemi bütün boyutlarıyla çözmede etkili olamadığı; güvenlik açısından hâlâ büyük açıklar olduğu için; güvenliği tehdit edecek unsurlara karşı güç birliğine gitmek yegâne çözüm olarak görülmüştü. O günün şartları içerisinde herkes bir başkası için tehdit unsuruydu. Hiç kimse başkası için tehdit unsuru olmaktan rahatsız olmuyordu. Ama hiç kimse tehdit edilmek istemiyordu. Bu ortak noktadan hareketle, güvenlik sistemini inşa etmek zor olmamıştı. Güvenliği yok eden yaygın olumsuz şartlarda, bir güvenlik sisteminin inşası için dayanak kılman unsur güç birliğiydi. Güç birliğinin kaynağı ise soy bağıydı. Akrabalık bağlarına atfedilen ve kutsanan değerlerle son derece sağlam bir güç birliği sağlanmıştı. Soy bağı esas alınarak doğal bir dayanışma sistemi inşa edilmişti. Asabiyet olarak isimlendirilen ve en genel anlamıyla kabile ruhu olarak tanımlanabilecek olan bu dayanışma/yardımlaşma, diğer toplumlardakiyle kıyaslanamayacak kadar güçlüydü.
Dolayısıyla her bir fert, Arap yarımadasının olumsuz şartlarında, kendisini ölümleri pahasına koruyacak akrabalarının desteğini arkasına alarak; asabiyet [48] şemsiyesinin koruyuculuğuna sığınarak ticaret yapabiliyor, yolculuk edebiliyordu. Bir kişinin başına bir sıkıntı gelse soydaşları koşulsuz destek verecekleri, onun hakkını sonuna kadar arayacakları için; insanlar, gücün tek yasa olduğu o topraklarda kendilerini ancak soy bağının tesis ettiği koruma kalkanı ile güvenlikte hissedebiliyorlardı. Bu nedenledir ki, en önemli gelir kaynağı durumundaki ticaret kervanlarını koruyan asıl unsurlar kervanın yanındaki muhafızlar değil, o kervanın hangi soya veya kabileye ait olduğunun bilinmesiydi. Güçlü bir soya veya kabileye ait kervana saldırmaya hiç kimse cesaret edemezdi. Tabi ki, her soy veya kabile aynı derecede güçlü değildi. Güçlü olmak doğrudan sahip olunan insan sayısıyla ilgiliydi. Kim daha çok adama sahipse o daha güçlüydü ve adamı az olanın güvenliği her an tehlike altındaydı. Bu durumda küçük aileler, soylar diğerleriyle aralarında akrabalık bağları kurarak, büyük kabileler oluşturmayı tercih ediyorlardı. Güvenliklerini ancak böyle sağlayabiliyorlardı.
Bin yılların tecrübesi, bir kişinin güvenlik içerisinde yaşamasının ancak akrabalarının destek ve yardımlarıyla mümkün olabileceğini göstermiş ve soya dayalı güvenlik anlayışı sistemleştirilip, kurumsallaştınlmıştı. Sosyal yapının en önemli unsuru olan ve kökü çok eskilere dayanan her kabile, iç içe girmiş akrabalık ilişkilerinden oluşurdu. En içte bir baba ve onun çocuklarından oluşan ‘fasile’ vardı. Bu tipik bir aileydi. Birkaç fasilenin birleşmesiyle gerçekleştirilen akrabalık bağlarından bir Jahz’ oluşuyordu. Birkaç fahzın birleşmesi bir ‘batın’ı, batınlar ‘ammâre’yi, ammâreler de ‘kabileyi oluştururdu. Örneğin; Ebû Talib ve çocukları bir fasile idi. Ebû Talib, Ebû Leheb, Abbas, Hamza fasilelerinin oluşturduğu Haşini oğulları bir fahz idi. Haşim oğulları-ile Umeyye oğullarının teşkil ettiği Abdume-naf soyu ise bir batın idi. Abdumenaf, Mahzum, Zühre, Teym… batınları ise bir am-mareyi oluşturuyordu; bu Kureyş ammaresiydi. Kureyş ve Kinâne ise bir kabileyi oluşturuyordu.[49] Arap yarımadasında ki sosyal yapı bu şekilde dizayn olmuştu.
Fasileden kabileye uzanan süreçte soy bağının mesafesi uzuyordu; bir kişi 8-10 kuşak öteden bir diğeriyle akraba olabiliyordu. Ancak buna rağmen dayanışma her zaman son derece güçlüydü, ister fasile kardeşliği, isterse kabile kardeşliği olsun, bir kişi en küçük sıkıntısında tüm akrabalarının desteğini yanında bulurdu. ‘Haklı da olsa haksız da olsa kardeşine yardım et’ sözü bu dayanışmanın amentüsü haline gelmişti. Risâletin ileri yıllarında, İslâm davetini kabul etmeyen Haşim oğullarına mensup kimselerin, Resulüllah’ı desteklemeye devam etmelerinin ve hatta boykot yıllarında müminlerle birlikte her türlü zorluğa üç yıl katlanmalarının nedeni işte bu kutsanan bağ idi.
Akrabalık dayanışması biçiminde şekillenen sosyal organizasyon kişilerin iradelerinin çok üstündeydi. Herhangi bir kimsenin, bu yapının dışında yer alarak mal varlığını koruması imkânsızdı. Böylesi bir durumda başına her an her elebilirdi. Risâlet sürecinde bunun tek istisnası Ebû Leheb olmuştur. Ancak la var ki, Ebû Leheb geleneğe aykırı davranıp fahz bağının dışında kalarak güremi tehlikeye sokarken; batın, ammare, kabile bağına sığınmıştı, islâm dave karşıtlığından kaynaklanan ve bu noktada Mekke’nin diğer eşrafıyla aynı dam adamı haline gelmesi, onun bu istisna durumunu kolaylaştırmış ve özel bir statüde yer almasına imkân tanımıştı.
Tüm bu ilişkiler ağının, konumuzu teşkil eden ıiman kardeşliğiyim ilgisi şudur: Putperestlik, kanun/nizam tanımazlık, ahlâksızlık, zorbalık, yağma, talan gibi olumsuz özellikler her ne kadar Cahiliye çağı Araplarmm ve Arap yarımadasının bildik temel özelliği olsa da; bu olumsuzlukları paylaşmak istemeyen, yaşanan hayat tarzının ve sosyal sistemin dışında kalmak isteyen kimseler eksik değildi. Bazıları mevcut inançlardan ve hayat tarzından ciddi anlamda rahatsızdı. Zeyd b. Amr Küs b. Saide başta olmak üzere Hanifler veya risâlet öncesi hayatıyla Resulüllah bunlardan bazılarıydı. Bunlar, mevcut inançlardan ve uygulamalardan kaynaklanan rahatsızlıklarını söz ve davranışlarında ortaya koymuşlardı. Ancak bu hiçbir zaman, mevcut inanç ve hayat tarzına açıkça ve doğrudan muhalefet biçiminde gelişmemişti. Onlar mevcut yapıya açıkça eleştiri yöneltmek yerine, mevcut inanç ve hayat tarzının kenarında muhalefetsiz bir şekilde durmayı tercih etmişlerdi. Bütün tepkileri bundan ibaretti. Üsteiik duruşlarıyla dışında olduklarını hissettirdikleri inanç ve hayat tarzına karşı ileri sürdükleri alternatif bir şeyleri de yoktu. Bu nedenle tepki görmüyorlar ve hayatlarını herhangi bir zorlukla karşılaşmadan sürdürüyorlardı. Bu konuda tek istisna Zeyd b. Amr idi. O, toplumunun gidişatına açıkça muhalefet etmiş ve bu nedenle yalnız kalmıştı.
Yalnız kaldığı, soy bağının sağladığı güvenlik alanının dışına atıldığı için de bir yolculuğu sırasında eşkıyaların saldırısına uğrayarak öldürülmüştü. Ancak, elbette ki bu ismen bilinen şahısların dışında, genel gidişattan memnun olmayan başkaları da vardı. Eakat onlar soy bağına dayanan güvenlik çemberinin aynı zamanda mahkum edici çelik duvarını kısmen de olsa aşamamışlardı. Soy bağının teşkil ettiği güvenlik ortamının dışında kalma riskini göze alarak, düşünce ve kanaatlerini ifade etme ve mevcut hayat tarzının karşısında bir duruş sergileme cesaretini gösterememişlerdi. Bu da normaldi. Çünkü, toplumun genel gidişatını paylaşmamanın, mevcut sisteme, hayat tarzına eleştiri getirmenin akrabalık ilişkilerine zarar veren bir tutum olarak algılanması kaçınılmazdı. Bu durumda da o kişır.in en önemli güvenlik garantisi bitmiş olurdu. Farklı bir yol tercih ettiği için, zorluklar karşısında akrabalarının desteğini yanında bulamazdı. Hatta böyle kimseler, akrabalık bağlarını çiğnedikleri için başta kendi akrabaları olmak üzere herkes tarafından aşağılanır, dışlanırlardı. Bu ise her an her türlü yağmanın, talanın, saldırının nereden geleceğinin bilinmediği bir coğrafyada ve toplumda ölmek demekti, köle olmak demekti; yaşamamak demekti.
İşte tüm bu nedenlerle, gidişattan, mevcut inanç ve hayat tarzından memnun olmayanlar kendilerini açığa vuramıyorlardı. Seslerini çıkaramıyorlardı. Mevcut yapının içerisinde sessizce hayatlarını sürdürüyorlardı islâm daveti başladığı zaman bu hâl üzerine olan bir çok kimse vardı; Ebû Bekir Osman b. Maz’ûn, Osman b. Affan, Abdurahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Sâ’d b Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah… bu kimselerden bazılarıydı.
İslâm davetiyle genel gidişat köklü bir değişiklikle karşı karşıya kaldı, İslâm daveti mevcut bütün inanç ve hayat tarzlarını bir yana koyan ve sadece kendisini kabule layık bulan bir hareketi temsil ediyordu. Tepkisel bir hareket değildi; varlığını sırf tepkisel söylemlere göre oluşturmuyordu. Misyonu gereği mevcut her türlü inancın ve hayat tarzının muhalifiydi. Fakat, bir çok toplumsal harekette olduğu üzere, gücünü, statükonun kötülük ve yanlışlıklarına karşıt propagandadan almıyordu. İşte böylesi bir hareketin mensubu olmak, başta can ve mal güvenliği olmak üzere her türlü güvenliğin garantisi olan soy bağının dışında kalmayı gerektiriyordu.
Açıklandığı üzere, bir kişinin fasilesine, fahzma, batınına, ammare-sine ve kabilesine rağmen bir işe kalkışması, onların sağladığı can ve mal güvenliğini geri iterek yeni bir hareketin mensubu olması ise tehlikelere davetiye çıkarmaktan başka bir anlama gelmezdi. Böylesi bir kişi tehlikeler denizinin ortasında yapayalnız kalacak demekti. Dolayısıyla, soy bağının oluşturduğu güvenlik ortamının dışında yeni bir güvenlik ortamı oluşturmadan islâm davetine taraftar bulmak mümkün değildi, işte bu nedenledir ki İslâm, ilk andan itibaren, mensuplarının güvenlik sorununu ele aldı. Her türlü tehlikeyi göze alarak geleneksel güvenlik kuşağından ayrılıp gelecekler için yeni bir güvenlik kuşağı oluşturdu. İslâm’ın inşa ettiği bu güvenlik kuşağı, o güne kadar Arapların bilmediği bir yakınlık ilişkisine dayanıyordu. Bu ‘iman kardeşliğiydi.
İslâm’ın inşa ettiği güvenlik kuşağının temel unsuru ‘iman’dı. islâm için elbette ki soy bağı da önemliydi, ama asıl olan soy bağı değil, iman bağıydı. İman bağı hep güçlü tutuldu ve daha da güçlenmesi sağlandı. Bundan dolayıdır ki, risâletin ilk günlerini takiben, vahyolunan birçok ayette, yeni inşa edilen iman bağının önemine sürekli vurguda bulunuldu, islâm’a mensup olanların karşılıklı hak ve sorumluluklarının, soy bağının geleneksel hak ve sorumluluklarından da ileri düzeyde olduğu bildirildi, iman kardeşini desteklemek, savunmak, onun için gerekirse canını, malım vermek temel bir ‘imam’ sorumluluk olarak ifade edildi. İman bağının öneminin dünya hayatının sınırlarını da aştığı açıklandı, iman kardeşliğinin, soy kardeşliğine göre daha sürekli olduğu belirtildi. İman bağının, hesap günü geçerliliğini sürdüren tek bağ olmasına karşılık, soy bağının hiçbir öneminin bulunmadığı bildirildi. Bu durum birçok ayetin ısrarla açıkladığı bir konu oldu. Birçok ayette, konuya ilişkin çok çarpıcı örnekler verildi. Şu ayetlerde olduğu gibi: (fakat herkes kendi derdindedir). Gühkâr kimse ister ki, o günün azabından (kurtulmak için), oğullarını, karısıe kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde kim hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın. Fakat ne mümkün! Bilinmeli ki, o (cehennem) alevlenen bir ateştir… Ancak şu kimselerin durumu farklıdır: Namaz kılanlar ki, onlar namazlarında titizdirler; ihtiyacından dolayı açıkça isteyen veya istemeyenler için mallarından belirli bir pay ayıranlar” ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar; Rab’lerinin azabından korkanlar, ki Rab’lerirnn azabı(na karşı) emin olunamaz; Irzlarını koruyanlar .. Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; namazlarını koruyanlar; işte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. [50]
Bunlar hem iman kardeşliğinin gereklerini ifade eden, bu kardeşliği destekleyip bağı daha da güçlendiren açıklamalardı; hem de Arap toplumunun en önemli kurumunu temelden sarsan açıklamalardı. Kur’an yeni bir güvenlik kuşağı oluşturmakla kalmıyor, birçok yanlışlıklara kaynaklık yapması nedeniyle mevcut soy bağı anlayışını, belirli istisnaları hariç, yerle bir ediyordu. Çünkü, yüceltilip, kutsanan bir soy bağı, çoğu zaman olmaması gereken olumsuz etkilere sahip olabiliyordu. Mevcut soy bağı anlayışının en önemli olumsuz etkisi ise bireysel düşünceyi, bilinci engellemek, geleneği dinleştirmek biçiminde açığa çıkıyordu.
Akrabalık ilişkilerinin koruyucu şemsiyesi altında yer alarak can ve mal emniyetinin elde edilebildiği Arap toplumunda, statükodakilerden farklı bir inanç ve hayat tarzını seçerek akrabalık ilişkilerinin dışında kalmanın getireceği tehlikelerden korunabilmek için ‘iman kardeşliği’ çok önemli bir emniyet alanı oluşturdu. Resulüllah’m ‘Her kim Müslüman kardeşinin uz ve şahsiyetini korursa, Allah onun yüzünü kıyamet gününde cehennem ateşinden uzak tutar’2 sözü bu emniyet alanının önemini ve gereğini açıklaması açısından önemlidir. Pek tabiîdir ki, özellikle de risâletin ilk yıllarında, müminlerin sayısının az olduğu dönemde ‘iman kardeşliği nin önemi daha da yüksekti. O yıllarda ‘iman kardeşliği [51] öylesine önemliydi ki, bu yeni güvenlik ortamının ismi olan ‘iman’ bile, risâletin sonraki yıllarında üstlendiği anlamının ötesinde olmak üzere, daha çok ‘güvenliği ifade ediyordu. Risâletin ilk yıllarında ‘iman etmek’ bir inanca ve hayat tarzına mensubiyetten de önce, yeni bir güvenlik ortamına mensubiyet anlamına geliyordu. O ilk zamanlarda iman, daha çok sosyolojik bir anlama sahipti, ‘Iman’m sözlük anlamı bunu açıkça ortaya koymaktadır. İman, ’emn’ kökünden gelir ve bu da esasta ’emniyefi ifade eder. Ayrıca, ’emn’ ile aynı kökten türemiş diğer terimler imanın anlam dairesini anlamakta önemli katkı sağlamaktadır, iman’la aynı anlam dairesine ait diğer azı terirnler şunlardır: ’emniyet’, ’eman’, ’emanet’, ’emin’. Dolayısıyla, kişi ‘iman etmekle’ kendisini bir varlığa, nesneye veya eyleme karşı güvenliğe almış olmaktadır. Üstelik bu, birçok ayetin ayrıntılı bir şekilde dile getirdiği bir durumdur.[52]
Anlaşıldığı üzere ‘iman’, kavramlaşma sürecinin başlangıcında, daha çok sözlük anlamıyla bir işlev üstlenmişti, emniyette olmayı ifade ediyordu. Her türlü kişisel çıkarın üzerinde birbirlerini gözetip kollayan, birbirlerine yardımcı olan bir topluluğun temsil ettiği güvenlik alanını dile getiriyordu. Fakat kavramlaşma sürecinde anlamı gittikçe genişledi ve bir kişinin kendisini Allah’ın azabına karşı güvende hissetmesini sağlayacak bir inanç sistemine ve hayat tarzına mensubiyeti ifade eder oldu. Buna rağmen, ilk zamanlarda ağırlıklı biçimde sahip olduğu ve insanlar arası ilişkilerle ilgili olan bazı anlamlara sahip olmaya sonraları da devam etti. ilk zamanlardaki anlam, kavramlaşmanın ileri aşamalarında da anlam dairesinin dışında kalmadı. Bu durum Resulüllah’m sözlerinde karşılığını bulmaya devam etti. Resulüllah’m, mümin kimseyi ‘İnsanların canları ve mallan konusunda kendilerini şerrinden emin hissettikleri [53] ‘komşularının, şerrinden emin olduğu [54] ‘elinden ve dilinden gelebilecek tehlikelere karşı emin olunan [55] kişi olarak tanımlaması bunun bazı örneklerini oluşturmaktadır.
‘Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz [56] ise bir zorunluluğu dile getiren bir uyarıydı. Konu dahilince uyarı ve hatırlatmalar pek çoktur. Örneğin bir hadiste şöyle denmiştir: ‘Emaneti olmayanın imanı yoktur, ahde vefası olmayanın dini yoktur. [57] Bir başka hadis ise İslâm ile inşa olunan iman kardeşliğinin mahiyetine dikkat çekmektedir: ‘Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve birbirlerine şefkat göstermede bir beden(in organları) gibidirler. Organlardan birisi sıkıntı çekerse, diğer organlar onun sıkıntısına ortak olurlar. [58] Konuyla ilgili diğer iki hadis ise şöyledir: ‘Birbirinizin ilginizi kesmeyin, sırt dönmeyin, kin tutmayın ve haset etmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Bir Müslümanın din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. [59] ‘Müslüman Müslümanm kardeşidir; ona haksızlık etmez, onu haksızlığa da bırakmaz. Kim kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karsılar. Kim kardeşini bir üzüntü veya sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu kıyamet günü üzüntü ve sıkıntıdan kurtarır. Kim Müslümanın bir hatasını görmeyip, örterse, Allah’âa onun hatasını görmeyip, örter. [60]
‘îman’ın, îslâm davetine karşı gelenlere karşı müminin güvenliğini sağlayacak bir yapıyı ifade etmesi açısından özel bir anlamı ve değeri vardı. Bu yapı daha sonra daha başka kavramlarla da desteklenip güçlendirilmiş ve böylelikle ‘iman kardeşliği’ nin gerektirdiği güvenlik alam daha da pekiştirilmiştir. Bu süreçte konu bağlamında karşımıza çıkan terimlerden birisi ‘Mat’tır. Biat sayesinde imanın gerektirdiği güvenlik özel bir .mlaşmayla şarta bağlanıyor ve daha özel şartlarda karşılıklı yardımlaşma bağı oluşturuluyordu. Bu anlamda olmak üzere Resulüllah’ın iman eden kadm erkek herkesten biat aldığını biliyoruz. Biat aldığı konular zamana, şartlara ve şahıslara göre değişebilmiştir. ‘Sadece Allah’a ibadet etmek ve Allah’a hiçbir şeyi eş koşmamak, beş vakit namazı kılmak, Allah ve resulünün emirlerine kulak verip itaat etmek [61] ‘Canları ve mallan pahasına kendilerine gelen müminleri korumak [62] Gerekirse ölümleri pahasına savaşmak [63] Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, iftira atmamak, maruf işlerde yardımcı olmak [64] ‘Namaz kılmak, zekat vermek ve Müslümanlara nasihatlarda bulunmak [65] gibi konularda alman biatlar konunun bazı önemli örneklerini oluşturmaktadır.
‘Dostluk/dost’ (valeyet/velî) da iman kardeşliğinin inşasında önemli işlev yüklenmiş konulardan bir diğeridir. Dostluk son derece işlevsel bir kavram olarak sadece müminler arasında değil, Allah ile müminler ve müminler ile melekler arasında da bir yakınlık, dayanışma bağının ifadesi olarak da anlam kazanmıştır. Böylelikle ‘iman kardeşliğinin’ alanı ve derinliği iyice artırılmıştır. ‘îman kardeşleri’ sadece bazı insanlarla değil, başta Allah olmak üzere meleklerle de bir dayanışma bağına sahip olmuşlardır. Bu konuda, Mekke döneminde vahyolunmuş konuya ilişkin birkaç ayet örnek olarak ifade edilebilir: Yoksa onlar Allah’tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki gerçek dost yalnız Allah’tır.[66] Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi! [67]
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. [68]
Şüphesiz, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlanmzız. Orada sizin için canlanmazın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır’ derler. [69]
Şurası kesindir ki, toplumda yaygın ve baskın soy bağı ilişkilerine rağmen, ‘iman kardeşliği’ adı altında yeni bir güvenlik kuşağı oluşturulmamış olsaydı, risâlen ilk zamanlarında ve hatta büyük çoğunluğunda bazı bireysel istisnaları hariç, insanlar İslâm davetine olumlu cevap veremezlerdi. Veya iman etmiş olanlar imanlarını sürdürme konusunda dirençli olamazlardı, iman kardeşliği, davetin ilk günlerinden itibaren öylesine güçlü ve işlevsel olmuştur ki, islâm bir çekim mer-kezi haline gelmekte zorlanmamıştır. Putperestliği saçma, mevcut hayat tarzlarını yanlış bulanlar, islâm dairesine dahil olmakta tereddüt etmemişlerdir. Doğruluğu, dürüstlüğü, namusu ile isim yapmış ve toplumundaki yanlışlıklardan rahatsız olan Ebû Bekir, ahlâkî meziyetleriyle tanınan ve şirk inançlarına veya müşriklerin ‘pis’ (rics) hayat tarzlarına uzak kalmaya çalışan Osman b. Affan, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sâ’d b. Ebî Vakkas, Zübeyr b. Avvam, Zeyd b. Amr’m oğlu Said b. Zeyd gibi gençlerin daveti kabul etmelerinde ilk andan itibaren tesis edilen ‘iman kardeşliği’ anlayışının ve bunun sağladığı güvenlik ortamının etkisi büyüktür. Zaten Ebû Bekir gibi zengin müminlerin, bütün servetlerini işkenceye uğrayan mümin köleleri satm alarak onları özgürleştirmeye harcamaları, güçlükuvvetli müminlerin canlan pahasına diğer müminleri korumaları tamamıyla iman kardeşliğinin gereğine göre gerçekleşmiştir, iman kardeşliği Medine döneminde ise sosyal bir organizasyonun temeli kılınarak açılımını en yetkin düzeye eriştirmiştir.
[45] Tevbe sûresi, 9:71
[46] Yunus sûresi, 10:62
[47] Yunus sûresi, 10:62
[48] Asabiyet, ünlü Müslüman düşünür Ibn Haldun’un üzerinde durduğu ve ayrıntılı olarak ele aldığı bir konudur. îbn Haldun ‘asabiyecin, ‘yardımlaşma ve birbirini korumaya hizmet eden’ bir bağ olduğunu belirtmektedir. Onun açıklamalarına göre asabiyet, akrabalık ilişkileri üzerinde şekillenir. Geçim şartlarının zorlukları ve bu zorluklar içerisinde hayatı sürdürme zorunluluğundan doğmuştur. (İbn Haldun, Mukaddime, 1/323,324, 331)
[49] Ancak daha sonraki yaygın kullanımla Kureyş bir kabile kabul edilmiş; ammare ile kabile aynı manaya gelecek şekilde kullanılmıştır.
[50] Mearic 70:8-15,22-29,32-35
[51] Buharı, Menâkıb 25, îkrâh 1; Ahmed, Müsned V/110, 111; Hakim, Müstedrek, 111/383.
[52] Kötülük tuzakları kuranlar, Allah’ın, kendilerini yere geçirmeyecegincten veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Yahut onlar dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar (Allah’ı) âciz bırakacak değillerdir.’ (Nahl, 16:45,46) ‘Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır. Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? işte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz!’ (Mülk, 67:16,17) ‘Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Ya da o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldu? Allah’ın azabından eminler mi? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.’ (Araf, 7:97-99)
[53] Tirmizî, Birr 20; Ahmed, Müsned VI/449
[54] Tirmizî, îman 12; Nesei, iman 8; tbn Mâce, Fiten 2; Ahmed, Müsned 11/206,215,379, 111/145, V/224, VI/21,22.
[55] Tirmizî, Kıyamet 60.
[56] Neseî, İman, 8; Buharı, îman 4, 5; Müslim, îman 66.
[57] Buhârî, îmân, 7; Müsiim, îman 72.
[58] Ahmed, Müsned 111/135, 154, 210.
[59] Müslim, Fezailu’s Sahabe 13,
[60] Buhârî, Edeb, 57, 58, 62; Müslim, Birr, 23, 24, 28.
[61] Buharî, Mezâlim ve Gasb 3, îkrah 7; Müslim, Birr ve Sıla 58.
[62] Müslim, Zekat 108; İbn Mâce, Cihad 41.
[63] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, III/159; Heysemî, Mecma’û’z Zevâid, Vl/46.
[64] İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, IV/39.
[65] Buharî, İman 11, Meğazi 12, Tejsir-Mümtehine 3; Hudûd 8, 14, Diyât 3, Fiten 4, Ahkâm 43, 49, Tevhid 31; Müslim, Hudûd 41; Malik, Bey’at 2; Neseî, Bey’at 18.
[66] Şura, 42:9
[67] Ankebut, 29:41
[68] Yunus, 10:62
[69] Fussilat, 41:30,31